Chithira Vijayakumar tarafından yazılmış aşağıdaki yazı daha önce Black Girl Dangerous‘ta yayınlandı. Hindistan’ın Kerala eyaletinde doğan Chithira Vijayakumar, kendi deyimiyle “dekolonizasyonla ilgili kafa yormayı seven (daha) queer, (daha) kahverengi bir yazar. Oregon Üniversitesi, Çevre Çalışmaları bölümündeki yüksek lisansı için bir süreliğine Kalapuya topraklarında yaşıyor.”
Ben Malayalam dilinde okumayı kolay yoldan öğrendim. Annemin ve dayımın doğumlarının gümüşî izler bıraktığı kahverengi teniyle anneannem, beni kucağına yatırıp günlük gazeteleri okurdu. Kolalanmış pamuklu sarisinin kıvrımlarının içinde uzanarak dinlerdim. Teninin ılıklığıyla dinlerdim. Sanki binlerce güneş yutmuş gibi sıcacıktı. Üç yaşıma geldiğimde, artık ‘Prathipakshakakshikal Rajyasabha Niraskarichu’ gibi başlıklara dilim dönüyordu. Daha ne okuduğumu anlayacak yaşa gelmeden okumayı sökmüştüm.
Bu benim değil, sözcükleri avucunun içinde yuvarlayıp lezzetli lokmalara dönüştüren, sonra da nazikçe dilimin üzerine yerleştiren anneannemin marifetiydi.
——-
Hindistan’da, Kerala, Trivandrum’daki okulum, bir gün, Malayalam dilinde konuşurken yakalanırsak cezalandırılmamız gerektiğine hükmetti. Her kelime için 50 paise (Ç.N: Yaklaşık 2 kuruş). Sonradan bunun Hindistan’daki pek çok eğitim kurumunda alenen uygulanan yaygın bir ceza olduğunu öğrenecektim.
Öğretmenler bizim iyiliğimiz için, düşüncelerimizin polisliğine soyundular. Şahin bakışlarıyla dilimizin sürçeceği o kaçınılmaz anı gözlediler. Nihayet bekledikleri olduğunda da, öğretmenler odasına gitmemizi emredip, cezamızı okul günlüklerimize yazdılar: ‘Malayalam dilinde konuşmak. 7 kelime. Cezası 50 ps x 7 = 3.50 rupi.’
Şaşırtıcı olan, kulak kabartanların yalnızca öğretmenler olmamasıydı. Diğer öğrenciler, sınıf başkanları, öğrenci başkanları da ispiyonculuğa teşvik ediliyordu. Kusursuz bir İngilizce’yle ifade etmem gerekirse: ‘I’m going to tell so-and-so teacher what you just said.’ (Ç.N: Biraz önce ağzından çıkanları falanca hocaya söyleyeceğim.)
Ben suçluları yakalamakla görevlendirilmiş öğrencilerden biriydim. Yaptım da… Ama beni şikayet etmeyeceğinden emin olduğum arkadaşlarımın yanında Malayalam dilinde konuşurdum. Yakalandıklarında bazı öğrenciler öfkeyle karşılık verirdi, bazıları yalnızca bir omuz silkişiyle. Bazılarıysa ‘Lütfen, lütfen, lütfen, bir kereliğine, yalnızca bir kereliğine söyleme’ diye yalvarmaya başlardı.
Böyle böyle Malayalam, kaçakçılığını yaptığımız bir şeye dönüştü. Hızlıca ceplerimize sokuşturduğumuz ve kimse görmeden yutmaya çalıştığımız bir şeye… Ellerimizi ve dudaklarımızı kırmızıya boyadı; kıyafetlerimizin ceplerinde lekeler bıraktı. Gömleklerimizin beyazına boyasını sızdırdı ve annelerimizin, ninelerimizin sökmeye çalıştığı inatçı mürekkep izleri giderek yayıldı. Konuşamadığımız bütün kelimeler gözlerimizin ardına doldu taştı; söyleyemediğimiz herşey dişlerimizin arasında çürüdü ve okul koridorlarını pis kokularıyla doldurdu.
