10 yaşındaki Nebi: “Çok güzel yaşamak istiyorum ama şimdi güzel değil, çok yoruluyoruz” diyor.

MEYDAN

“Siz Hep Türkiye’yi Mahvettiniz”: Nefret Söyleminin Ekonomisi

Piyasada ucuz işgücü olarak görülen Suriyeliler yıllardır güvencesiz ve çok düşük ücretlerle çalıştırılıyor. İnsani çalışma şartları sağlanmadığı gibi ayrımcılığa da maruz kalıyorlar. Temel ihtiyaçlara ulaşmak için çalışan çocukların eğitim hakkı ise askıya alınmış durumda. Uygulanan hükümet politikaları da yetersiz kalmaya devam ediyor.

 

Yönetmenliğini Deniz Çınar Çabuk’un yaptığı Avcılık ve Toplayıcılık, Antalya’nın Kepez ilçesinde naylon ve kâğıt toplayıcısı Suriyeli ailelerin yaşamlarındaki çok kısa bir zaman dilimine odaklanıyor. Yaklaşık 8 dakikalık bu belgeselde, çocukları dinliyor ve onların tanıklıklarına açılıyoruz. Yaşları 8, 9, 10, 14 ve 17’den oluşan çocukların kâğıt ve naylon toplama sırasında başına gelenleri ve Kepez’deki yaşam deneyimlerini dinliyoruz. Kötü ekonomi politikaları ve göçmen karşıtı tutumlar sonucunda Suriyeliler, hem ucuz işgücü kaynağı hem de fahiş kiracı olarak görülüyor. Belgeselde bahsedildiği gibi, normalde “Suriyeliler olmasa kimse oturmaz” denilen bir eve ederinden çok daha fazla fiyatlar istenebiliyor. Gidecek başka yerlerinin olmadığı düşüncesiyle kiralar yükseltilerek kişilerin içinde bulunduğu zor durumdan faydalanılıyor.

 

 

Belgeselin esas odağında eğitim hayatına devam edemeyen çocuklar var. Biz olmasak herkes aç kalacak diyerek kâğıt ve naylon toplamaya çıkan çocuklar okula gidemiyor. Muhammed, bu süreçte en zor işin naylon toplamak olduğunu dile getiriyor. Daha önce çalıştığı inşaat işlerinde parasının verilmediğini, parasını istediğindeyse para yok denilerek kovulduğunu anlatıyor. İnşaatta harcadığı emeğin hiçbir zaman karşılığını alamayan Muhammed, herhangi bir yasal yola da başvuramıyor çünkü kayıtlı bir işçi değil. Bu durum bazı sektörlerde işverenlerin Türkiyeli işçilere nazaran Suriyelileri daha çok tercih etmesine neden oluyor. Suriyelilere nasıl olsa hak hukuk mücadelesine giremeyecek gözüyle bakılıyor.

 

Eşitsiz bir zeminde büyüyen çocuklar, eğitime ulaşamadıkları gibi sağlıklı yaşam koşullarına, temiz ve besleyici gıdaya da ulaşamıyor. Bunun yanı sıra 10 yaşındaki Nebi: “Çok güzel yaşamak istiyorum ama şimdi güzel değil, çok yoruluyoruz” diyor. “Bizim halimiz çok fakir” diyen Ahmed de “Bunları bırakırsak aç kalacağız” diyerek naylonları işaret eden Nebi de eğitimin onlar için nasıl öncelik olmaktan çıktığını anlatıyor. Hem çocuk işçi hem de Suriyeli olmaları ise onları daha “yaralanabilir” hale getiriyor. Judith Butler (2018)’ın kullandığı şekliyle “yaralanabilirlik” kavramı, tüm bireylerde bulunan ancak toplumsal alandaki güç eşitsizlikleri sebebiyle bir tarafın imtiyazlı, diğer tarafın imtiyazsız ve şiddete daha açık olmasıyla “farklı şekillerde paylaştırılan” (s.10) bir olgu. Belgeselde de gördüğümüz üzere, şiddete açık Suriyeli işçi çocuklar, mülksüzlüğü ve yersiz yurtsuzluğu her anlamda yaşayarak yaralanabilirliğe daha açık hale geliyorlar.

 

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2012-2016 arası verilerine (2017) göre, dünyada 152 milyon çocuk işçi bulunurken bunların 73 milyonu tehlikeli işlerde çalışıyor (s. 23). Ahmed, Elvin, Adem, Nebi, Muhammed ve Seyyid ise muhtemelen bu verilere dahil değiller. Çünkü onlar güvencesiz ve kayıtsız işçi sınıfındalar.. 2015 yılının verilerine göre, Türkiye’de kayıtlı çalışan Suriyelilerin sayısının en az iki katı kadar da kayıtsız işçi çalıştığı tahmin ediliyor (Erdoğan, 2018, s. 238). Suriyeli çocuk işçiler, yaptıkları işin zorluğu, tehlikesi ve eğitimden mahrum kalmalarının yanı sıra, kendilerine uygulanan ayrımcılığı da tüm çıplaklığıyla görebiliyorlar.

