Dizinin ilk yazısında, klasik kriminal teorilerin kadınların suçluluğunu nasıl tanımladıklarına ve bunun kadınları cezalandırma yöntemlerini nasıl etkilediğine değinmiştim. 19. ve 20. yüzyılın başlarında üretilmiş ve yaygın olarak benimsenmiş “androsentrik”, ya da erkekmerkezci suç ve ceza teoremlerine karşı, feminist kriminolog ve penologların duruşlarını ve karşı argümanlarını tartıştım. Kadınların en az erkekler kadar suç işlemeye muktedir olduklarını, erkek egemen suç teoremlerinin, kadınlar arasındaki düşük suç oranlarını bahane ederek, kadınların suç işleme kapasitelerini tamamen yok saydığını; kadınlara atfedilen doğurganlık, annelik ve kırılganlık gibi özelliklerin ise suç işlemelerine engel unsurlar olduğunun iddia edildiğini gözlemliyoruz. Kadınlar kapalı alanlara, evlere, yatak odalarına ve mutfaklara hapsedilmiş ve buna rağmen gerek direkt gerek ortaklaşa bir suç işlemiş olduklarında ise, “vahşi, sapkın, cadı” gibi sıfatlarla yaftalanarak insandışılaştırılmışlardı. Bunun yanı sıra, kadınların yalnızca “nefs-i müdafaa” sebebiyle suça bulaşmış olabileceğini öne süren anlayış da açıkça kadınları failliklerinden arındırarak kişiliksizleştirmişti.
Önceki yazıda derinlemesine tartıştığım tüm bu meseleler, kadınları hapsetme pratiklerine de doğrudan yansıdı. Şunu belirtmeliyim ki, dünyadaki kriminal soruşturma, hukuki kovuşturma ve hapsederek cezalandırma yöntemleri çerçevesinde kadın suçluluğunu ve kadınların hapsini ele alırken, cezalandırma pratiklerinin tarihsel arka planında da gördüğümüz gibi, Batı ve Doğu medeniyetlerinin benzer uygulamalara sahne olduğunu görüyoruz. Bu sebeple, Batı kökenli teorik yaklaşımların, akademik çalışmaların ve tarihsel analizlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınların mahkûmiyetine dair tartışmalara son derece uygun bir temel hazırlaması şaşırtıcı olmamakla beraber, geç Osmanlı dönemindeki kadın hapishanesi deneyimini bu çerçevede ele almanın abes kaçmayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla, bu yazıda da kadınlara yönelik kapatma mekânlarının ne gibi bir mantık çerçevesinde oluşturulduğuna ve 19. yüzyıl Osmanlı hapishanelerindeki kadın mahkûmların hikâyelerine değinecek, bunların bizlere kadınların mahkûmiyetine dair neler söylediğine bakacağım.
Küresel kriminal tarih yazımı, kadın mahkûmların hapsedildiği mekânların erkeklerinkinden temelde ayrıldığını vurgular. 19. yüzyıl modernitesinin bir gerekliliği olan kapatma/hapsetme, mahkûmların sürekli olarak izlenebileceği ve kontrol edilebileceği çeşitli mimari yapılar dahilinde, disipline edici mekanizmaların bir parçası olarak da çalışma, ibadet ve uyku saatlerini belirleyen planların uygulanmasını içeriyordu. Peki, Batı’da disiplin ve ceza, kapatma pratikleriyle birleşerek hapishaneleri doğururken, bu mikrokozmosda kadınlar neredeydi? Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi, kadın suçluluğunun düşük oranda seyretmesi, kadınların “kırılgan” yapıları ve domestik alanlarda var olmaları, onları hapsetme pratiklerine dahil etmiyordu. Her ne kadar hapishane planlarında kadınlara yer ayrılıyor gibi gösterilse de, yargının daha yumuşak ve “merhametli” uygulamaları ve kadınlara yönelik cezalandırmanın pek de ciddiye alınmaması, kadını bu mekânlar dışında tutan anlayışı pekiştiriyordu. [i]