Asıl adaletsizlik, bir avuç çocuk gibi benim de İngilizce’yle kaplanmış dünyalarda büyümemdeydi. Sömürgecinin dili, her odasında deri ciltli lügatların bulunduğu evlere, İngiliz kütüphanelerine üye ailelere doğmuş bedenlerin elverişli topraklarına kolayca geldi, kök saldı ve orada zahmetsizce yeşerdi. Hem annem hem babam doktora yapıyordu; dedelerim üniversite hocası ve gazeteciydi. Tabii ki bunların hiçbiri kendiliğinden olmadı ama işte durum buydu.
Anne-babaları o işten bu işe koştururken birlikte oturup ders çalışmaya vakit bulamayan pek çok okul arkadaşım içinse İngilizce birazcık daha uzaktı. Bu çocuklar çok daha fazla çabaladılar, çok daha fazla ceza aldılar ve çok daha fazla utandırıldılar.
——-
Cezaların ne zaman sona erdiğini hatırlayamıyorum. Durumu öğrenmek için annemi aradım. Kendisi de dahil birkaç ailenin, cezaların neden bitmesi gerektiğiyle ilgili okul müdürüyle konuştuklarını söyledi. Hâlâ bitmesinin nedeninin bu olup olmadığını bilmiyorum.
2012 Mayısı’ndaysa, evimin yakınlarında bir okul, Malayalam dilinde konuştukları için 103 öğrencisinin her birine 1000 rubi para cezası verdi ve 80 kişiyi de okuldan kovdu. Bu 10 yıl kadar önce bizim aldığımız cezanın 2000 katı.
——-
Kendi varlığımızı cezalandırmaya devam ediyoruz. Kendi kanımız ve kemiklerimize uyguladığımız faiz oranları giderek artıyor. Bize ait olanları -tenimizin rengi, aksanımız, halkımızın hikayeleri, hayallerimiz- yeterince iyi bulmamaya, silinmesi gereken şeylermiş gibi görmeye devam ediyoruz. Tehlikeli biçimde harcanabilir şeylermiş gibi…
Ortaokulu bir İngiliz okulunda okumak bana inanılmaz ayrıcalıklar sağladı, aynı orta sınıf varlığım gibi… Pek çoğumuzu hâlâ çizmelerinin altında ezmeye devam eden savaşta, biraz daha fazla ganimete ulaşmama izin verildi.
Ben İngilizce’yi kendime göre ıslah ettiğimi, onu 400 yıl önce gırtlağımızdan aşağı zorla sokan imparatorlukların ağzına bir mermi gibi sürebileceğimi; oradan midelerine inip şiddetle, geri dönüşü olmaksızın yırtılacaklarını hayal etmeyi seviyorum. İyi günlerimde, bu hayale inanıyorum bile.
Bunu, yani imparatorlukların nasıl mutasyona uğradığını, onlara meydan okumanın ne demek olduğunu, burada düşünüyorum.
Ev diye bildiğim yerlerin bir dünya uzağında, yağmur beklentisiyle ağırlaşmış bu şehirde düşünüyorum bunları. Sevgililerimin ağızlarına bakıyorum. Aldıkları şekillere bakıyorum ve ‘Sen, bir mercan resifi gibi keskin dilinle, benim anlamı ifade ettiğim şekilde anlamı ifade edebilir misin? Ve sen, günün gri ışıklarını hapseden turkuvaz hızmalı, benim hangi parçamı işitiyorsun? Ya sen, uzun siyah saçlarını körelmiş makaslarla kestiğim, en son dolunay çıktığında kahkahalarla güldüğümüz, senin dilini konuşsaydım sana ne söylememi isterdin?’ demek istiyorum hepsine. Peki ya, benim dilimi konuşmasına rağmen, söylediklerimin tek kelimesini bile anlamayanlar?
Anneannem bizi terkedeli 10 yıldan fazla oldu. Eve gittiğimde, aynı onun yaptığı gibi, aynı koltuğa bacaklarım havada uzanıp, bir Malayalam gazetesi açıyorum; şafak vakti pirinç tarlasındaki bir turna kuşunun kanatları gibi… Okumaya çalışıyorum, ama artık çok fazla anlıyorum. Hemen durduruyorum kendimi.