Bir barış anıtında bulunması zorunlu olan şeyi, savaşı unutulabilir kılan geçiciliği göstermek istiyordu Duras. Anmayı, hatırlamayla değil, unutuşun tekrarlarıyla mühürlüyordu.
Tanrı, insanı sizin karakterlerinizin suretinde yaratsaydı, gövdemizde en eski terkten kalma insan-benzeri bir delik olurdu.
Başta kendime duyduğum öfkeyi aktardığım kitaplık, şimdi kaybı kırk defa, her defasında başka türlü hatırlatan bir labirentti.
İstanbul memleketinin ihtiyaç duyduğu istihsal programı yangınların, salgınların, sürgünlerin arasından gelmiştir. Yeri geldiğinde Tanpınar’ın doyamadığı o maziyi fiilen yıkarak şehri yeniden tertip etmiş, bazılarını ihya etmiş, bazılarını helak etmiştir.
Soykırımı, tehcirde açlıktan ölenleri, susuz kalsınlar diye zehirlenen kuyuları, binlerle kırılan hayvanları, bitkileri, kurak çorak yolları kapamak için kaç sofra kurmamız, ne ölçekte bir örtü sermemiz gerek?
“Her şeyi gördüm” ile “hiçbir şey görmedim” arasında bir yerde durabilmenin olanaklarını araştırmak, bir hakikati işliyor olmanın etik-politik boyutlarını da düşünmek zorunda mı kalacağız?
Tanıklığın gerçekleşmesi için açıkça görünür – veya okunaklı – bir gerçeklik mi gerekir?
Meçhul Kız’ı ilk seyrettiğimde film bana ahlaki ya da politik doğruluğa yaslanmadan etik nasıl düşünülebilir sorusunun bir cevabını veriyor gibi gelmişti.
İnsanın yaşamın, tarihin, bilimin merkezinde kendine biçtiği konumla, bu konumdan hareketle kurulan bütün ayrıcalık ve ayrımcılıklarla da hesaplaşmak gerekecektir.
Vuslat, Galathea’nın konuşarak özneleri tanımlamasıyla gerçekleşiyor.