Modern hapishanenin doğuşundan önce, kapatma cezaları için dört başı mamur hapishanelerden ziyade metruk yapılar, kamusal binaların bodrum katları, kaleler, hisarlar, mağaralar ve zaman zaman da hapishane olarak kullanılmak üzere kiralanmış rasgele mekânlar kullanılıyordu. [ii] Bu hem erkek hem kadın mahkûmlar için de geçerliydi. Ancak hapishane, imparatorlukların siyasi ve cezai planlarının bir parçası haline geldikten sonra kadınlar hapsetme pratiklerinin ve hapsetme mekânlarının dışında bırakılacaklardı. Belli disiplin ve ıslah etme yöntemleri uygulayan alanlar (Panoptikkon, Pentonville, Auburn gibi kurumlar, vb.) içerisinde kadınlar ya hiç var olamıyor ya da çok dar alanlara sıkışıyorlardı. [iii] Aslına bakılırsa, 1820-1870 yılları arasında, Amerikan hapishane reformuna kadınlar dahil edilmediği gibi, kadınlar modern kapatma sistemi içinde esamisi okunmayan varlıklar haline getirilmişti. [iv] Adrian Howe de hapishanenin kurumsal olarak yalnızca erkekler için tasarlanmış olduğunu iddia ederek bu savı pekiştiriyor. Bu ifadesinde pek de haksız sayılmaz; Amerikan “ıslahevleri” 19. yüzyılın ilk yarısında bu durumdaydı. Kadın mahkûmlara ayrılan mekânlar daraldıkça, kadınları suç ve ceza pratikleri içerisinde görmezden gelen anlayış yaygınlaşmaktaydı. [v] Carlen’a göre, 19. yüzyıl İskoç hapishanelerindeki mahkûm kadınlar, failliklerinin görmezden gelinmesiyle ne gerçek birer suçlu olarak kabul ediliyor, ne de kapatıldıkları hapishaneler gerçek birer “ıslahevi” olarak değerlendiriliyordu. [vi]
Bu anlayışın neticesi, kadınların erkeklerle aynı mekânlara kapatılması, erkek gardiyanlar tarafından kontrol edilmeleri ve hem erkek mahkûmlar hem de hapishane çalışanları tarafından cinsel istismar ve şiddete açık hale getirilmeleriydi. İngiliz hayırsever Elizabeth Fry, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Britanya hapishanelerine mahkûm edilmiş kadınların yaşam koşullarını iyileştirmek amaçlı yaptığı denetim gezilerinde, yukarıda anlatılanlara benzer uygulamalara dair rahatsızlığını dile getirmişti. [vii] Nicole Rafter’a göre:
Hürriyeti bağlayan cezalandırma biçimi, yani kapatma modeli, erkeklere özgü bir modeldi. Erkek cezaevlerinden türetilen ve bu mekânların özelliklerini benimseyen cezalandırma yöntemleri, yüksek güvenlikli mimari, erkek egemen bir otorite yapısı, katı bir disiplini vurgulayan programların tamamı,… kadınlara erkek gibi davranıyordu. Ancak… bu, kadınların bakım ve hapis deneyiminin erkeklerinkiyle aynı olduğu anlamına gelmiyordu. Muhtemelen daha yalnız, cinsel sömürüye karşı kesinlikle daha savunmasız, sayıları çok az olduğundan görmezden gelinmesi daha kolay olan ve hapishane yetkilileri tarafından hoşnutsuzlukla karşılanan kadınlar, mahkûm nüfusunun artıkları olarak görülüyor ve ona göre muamele görüyorlardı. [viii]
19. yüzyılın ilk çeyreğinde Amerikan hapishanelerinde, ceza alanında modernitenin önayak olduğu devriminin bir parçası olarak, çalıştırarak ıslah etme ve rehabilitasyon uygulamalarında “suça bulaşmış” sapkın kadınlara eve bağlılıklarını, annelik ve kadınlık gibi doğuştan geldiğinde inanılan özelliklerini hatırlatmaya yönelik uygulamalar öne çıkıyordu. Hem kadınların fiziksel güçlerinin sınırlarını hem de kadınlıklarını hatırlatma fikrinin bir parçası olarak, kadınları dikiş, nakış, örgü, çamaşır gibi ev işlerinde çalıştırmaya yönlendiren mekanizmalar geliştirilmişti. [ix] Yargıda “hoşgörüye” ve “kadın suçluluğunu ciddiye almamaya” dayanan tutum, kadınları hapishane içerisinde de ciddiye alınmayan, faillikleri görmezden gelinmiş ve silinmiş karakterlere dönüştürdü.
