"Türkiye’de insanların mesleki bariyerleri ve eşitsizlikleri nasıl haklı gösterdiklerini veya açıkladıklarını bilmiyorum. Ama her ülkenin kendi yöntemleri var gibi. Ve tüm dünyada, genç insanların bundan çok ama çok usandığını görüyorsunuz."

MEYDAN

“Sömürülmek Başarıya Giden Yolda Bir Safha Olmamalı”

Aşağıda sözlerini okuyacağınız Sarah Kendzior’u başta Orta Asya üzerine yazan bir akademisyen olarak tanımıştım. Sarah zamanla akademiden uzaklaştı ve ABD’de, özellikle de yüksek eğitim, medya ve sivil toplum alanlarında, emeğin sömürüsü ve gençlerin işsizliğine odaklanmaya başladı. Bu ve benzeri konularda yazdığı görüş yazıları Al Jazeera English’in en çok okunan makaleleri listesinde sabit – çünkü ister BM’deki satılık stajlar olsun, ister annelerin “çalışmaktan vazgeçtiği” miti, yazdıkları çok fazla insanın yüksek sesle pek konuşulmadık hikayesi. 25’ini geçmiş diplomalı sosyal bilimcilerin 6 aylık ücretsiz stajları, komik maaşları kabul ettiği, kabul etme lüksü olmayanların ise bu sektörlerin dışında kaldığı, paralı muadilleriyle aynı hızda yükselemediği bir dünyada kendisinin yazıları benim için de hep taze bir nefes ile hızlı bir tokat arasında bir yerlerde. Kafamdaki birkaç soruyu sormak ve vesileyle sizinle de tanıştırmak istedim. [Röportajın İngilizcesi şurada.]

 

Önceleri akademinin bir parçasıydın, şimdi ise kendi deyiminle iyileşme sürecindesin. Dışarıdan, akademi bazen masal dünyası gibi gelebiliyor; sana sanatına, zanaatına gömülme fırsatı veriliyor, ve daha yolun başındaysan bile (yani örneğin henüz fazla bir para kazanmıyorsan) işinin karşılığında belirli bir saygı ve manevi tatmin alıyorsun. Bu işi yapmayacağını farketmen ne kadar sürdü? O dünya nasıl bir yerdi, serbest yazarlığa geçiş ne kadar zordu?

 

Akademiye bahsettiğin sebeplerle girdim – yazı yazmayı ve araştırma yapmayı seviyorum. Otoriter devletlerin siyaseti gibi, ilgimi çeken konuları çalışma özgürlüğünü seviyordum. Prestij ya da çok para kazanmak gibi şeyler hiçbir zaman umrumda olmadı, ama stabil bir gelirimin olması ve çocuklarıma bakabilmek benim için önemli.

 

Doktoradaki son senemde, bu iş piyasasında kalıp akademik kariyer kovalayabilme imkanının, sahip olmadığım finansal kaynaklara bağlı olduğunu farkettim. Başarılı bir akademisyendim – hepsi de alanımın önemli dergilerinde yayınlanmış birçok makalem var, öğretmen olarak değerlendirilmelerim kuvvetli ve alanımda sağlam bir ünüm var. Ama konu iş bulmaya geldiğinde bunların hiçbirinin bir önemi yoktu. Kadrolu (tenure-track) bir pozisyon karşıma çıkana kadar asistan eğitmen olarak (adjunct) yoksulluk sınırındaki ücretlerle çalışmam bekleniyordu.

 

ABD’de akademide kalabilmedeki kritik faktör nitelik değil, para. Doktoralarını yeni bitirmiş insanların çoğu ya kocaman bir borçla, ya fakirlik içinde yaşıyorlar, ya da ailelerinin parası sayesinde hayatta kalabiliyorlar. İlk ikisi genelde oyundan düşüyor, sonuncusu ise parayla oyunda kalabiliyor.

 

Sonuçta ben bıraktığıma memnunum, çünkü şimdi yaptığım iş daha ilginç. Yazı yazarak para kazanmak planımda yoktu – dışarıya açık yazmaya başladığımda işe alındım. Al Jazeera English, Registan.net sitesindeki yazılarımı okuduktan sonra benimle iletişime geçti. Doktoradaki son senemde oraya Orta Asya konusunda blog yazıları yazıyordum. Al Jazeera’ya yazdığım yazılar sık sık viral oluyor. Bir süre sonra başka yayınlar da onlar için yazmamı istemeye başladılar.