 

Ayrımcılık ve nefret söylemleri beraber işlemeye devam ediyor. Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası’nda nefretin örgütlenen bir duygu olduğundan ve “öteki” nefretinin kaynağının ülke sevgisinden geldiğini dile getiriyor. Ahmed’e göre, nefret söylemleri ülke sevgisi adına üretiliyor. “Ortak tehdit” ötekinden nefret etmek “saf bedenlerimizin kirletilmesi”nin de önüne geçiyor. Nitekim, Elvin’e söylenen “Siz hep Türkiye’yi mahvettiniz, siz gelmeyin, hadi Suriye’ye gidin ölecekseniz de ölün” cümleleri ve Ahmed ile Nebi’nin pazarda uğradıkları fiziksel ve sözlü şiddetler “ortak tehdit” algısının nasıl işlediğini bize gösteriyor. Yaralanabilirliğe açık hale gelen çocuklar, Sara Ahmed’in bahsettiği şekliyle “ortak tehdit” olarak görülüyor ve nefretin somut merkezi haline geliyorlar.

 

Kötü ekonomik koşullarda ulus devletler içerisinde bir “öteki” yaratılarak sorumluluğu bu başkasına atmak kolay yol gibi görünüyor. Sara Ahmed (2017) de “ötekiler[in] geldi[kler]i andan itibaren ulusal beden için bir incinme sebebi olarak yorumlanmaya başlan[dığını]” (s. 65) söylüyor. Suriyeli kâğıt toplayıcıları Antalya’ya geldikleri andan itibaren, Türkiye’nin “esas sahibi” konumundaki vatandaşlarını işsiz bırakıyor muamelesi görüyorlar. Kapitalist ekonomi sisteminin herdaim en ucuz iş gücünü araması ve bunu göçmenlere entegre etmesi ise görünmez bir cam gibi. Açlık, yoksulluk ve işsizlik ile mücadele, nihayetinde ulusalcılıkla birleşerek soluğu göçmenlerin yakasında alıyor. 

 

Gerek fiziksel gerek sözlü şiddet gerekse nefret söylemi üretilirken bunun altında yatan bir “memleket sevgisi” var. Sevgi adına işleyen nefret mekanizması karşısında Sara Ahmed’in (2017) şu soruları kıymetini koruyor: “Sevgi adına bir şeyler yaparken, aslında ne yapıyoruz?” (s.157) ve “Bir şeyin sevgi nedeniyle yapılmasının daha iyi olduğu neden varsayılır?” (s. 157). Ahmed’in bu sorularından hareketle sevgi adına ürettiğimiz tüm söylem ve eylemleri gözden geçirmek için iyi bir zaman olabilir.

 

Son olarak, belgeselde çocukların neredeyse tamamında başka bir Suriye tahayyülü bulunuyor. Çoğu, görmedikleri Suriye’yi merak ediyor ve bir gün geri dönmek istediklerini belirtiyor. Burada çok yorulduklarını ifade eden çocukların dilindeki “bizim vatan / sizin vatan” ayrımı ise kafalarının vatandaşlık ve haklar konusunda bir hayli karışık olduğunu ortaya koyuyor. Nurdan Gürbilek (2020), İkinci Hayat’ta sürgünü, evden uzak olmayı, yersiz yurtsuzluğu tartışırken “Bu dünyada insanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir…” (s. 25) diyor. Çocukların hissettiği bizim vatan-sizin vatan karmaşası da buraya dayanıyor. Yurtsuz olmanın dayanılmaz hafifliği Gürbilek’in de işaret ettiği gibi önce ona sahip olmaktan geçiyor. Bunun yanı sıra çocukların hem bedenen hem de ruhen ne kadar yorgun olduklarını fark etmek mümkün. Toplumsal alandaki nefret söylemlerini yaymak hiç güç değil. Üstelik bunu farkında olmaksızın da yapmamız mümkün. Türkiye’yi “mahveden” sosyo-ekonomik politikaların bedeli nefret söylemi aracılığıyla, burada Suriyeli işçi çocuklara olduğu gibi, hep bir “öteki”nin  üzerine kalabilirken olup bitenin, üretilip yayılan söylemlerin sorumluluğunu ve bu sorumluluktaki payımızı da hiç unutmamamız gerekiyor.

 

KAYNAKLAR

 

Ahmed, S. (2017). Duyguların Kültürel Politikası. (S. Komut, Çev.) İstanbul: Sel.

Butler, J. (2018). Kırılgan Hayat. (B. Ertür, Çev.) İstanbul: Metis.

Çabuk, D. Ç. (Yöneten). (2019). Avcılık ve Toplayıcılık.

Erdoğan, M. M. (2018). Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi.

Gürbilek, N. (2020). İkinci Hayat. İstanbul: Metis.

International Labor Office. (2017). Global estimates of child labour: Results and trends, 2012-2016. Geneva.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YDepremzede Çocuk Görselleri: “Mucize” Anının Politik Estetik Sorunu
Depremzede Çocuk Görselleri: “Mucize” Anının Politik Estetik Sorunu

Enkaz altında kalmanın travmasını tekrar tetikleyebilecek nitelikte olan görüntüler, insanların mahremiyetine saygı göstermeksizin üretilip tüketiliyor.

Bir de bunlar var

ABD’nin En Çok Aranan Teröristler Listesinde İlk Kez Bir Kadın: Assata Shakur
Bu Pakette Kadının Da Barışın Da Adı Yok!
Polis Sergide Değil Meydanda Belli Olur

Pin It on Pinterest