Batı’nın baskın modern hapsetme pratiklerine ve kadınlara yönelik uygulamalara odaklanan bir girizgâhın ardından, Osmanlı coğrafyasında 19. ve 20. yüzyıllarda kadınlara yönelik mahkûmiyet politiklarına değinmenin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu noktada vurgulanması gereken en mühim şey, Osmanlı hapishane reformunun imparatorluğun son 80 yılını kapsıyor olması. Batı’nın 19. yüzyılın ilk çeyreğinde yerleştirmek için çabaladığı kriminal denetleme mekanizmasını 20. yüzyılın başında bile halen oturtamamış Osmanlı İmparatorluğu, kadınları nasıl ve nerelere hapsetmekteydi?
Tanzimat’ın ilanıyla başlayan ve imparatorluğun neredeyse çöküşüne kadar süregelen süreçte, imparatorluk çeşitli hukuki, politik, askeri ve sosyal dönüşümler geçirdi ve elbette hapishaneler de bundan nasibini aldı. Hapishane reformuna dair 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde artarak devam eden teşebbüsler, mahkûmları dört başı mamur hapishanelere yerleştirebilmek üzere, ekonomik ve politik planlamalar yapmayı amaçlıyordu. Bunlardan en önemlisi, kale burçlarına, tersanelere, iplikhanelere ve kurumsal yapıların bodrum katlarına kapatılmış ve bu bakımsız, metruk, hayatta kalabilmenin hiçbir şekilde mümkün olmadığı alanlarda ölüme terk edilmiş mahkûmları hayatta tutmaktı. [x]
Osmanlı otoriteleri de, tıpkı küresel erkekmerkezci perspektifin gördüğü gibi, hapishaneyi erkeklere özgü bir kurum olarak algılamaktaydı. Kadınlar, sayıları itibariyle, yeni inşa edilen hapishanelerde kısıtlı alanlara sahip olsalar da, çoğunlukla kiralama usulüyle tesis edilen hapishanelere kapatılmaktaydılar. Genellikle, yerel otoritelerin atadığı imamların yahut muhtarların kullanılmayan evleri ve odaları kiralanarak kadınlar için hapishane haline getiriliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerine dek en yaygın kullanılan hapishaneler, bu “imam evleri” idi. [xi] Peki imam evleri gerçek birer hapishane gibi kontrol ve denetim mekanizmaları içeriyor muydu? Kadınlar kimler tarafından denetleniyor, kişisel ve günlük ihtiyaçlarını nasıl karşılıyordu? Maalesef, arşiv malzemelerinin sınırlılığından dolayı ancak imam evlerinin sahiplerinin isimlerine, konumlarına ve sosyal statülerine dair bilgilere ulaşabiliyoruz. Lakin kadınların bu kiralık mekânlardaki mahkûmiyetleri süresince maruz kaldıkları kötü koşulların ve istismarın boyutunu hayal etmek elbette güç değil. Suça karışmış, toplumdan dışlanmış, kimsesiz ve adaleti kendi ellerine almış kadınları her türlü istismara açık hale getiren, sosyal mekanizmalar içindeki “görünmezlikleri” ve “yoklukları” idi. Hafız Nail Efendi, Müezzin Mustafa ve daha niceleri gibi imam evlerinin sahipleri ve baş gardiyanları, aylık 100-150 kuruş karşılığında kadın mahkûmları denetleme görevini üstleniyordu. İmparatorluğun çöküşüne dek devam eden bu yaygın kiralık hapishane pratiği ve denetimden yoksun bu rasgele mekânlar, kadın mahkûmların mağduriyetini büyük olasılıkla katbekat arttırmıştı.