 

Yazmayı çok sevdiğimden ben halimden mutluyum, ama hikayemin tipik olmadığını biliyorum. Örneğin gazeteciliğe girmenin önündeki engellerle ilgili yazmamın sebeplerinden biri de bu; birçok yetenekli yazar, maaşsız stajlarlara ya da pahalı sertifikalara verecek parası olmadığı için o çevreye giremiyor. Kişinin halihazırda sahip olduğu zenginliğin giriş için fiili bir gereklilik olması anlamında gazeteciliğin yapısı da akademiye benziyor.

 

Daha çeşitli ve şartların daha adil olduğu bir ortam herkesin lehine olduğundan bu mesleklerdeki adaletsiz iş pratiklerine dikkat çekmeye çalışıyorum. Sömürülmek başarıya giden yolda bir safha olmamalı.

 

Şimdi artık işsiz kalmayacağın kadar tanınıyorsun, ama bu ünü sen kendi çabalarınla yarattın. Bir süre sonra da akademideyken yaptığın işten farklı bir odağın oldu. Bu geçişi nasıl başardın? Okuduğu/yapageldiği alandan yeni bir alana kaymak isteyen, yeni bir iş formatı denemek, yeni bilgiler (uzmanlık demeye tereddüt ettim) edinmek isteyen birine tavsiyen ne olurdu?

 

Asla işsiz kalmayacağım diye bir güvencem olmuyor. Kendimi diğer herkes kadar tehlikede hissediyorum. Bu kısmen akademideki tecrübem yüzünden böyle – nesnel olarak oldukça başarılıydım ve bunun bir önemi yoktu. Ama aynı zamanda çöküşte olan bir ekonomide büyüdüğüm için böyle hissediyorum. Yetişkinliğe adım attığım andan itibaren, bütün bütün sanayi alanlarının silinip gitmesine şahit oldum. Ücretli işin ücretsiz emeğe çevrildiğini gördüm. Yetenekli insanların senelerce tamamen işsiz kaldıklarını ya da ihtiyaçlarını karşılayacak kadar iş bulamadıklarını gördüm. Birçok arkadaşım şu an bu durumda.

 

Zaten hiçbir şeyin kesinliği olmadığından sevdiğimiz işin peşinden gitmekte de bir sakınca yok. Yeni bir alana girecek insanlara tavsiyem çok çalışmaları, geniş bir yelpazede okumalar yapmaları ve iş “uzmanlığa” geldiğinde alçakgönüllü olmaları. Eğer yazı yazıyorsanız, dikkat çekmek ya da keşfedilmek için yazmayın. Medya pazarında çaresiz bir gözü dönmüşlük var; yazarlar hakkında hiçbir şey bilmiyor bile olsalar popülerliği kanıtlanmış konulara atlıyorlar, ama işin sonunda bu hem konunun hem yazarın değerini azaltıyor.

 

Gerçek uzmanlık neyi bilmediğini ve ne zaman çeneni kapaman gerektiğini bilmektir. Bir şeyi bilmemek utanılacak bir şey değil, dinlemek ve öğrenmek için bir fırsattır. Birisi savunma halinde “ben uzmanım!” dediği zaman bu genelde öyle olmadığının işareti. Uzmanlık iddia edilen değil gösterilen bir şey.

 

Kağıt üstündeki mesleğinizin kimliğinizi tanımlamasına izin vermeyin. Gençlere hep şunu diyorum: “Sen işin değilsin. Muhtemelen zaten işin de yok.” Bir iş yaptığınızda onu iyi yapmaya odaklanın, çünkü insanlar sizi etiketlemeye ve sınırlamaya çalışacaklar ama işiniz zaten sizin yerinize konuşacak. Bunu kimse sizden alamaz.

