2022’de şimdiye kadar yaşadığım hayatın bütün açmazlarını iyice hissettiğim, karanlık yanlarımla da yüzleşmeye çalıştığım bir sürece girdim. Kendimi silkelemeye karar verip otomatik vitesimden çıkmaya başladıktan iki ay kadar sonra Asuman Susam’ın maili geldi: Oraya Kendimi Koydum isimli kitapta yer alıp almayacağımla ilgili bir çağrı. Kitapta yer alacak diğer şairlerin bazılarını tanıyordum, bazılarını sadece ismen biliyordum. “Bizim Hikâyemiz” isimli bir projedeki dokümanları belgesel şiir adı altında yeniden üretmekle ilgili bir projeydi bu. Aklıma ilk olarak, bunun etik olup olmadığı sorusu gelmişti. Mesleğim gereği dinlediklerime benzer şeyler dinleyeceğimden, bunları “şiir” gibi oldukça duyguyu çağrıştıran bir metin üzerinde yeniden işlemek nasıl olacaktı? Kendi kişisel hikâyemde sürekli neşeye ve mizaha tutunmamla nasıl yüzleşecektim. Feminist örgütlerde deneyimlediğim kapalı paylaşım gruplarındaki o kapsayıcı kucaklayıcılığa mı benzeyecekti bu yoksa duygusal olarak kaldıramayacağım bir yükün altına mı girecektim? En önemlisi, bunu kimin için yaptığım sorusunun cevabı neydi?
Yazıya başlarken kendi karanlığımı dile getirmem tesadüfi değil, çünkü şu zamandan geriye dönüp baktığımda sırların kolektif bilinçte yeraltından nasıl ilerlediğini, bazen ne kadar kurtarıcı olduğunu, bazen içimizi yakan alev toplarına dönüştüğünü ama alev toplarını küçük kıvılcımlara parçalayıp bölerek o yakıcılığı meşalelere dönüştürebileceğimizi biliyorum.
Aile sistemi aile sosyolojisinde yarı geçirgen bir form olarak tanımlanıyor, yani kendi iç dinamiği de olan toplumdan bazı açıklıkları koparabilen, bazılarını içine almayı reddeden bir sistem. Uzun zamandır bu bilginin topluluklara göre ne kadar değişebilir olduğunu düşünüyorum, hem zaten patriyarka bizi tanıyor mu? İçimize neleri aldığımızı, neleri bıraktığımızı, neyle yok olmak pahasına uğraştığımızı, koltukta öylece otururken içimizde patlayan yanardağları, yalanlarımızı ve tabi zehirlerimizi? Bilmiyor yazıp düzelttim, biliyor fakat kabul etmiyor. Aile sözleşmesinin içinde iktidar, sözleşmeye karşı gelecek kimseyi istemiyor.
Zeliha Dişçi, Ortaklıktan Çıkan Siyaset kitabında bunu şöyle aktarmış: “Sözleşmeyle yaratılan ama sözleşmeye bağlı olmayan tüzel kişiliğiyle egemenin yaralanmaz ve yenilmez soyut bir canavara dönüştüğünü gözlemleriz (d’Entreves, 1967: 105). Zira sözleşen insanlar “dil” sahibi, konuşan varlıklar olarak birbirlerine yanıt verebilirler. Yanıt verebildikleri için sorumluluklar alabilirler. Oysa sözleşmeye taraf olmayıp, herkesin ve her şeyin üzerinde olan egemenlik yanıt vermeme üzerine kuruludur. Yanıt vermek, karşılık vermek, bir kimsenin varlığını kendi varlığınla eşit seviyede kabul etmektir. Bu eşitlik, bütün varlıkların üzerinde konumlanan egemenliğe terstir. Egemen, tam da egemen olduğu için, yanıt veya karşılık vermek zorunda olmayan, buna hakkı olandır; eylemlerinden sorumlu olmamaya hakkı olandır (akt. Dişçi, Derrida, 2009: 86). Bu nedenle yanıt, mutlak egemenliğin en derin tanımı olarak “egemenliği bütün karşılıklılık vazifesinden koparan şeydir” (Derrida, 2009: 86).
Konuyu henüz egemene cevap verme aşamasına geçmediğimiz, kurulu dünya düzeninin anlaşılmaya çalışıldığı zamana, çocukluğa getirmek istiyorum. Çünkü belgesel şiirler için dinlenen hikâyelerde mutlaka bir yaş cetveli ile karşı karşıya kalıyoruz. Savunmasız zamanlarımızdan yüzleşmeye, bazen korkmaya ya da endişelenmeye, anlamsızlığa, susmak istemeye kadar giden bu cetvel bağ kurmayı sağlayan ipliklere dönüşüyor.
