Steve Jobs dünyayı değiştirdi.
Steve Jobs geleceği değiştirdi.
Steve Jobs evreni değiştirdi.
Filmin New York Film Festivali’ndeki basın toplantısında bu cümlenin değişik versiyonlarla tekrar edilip durması bir çeşit subliminal telkin deneyi miydi acaba? Danny Boyle’un Steve Jobs’ına gerçek Steve Jobs’ın evreni değiştirdiği ön kabulüyle girmek seyir deneyimini hakikaten kolaylaştırabilecek bir tüyo çünkü.
Aaron Sorkin’in yazdığı Steve Jobs karakteri, senaristin Sosyal Ağ için yazdığı Mark Zuckerberg ile neredeyse aynı insan. Zeki, küstah, insan ilişkilerinde kabız ve vefasız bir tekno-zengin. Sorkin’in Steve Jobs’daki asıl sorusu da Sosyal Ağ’daki ile hemen hemen aynı: Pırıltılı bir zekâ, atılan kazıkları ve edilen egomanyakça lafları mazur gösterir mi? “Kadınlar iş ve ev hayatını bir arada götürebilir mi” sorusunun Sorkin erkeklerine uyarlanmışı bir nevi: Başarılı erkek (otomatikman “deha”) başarılı olmakla adi olmamayı bir arada götürebilir mi?
Danny Boyle’un enerjik ve bir bakıma sabırsız sineması, hikâyenin geçtiği teknolojik dünyanın hızına yakışmakla beraber bu sorgulamayı yeterince derinleştirmeye olanak tanımıyor. Filmde ana karakterlerin sürekli yürümekte veya ayakta olmalarına, bir türlü oturmamalarına paralel olarak duygular ve karakterler de tam oturmuş değil. Michael Fassbender’ın canlandırdığı Steve Jobs, yüzünü geleceğe çevirme ve atılım yapma takıntısının sonucu belki, kendi içine pek bakmıyor. İşte, aşkta veya bir baba olarak kırdığı hiçbir kalbin acısı içine oturmuyor. Fassbender’ın yüzünde ve sözlerinde birini gerçekten kaybetme korkusundan eser göremiyoruz. Fakat Fassbender ne yapsın, oynadığı karakter tüm duygusal cimriliğine rağmen hakikaten kimseyi kaybetmiyor bir türlü!
Öte yandan film, aleyhinde çok güçlü deliller olmasına karşın ne Steve Jobs’a tam sosyopat muamelesi yapmaya kıyabiliyor, ne de başka türlü bir gerçeği su yüzüne çıkarabiliyor. Oysa Aaron Sorkin’in o yüksek gerilimli senaryosu ve filmin üç perdeden oluşan, farklı tarihlerdeki üç ürün lansmanının öncesini anlatan teatral yapısı izleyiciyi Şekspiryen bir çöküşe/ çözülüşe hazırlıyor. Fakat filmde o gerilimi haklı çıkaran pek bir şey olmuyor ve biz her üç perdede neredeyse aynı örgüyü izliyoruz.
Tüm velvelesine ve Sorkin’in alamet-i farikası olan olimpik ping-pong hızında diyaloglarına rağmen senaryo bütün hikâyeyi yine tek bir derdin sırtına yüklüyor. Zuckerberg’in derdi sosyal ezikliğiydi, Erica Albright’tan alamadığı “arkadaşlık isteği kabulü” idi (“Nerd’ün derdi başka ne olacaktı ya…” diye çalışıyor Sorkin’in aklı). Sorkin’e göre Steve Jobs’ın asıl derdi de evlat edinilmiş olması, baba figürü eksikliği. Sosyal Ağ’ın yönetmeni David Fincher, Sorkin’in teşhisini filme yine de maharetli bir şekilde, dozajında yedirmeyi biliyordu. Steve Jobs’daysa bu aşırı düz cevapların iyice lambur lumbur işlenişinin sonuçlarını görüyoruz. Jeff Daniels’ın canlandırdığı John Sculley (Jobs’ın Apple’daki CEO’su) ekranda her göründüğünde Jobs ile babalık, baba figürü, evlat edinilmiş olmaktan başka bir şey konuşmuyor mesela.