 

Aynı zamanda, mesleki ilişkilerinizde saygılı olun – riayet değil, saygı. Nazik, güvenilir ve geribildirime açık olun. Foreign Policy dergisi beni “Twitter’da takip edilecek 100 düşünür” listesine dahil ettiğinde, benden “hırçın” diye bahsetmiş bu arada, ki ben bunu komik buldum zira Twitter’da dahil olduğum atışmaları bir elimin parmaklarıyla sayabilirim (ya da eşimin deyişiyle, orta parmağımla). Sırf kavga etmiş olmak için kavga etmekle hiç ilgilenmiyorum, ve sanırım çoğu insan beraber çalışması kolay biri olduğumu söyleyecektir.

Flaubert şöyle yazmış: “Günlük hayatınızda sıradan ve geleneksel olun ki sanatınızda vahşi ve özgün olabilin.” Bu iyi bir tavsiye. Entelektüel iş alanları insanları memnun etme yeri değil. İnsanları, ama en çok kendinizi zorlama yeri. Başkası sizden önce yapmadan kendinizin en sert eleştirmeni olun. İtibarınız fikirlerinizden kaynaklansın, tersi değil. Hayatınızı başkalarının beklentilerine dayandırmayın. İnsanların öykünmeyi yeniliğe, uyumluluğu dürüstlüğe tercih ettiklerini farz etmeyin. İnsanların sizi şaşırtmasına izin verin. Hayat adil değilse, siz yine de dürüstçe yaşayabilirsiniz.

 

Özellikle akademi, medya ve sivil toplum gibi alanlarda emeğin sömürüsü üzerine eleştirilerin, ve oradan hareketle bu alanlarda çalışmanın ya da yükselmenin “paralı ve erdemli”lerin tekeline kaydığı fikri çok ilgimi çekiyor. Bana göre Türkiye’de -ve muhtemelen dünyanın başka yerlerinde de- aynı temayül var. Bu durumun nasıl oluştuğuna ve nereye gittiğine dair anlatacaklarını merak ediyorum.

 

Değindiğim konularda yazmanın en depresif yanlarından biri bir Amerikan sorunu olarak algıladığım şeyin aslında uluslararası bir sorun olduğunu farketmem. Tabi ki genç nüfusun işsizliği küresel bir sorun, ama niteliğin, liyakatın erozyonu -benim prestij ekonomisi dediğim şey- özellikle prestij bu kadar kültüre göre değişken bir kavramken, uluslararası bir bir sorun. Bu konuda dünyanın her yerindeki insanlardan emaillar alıyorum.

 

On sene önce Türkiye’de yaşıyordum, Istanbul’da bir seneliğine İngilizce öğretmeni olarak çalıştım. O zaman bile senin bu bahsettiğine benzer şikayetleri duyuyordum. Çoğu üniversite yaşındaki Türk öğrencilerim, üniversite sistemi içindeki çürümeden ya da yoksul bir bölgede doğmuş kişiler için belli mesleklere girmenin ne kadar zor olduğundan bahsederlerdi.

 

ABD’de bu yapısal eşitsizlikler “niteliğin” eksikliği kısvesi altında saklanır – oysa asıl eksiklik genelde itimadı satın almaya yarayacak zenginlikte oluyor. ABD kendi önyargılarını haklı çıkarmak için “Amerikan Rüyası” mitolojisini kullanıyor. Buraya yoksulluk içinde gelip iki nesilde eğitimli orta sınıfa dahil olan kendi soyum da dahil, Amerikan Rüyası’ndan fayda görmüş onca insan varken ölümünü kabullenmek kolay değil. Ama rüya bugün artık ölü.

 

Türkiye’de insanların mesleki bariyerleri ve eşitsizlikleri nasıl haklı gösterdiklerini veya açıkladıklarını bilmiyorum. Ama her ülkenin kendi yöntemleri var gibi. Ve tüm dünyada, genç insanların bundan çok ama çok usandığını görüyorsunuz.

 

Bunlar kendilerinden beklenen her şeyi yapan ve karşılığında hiçbir şey almayanlar. Bir şey ummaya cesaret ettikleri zaman – bir iş, ya da makul fiyatlı eğitim ve yaşayış- kendilerine “şımardıkları” söyleniyor.