Çocukluğumda, halen görüştüğüm ortaokul arkadaşımla ailelerimizden bahsederdik. Sadece anne babalar değil, halalar, dayılar, büyükbabalar, komşular ama nasıl komşular “aile gibi”ler, “kaç yıldır tanıyoruz.” Buradan bakınca küçücük bedenlerimizle ilgili de neler söylenmiş, biz neleri dinlemiş, nelere göğüs germek zorunda kalmışız; dini hassasiyetleri olanları incitmemek, dişiliği ve erilliği toplumsal kodlarla yorumlamışların süslenme ya da süslenmeme baskısına karşı koymakla koymamak arasında makyaja ne zaman başlayacağımız, bacaklarımızı açarak oturursak kimlerin kimlerin neler anlayacağı, çevrenin içinde kendimizi nasıl yaşamamız gerektiği vb. şeyler yazmakla bitirilebilecek gibi değil. Bu kadar insanın çocuklar üzerinde çok şey söyleme hakkı varken, özgürlükle ilgili bir talep eğer çevre tarafından bastırılamayacaksa muhakkak engellenir. Nispeten özgürlükçü bir ailede iseniz de aile görevini yapmamakla suçlanır; çok rahat bıraktınız, erkek/kız gibi oldu, terbiye edemediniz’lerle dolu söylemler ailenin üzerine boca edilir.
Ergenlikte yoğunlaşan sosyal özerkleşmeyle birlikte (eğer bu konuda engellenmemişsek) aile sırları da yavaşça masaya dökülür. Bu iç döküm bana biraz tekinsiz hissettirmişti, bu sırları kimin iyiliği için gizlemem gerekiyor, kimden korunmaya çalışıyorum bilmiyordum. O yalnızlık hissinin parçalandığını, anlatmanın ferahlığını bu tekinsiz hisler eşliğinde keşfettim. Mervelerin evinde de böyle kavgalar oluyor, Ayşeler de arkadaşında kalamıyor, ben bazı konularda şanslıyım, bazılarında daha şanssız. Açıkçası genel olarak şanslı bir çocuk olsam da gizlilik hiyerarşisi içinde çok derinlere inmemeyi tercih ederdim. Çünkü “bu bir sır,” “anlatılırsa dünyam değişecek,” “dünyamı başıma yıkacaklar” ve hatta “hiç belli olmaz, belki de ekonomi çöker.” Çünkü “Sosyal ağın ve kimlik oluşumunun en etkili araçları ekonomi ve akrabalıktır” (Jan Assman). Şimdiki zamandan bakınca birey değil de bir şirketin güvenlik görevlisi gibi hissettiren garip suskunluk hali.
Bir taraftan ailelerin beyaz yakalı çocukları olarak -kelimenin tam anlamıyla beyaz yakalı ve taranmış saçlı- bizden beklenen hata yapmama, ailenin adını çıkarmama misyonunu da bir plaza çalışanı gibi görev edinmiş olmak, kendin olmayı ertelemek ve kendin olmayı belki de hiç başaramamak bizi, sırlarımızın sigortasız çalışan işçileri haline getiriyor. İstikrarını sürdürmekle görevli bir form olan aile şerefinin ekonomisini böyle açıklamak mümkün.
Anlatmak, burada politik bir şeye dönüşüyor. Anlatmanın kendisi sadece aykırılıkla ilgili değil karşılaşmayla da ilgili ve bu karşılaşma genellikle insanların kendi seçtiği kişilerle, bazen topluluklarla sağlanıyor. Kayıtları dinlerken ve belgesel şiir üzerine çalışırken bunu kimin için yaptığımı bilmem gerekmediği cevabını buldum, birinin sesini duyurmak gibi değil, dinlemek ve süslemek gibiydi.
Ana görsel: Elçin Acun, Blind Gaze serisinden, sanatçının izniyle
Kaynaklar
Zeliha Dişçi, Ortaklıktan Çıkan Siyaset, İstanbul: Otonom, 2020.
Jan Assmann, Kültürel Bellek, çev. Ayşe Tekin, İstanbul: Ayrıntı, 2015.
Deborah Lupton, Duygusal Yaşantı, çev. Mustafa Cemal, İstanbul: Ayrıntı, 2002.