Filmin vaat ettiği sorgulamaya gerçek anlamda yaklaşabildiği tek yer, Jobs’ın Kate Winslet’in canlandırdığı Joanna Hoffman ile ilişkisinde saklı bana kalırsa. Jobs’ın filmde “mesleki karım” olarak nitelediği Hoffman sadece patronun sağ kolu değil. “Duygusal emek” gerektiren ve dolayısıyla Jobs’ın uğraşmak istemediği ve/veya beceremediği tüm işlerini yıktığı kişi. Filmin en kuvvetli anları da, bu duygusal emekçi rolünün Hoffman’ın sabrını taşırdığı ve hem Jobs’ın çeşitli konulardaki hamlığına hem de bu işbölümünün kendisine isyan ettiği sahnelerde ortaya çıkıyor. Hoffman’ın Jobs’ı doğru düzgün bir baba olmaya davet ettiği anlarda kullandığı argümanların sevgi ve empati değil hayatta elde edilen başarı ekseninde olması, Jobs’ın kafasına ancak o zaman yatması da dikkat çekici.
Filmin can alıcı noktalarından biri, Seth Rogen’ın canlandırdığı eski ortak Steve Wozniak’ın “Kod yazmıyorsun, tasarımcı değilsin… Sen necisin, ne yaparsın ki?” sorusu ve buradan yola çıkarak ‘müdür ne yapar’ meselesi olabilecekken, bu sorunun anında ‘orkestra şefi’ metaforuyla öldürülmesi, hele de Jobs’ın bu orkestra metaforunu karakterler o an hakikaten bir orkestra çukurundayken paylaşması o fırsatı da kaba dokunuşlarla ortadan kaldırıyor. Orkestra şefi benzetmesiyle ikna olmazsanız, ondan daha da muğlak bir açıklama olan bu yazının ilk cümlesine havale ediliyorsunuz. İşi dünyayı değiştirmekti işte. Bu, dünyamızın değişmiş hâli. Yoksa inanmadınız mı?
Patronun Gözleri
Görünüşte gayet iddialı bir yapım olan Steve Jobs’ın nasıl bu kadar vasat olabildiğinin ve bunca hırsına rağmen neden izleyici nezdinde toplu bir omuz silkmeyle (film eleştirmenlerinin olumlu yorumlarına rağmen ABD gişesinde başarısız oldu) cezalandırıldığının sebeplerini belki şu en baştaki basın toplantısına geri dönerek keşfedebiliriz. Toplantı sırasında sahnede Fassbender gazetecilere yetenekli aktör/ hınzır kötü çocuğu oynarken Winslet “samimiyeti” ve “harbiliği” ile kalpleri eritiyor, kısacası Hollywood’un çarkları tıkır tıkır dönüyordu. O an salonun arkasında ayakta duran ve gergin gergin bu gazeteci deryasını gözlemleyen yarı kel bir adam gördüm. Bu adam Scott Rudin’di, yani filmin yapımcısı.
Güçlü ve zengin adamları kaygılı görmek her zaman ilginç bir deneyim ama Scott Rudin ile ilgili özel olarak eklemek gereken şeyler var. Steve Jobs’ın açılış bölümündeki bir sahne, Jobs’ın bir çalışanına beş dakika içinde bilgisayara “merhaba!” dedirtecek bir çare bulmasını emretmesiyle, bulamazsa yüzlerce insanın önünde onu küçük düşürmekle tehdit etmesiyle başlıyor. Rudin çalışanlarına berbat davranmasıyla, çeşitli objeler fırlatıp küfürler etmesiyle tanınan, asistanlarına metroya binmeyi yasaklayan (telefonları çekmeyebilir diye), kısacası iğrenç bir patron olmasıyla bilinen biri. Böyle bir insanın, hele de basın toplantısını kolaçan edecek kadar kontrol manyağı bir patronun dizginlerindeki bir filmde Jobs’ın bu hâllerine dair dürüst ve tatmin edici bir cevap bulmak nasıl mümkün olabilirdi ki? Steve Jobs filminin patronun her türlü anlamsız talebi ve kötü muamelesinde bir hikmet aramaktan vazgeçememesinin ama bunu da asla tam olarak itiraf edememesinin söz konusu durumla bir ilişkisi olabilir. Bu iki arada bir deredelik yerine dünyayı sadece Scott Rudin’in gözlerinden gördüğümüz bir film izlemeyi tercih ederdim. “Scott Rudin’in bir günü”. En azından daha eğlenceli bir film olurdu.
(Altyazı’nın Ocak 2016 sayısında yayınlandı.)