Gitgide mutluluğu diri diri gömdüğünü hisseden her kadın gibi ben de basamakları ve yokuşları daha huzursuz çıkar oldum. “Usta erkekleri” daha çok düşünür, gevezelerden daha bir korkar oldum.
Regine Olsen’den “nişanlısı” Søren Kierkegaard’a mektup.
Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?
Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.
Halide Edib’in kırılmış bir kadınlığın içinden, duyuşun tazyikiyle yazdığı mensur şiirleri, “kadınlığın biçareliği” ile yaşamsal ve yazınsal mücadelesine ışık tutuyor.
Bu kadar derinden unutulmuş, bu kadar hatırlanmaya değer başka ne var, bilmiyorum.
Ama rüyada o geçmiş kıyafetlerini giymek istemeyen, o geçmiş yüklü odadan da evden de çekip gitmek isteyen ben değil miydim?
Rüyanın zaman içinde kendini açıp çoğaltarak koca bir dünya ören bağlantılarını tüketmenin, bu dünyaya bir ev gibi yerleşmenin olanağı var mı?
Görmediği babasının mezarını ve hatırasını arayan Mizgin Müjde Arslan’ın kamerası dizinsel ile temsil dışı/dolaylı bir aralıkta yolculuk ediyor.
Duras, teatral söze dinsel ayinlerin kudretini taşımak istemiştir; bu sebeple, duanın, mutlak muhataba yönelirkenki sessizlik ethosunu benimser