 

Ama şımardıkları filan yok. Onlara toplumsal bir sözleşmeye uymaları söylendi ve şimdi böyle bir sözleşmenin hiç olmadığı söyleniyor. Beş senedir işlerin “normale” dönmesini bekliyorlardı. Şimdi farkediyorlar ki “yeni normal” bu, ve işleri değiştirmek için organize çaba gerekecek.

 

Senin yazdığın makaleleri veya bazen 15 tweetini arka arkaya okuduğumda, tarif ettiğin mekanizmalar ve bunların normal olarak görünmesi için bayağı çaba harcayan kafa yapısı sinirlerimi bozmuş oluyor genelde. Yazılarından martavala tahammülsüzlük ve kızgınlık hissi alıyorum. Öyle mi gerçekten? Sürekli yoz ve çürük bir sistemi eleştiriyor olmak zihnen ve duygusal anlamda çok yorucu değil mi? Bununla nasıl başediyorsun?

 

Kızgın olduğum söylenebilir ama ben bunu olumsuz bir özellik gibi görmüyorum. Öfke, tecrübe eden de olsan tanık olan da, acı çekmeye doğal bir tepki. İnsan düşmancıl ya da şiddetli olmadan öfkeli olabilir. İnsan öfkeli olup yine de başkalarına saygı ve nezaketle davranabilir.

 

Öfke olumlu bir duygu, çünkü öfke değişimin mümkün olduğunu kabul etmiş olmak demektir. Öfkenin zıttı boyun eğmektir – zorluk çekmenin normal olduğunu kabulleniş. Öfke umursamanın bir türüdür.

 

Yozlaşma ve eşitsizlik insanlar tarafından yaratılmış sorunlar. Ne kendileri ne de onlara eşlik eden zorluklar kaçınılmaz değiller. Ama bir problemi çözmek için önce onu bir problem olarak görmemiz gerekir, insan hayatının ya da davranışının değiştirilemez bir parçası olarak değil. “Bu işler böyledir” demek insanları işlerin aslında nasıl olabileceğini hayal etmekten alıkoyuyor.

 

Eğer yazdıklarımı okumak insanları öfkelendiriyorsa bundan memnun olurum. Bu öfkeyi başkaları adına mücadele etmek için kullanacaklarını umarım. Dünyadaki en kötü hislerden biri uluorta acı çekerken kimsenin sana yardım etmek için kolunu kıpırdatmaması. Berbat koşulları normal kabul etmememiz gerektiği kadar yarattıkları zorlukları da kabul edilebilir bulmamalıyız. Öfke hesapverilebilirliği talep eder.

 

“Zihnen ve duygusal anlamda yorgun” olup olmadığımla ilgili soruna gelirsek – muhtemelen öyleyim. Ama bu iki küçük çocuğum olduğu için, devrimci filan olduğumdan değil. Yozlaşmayı eleştirmek yorucu değil; her şey yolundaymış gibi yapmak öyle.

 

Görsel: “Meditation By The Sea”, sanatçı bilinmiyor, ABD.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YOrhan Pamuk’u Bezdirmişsiniz
Orhan Pamuk’u Bezdirmişsiniz

Orhan Pamuk, sırf yurtdışında başarılı diye eleştirilmekten (hâlâ) şikayetçi: “Romanın başarısını kendisine karşı bir silah olarak kullanıyorlar.”

KÜLTÜR

YKazuo Ishiguro ile Röportaj: Kurgu Sanatı
Kazuo Ishiguro ile Röportaj: Kurgu Sanatı

Edebiyat nobelinin yeni sahibi Kazuo İshiguro ile hayat hikayesi, ilham kaynakları, çalışma rutini üzerine yapılmış en kapsamlı röportajlardan biri.

ENGLISH

YIn Turkey, female patients bear brunt of misdiagnoses
In Turkey, female patients bear brunt of misdiagnoses

The common request shared by every woman I spoke to for this article was that they would be properly listened to.

Bir de bunlar var

“Kısırlık Bana Battı:” Siyah Annelik ve Ben
Cinsel sağlığımız için doğum kontrol yöntemlerini konuşmamız ŞART
Jinekolojik Şiddet Manzaraları: Muayene, Tıbbi Otorite ve Doğurganlık Üzerine*

Pin It on Pinterest