Sultan II. Abdülhamid’in iktidara gelmesiyle yayımlanan 1880 ve 1893 hapishane ve gardiyanlar nizamnamelerinde kadınlara yönelik mekânların yaratılması, kadın gardiyanların istihdamı ve görevleri gündeme getirildi. [xii] İmparatorluk tarihinde ilk kez hapishanelerde kadın mahkûmların varlığı tanınmış ve kadınlara yönelik, modern standartlara uygun hapis alanları yaratılmaya çalışılmıştı. Ancak, imparatorluğun başkentinde ve diğer merkezlerde kadınlar nispeten standart bir denetimin işlediği hapishanelere hapsedilmiş olsalar da, maddi sorunların ve bütçe açıklarının kadın gardiyan istihdamına engel olması, kadınların erkek gardiyanlar tarafından denetlenmesini gerektiriyor ve bu da istismarın önünü açıyordu. Arşivlerde de görüleceği gibi, 19. yüzyıl sonu itibariyle imparatorluğun çeşitli bölgelerinden gelen istismar ve görevi kötüye kullanma vakaları, kadınların en az erkekler kadar kötü şartlarda mahkûm edilmesi yetmezmiş gibi, bir de açıkça sömürü ve istismar malzemesi haline getirildiğini göz önüne seriyor. Kadın mahkûmları geceleri hapishane dışına çıkarıp pazarlayan Balıkesir kadın hapishanesi gardiyanı Mehmet Çavuş’un hikâyesi ve görevden alınışı, bu durumu somutlaştıran en önemli örneklerden. Cinsiyete göre şekillendirilmiş hapishanelerin eksikliği, kiralanmış hapishanelerdeki denetimsizlik ve kadınların denetiminin erkek mekân sahiplerine yahut gardiyanlara bırakılması, bakımsız ve sefil hapishanelerin ölüme davetiye çıkaran koşulları içinde mücadele veren Osmanlı kadınlarının çilesini ikiye katlıyordu.
Toparlamak gerekirse, küresel bir cezai dönüşümden nasibini alan imparatorluklar ve suç ve cezayı modernleştirmeye çalışan devletler, kadınların suçluluğunu ve cezalandırılmasını erkekmerkezci bir bakış açısıyla değerlendiriyor ve kadınları hapis mekânları içerisinde istismara açık ve kırılgan hale getiriyor, en önemlisi de onları çoğunlukla gözden çıkarıyordu. Peki ya hamile yahut anne olan mahkûmlar ne durumdaydılar? Serinin bir sonraki yazısı, hapishanede anne olmak üzerinden “doğurganlığın” cezai kurumlardaki avantajlarını ele alacak.
Ana görsel: Bilinmeyen sanatçı, “Berinthia is Immured betwixt two walls starvd to Death,” [Berinthia iki duvar arasına hapsedilmiş ve aç bırakılmış] bakır oyma, John Reynolds, The Triumphs of God’s Revenge […] (London: Printed for R. Gosling, and Sold by J. Osborn, 1726), History VII, 73 (kesit) içinde.
[i] Alexandra Mandaraka-Sheppard, The Dynamics of Aggression in Women’s Prisons in England (Aldershot: Gower, 1986), s. 90-91.
[ii] Clive Emsley, Crime and Society in England:1750-1900 (Harlow: Person/Longman: 2005), s. 253, 277-78.
[iii] Norman Johnston, Forms of Constraint: A History of Prison Architecture (Urbana and Chicago: University of Illinois Press, 2000), s. 52.
[iv] Estelle B. Freedman, Their Sisters’ Keepers: Women’s Prison Reform in America, 1830-1930 (Ann Arbor: University of Michigan Press, 1984, s. 46-67.
[v] Adrian Howe, Punish and Critique, Towards a Feminist Analysis of Penalty (New York: Routledge, 1994), s. 135.
[vi] Pat Carlen, Women Imprisonment, A Study in Social Control (London: Routledge & K. Paul, 1983), s. 211.
[vii] Elizabeth Fry, Observations on the Visiting, Superintendence, and Government of Female Prisoners (London: John and Arthur Arch, Cornhill & Hatchard & S, Piccadilly; S. Wilkin, 1827), s. 26-27.
[viii] Nicole Rafter, Partial Justice: Women in State Prisons 1800–1935 (Boston: Northeastern University Press, 1985), s. 21.
[ix] Pat Carlen and Anne Worrall, Analyzing of Women Imprisonment (Devon, UK: Willian Publishing, 2004), s. 163.
[x] Gültekin Yıldız, Mapusâne: Osmanlı Hapishanelerinin Kuruluş Serüveni, 1839-1908 (İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2012), s. 10.
[xi] Gizem Sivri, “Women Behind Bars: Women Offenders and Penal Policies in the Late Ottoman Empire 1840-1918”, doktora tezi, Ludwig Maximilians University, Munich, January 2022, s. 163-83.
[xii] Bir üstteki nota bakınız, s. 140-53.