Hani sinemaya “yedinci sanat” deriz. Klasik beş sanat olan mimari, heykel, resim, müzik, ve şiire 1911′de İtalyan sinema teorisyeni Ricciotto Canudo dans ve tüm bu sanatların birleşimi olarak sinemayı ekler.
Sinemanın bir de daha gizli, üzerinde pek düşünmediğimiz bir akrabası var: İğne işleri. Dikiş, dantel, kroşe, nakış, dokuma. Altta bu ilişkinin kısa tarihçesi ve bu tarihe – kasıtlı ya da kasıtsız – atıfta bulunan birkaç güncel işi derledim.
Lumiere Kardeşleri duymuşsunuzdur. Bildiğimiz, gidip oturup izlediğimiz sinemanın mucitleri. Edison’un üstte resmedilen Kinetoscope isimli makinesini gördükten sonra bu hareket eden görüntülerde bir iş olduğunu sezip “ama keşke bu görüntüleri bir perdeye yansıtabilsek de tek bir kişi yerine herkes görebilse” diyerek kendi makinalarını yapmaya koyulurlar. Ama Kinetoscope’un mekanizmasının buna yeterli olmayacağını, görüntülerin perdeye yansıdığında bulanık ve karanlık çıkacağını anlarlar.
Hikayeye göre, bir akşam Louis Lumiere uyku ve uyanıklık arası bu sorunu çözen mekanizmayı bulur. Aklına dikiş makineleri ve dikiş makinelerinin kullandığı “aralıklı mekanizma” (intermittent mechanism) gelir. Aynen isminin dediği gibi – işlem sırasında kısa bir süreliğine ara veren bir makina. Bildiğimiz sinemayı perdede izleyebilmemizi sağlayan en önemli etkenlerden biri. Ve Lumiere’ler bu fikirle birlikte Cinematograph’larını icat eder. İlk film kamerası ve ilk film projektörü (ikisi bir arada!). Sene 1885.
Ağır çekim dikiş makinası
Dikiş makinasındaki aralıklı mekanizma
Bir film projektörünün içi. Görüntünün sağında, yukarı aşağı hareket eden ve bir kareden diğerine geçişi sağlayan iğne görülebilir. İğne – ve film – dururken “shutter” açıktır, filmden perdeye ışık geçer ve görüntüyü sabit görürüz. Bu işlem saniyede 24 kere tekrar eder. İğne bir kareden diğerine geçerken bu hareketi görmemizi shutter engeller. Yani aslında sinemada “hareket eden” değil, saniyede 24 sabit görüntü görürüz ve beynimiz bunu hareketli olarak algılar.
1851′den beri dikiş makinası yapan Singer firması 20.yüzyılda film projektörleri de yapar.
Eski bir Singer dikiş makinası reklamı
Kendi 16mm projektörüm, halen güzel güzel çalışır.
Sinema tarihinin bir başka pek konuşulmayan yanı ise film yapımlarında kadınların rölü. Eski bir filmin künyesinde teknik işlere bakıp bir kadın ismi ararsanız çok kolay bulamazsınız. Bir istisna ile: montaj. Hollywood’un erkek yapımcıları bu film şeritlerini, film karelerini birbiri ile buluşturup yapıştırmayı yaratıcılıktan uzak, “yalnızca” teknik bir iş olarak görür, iğne işlerine – yani kadın işine – benzetir. Montaj sinema tarihinde kadınların öne çıkabildiği en önemli işlerden bir tanesidir ve sinema tarihinin pek çok önemli montajcısı kadındır: Dede Allen (The Hustler, Bonnie & Clyde, Dog Day Afternoon), Thelma Schoonmaker (Martin Scorsese’nin hemen hemen tüm filmleri) ve daha niceleri. Biz ne kadar az kadın yönetmen olduğundan dem vuralım, kadın görüntü yönetmeni bile halen azdır. Endüstride görüntü yönetmeni olarak çalışan kadın arkadaşlarım halen çeşitli seksist hareket ve hakaretlerle karşılaşıyor. Burada sinema hocalarına bir not: Öğrencilerinize kamera kullanımı öğretirken lütfen erkeklere hemen vermeyin, ellerinden azıcık alın şunları. İlla bir şeyi “yönetmek” zorundayız ya, bir de güya teknolojiden de “anlarız”, şımarık oğlan çocukları atlıyor kameraya hemen.
Yukarıda Dziga Vertov’un Kameralı Adam (1929) isimli filminden bir kesit. Vertov da dikiş ve montaj arasında bir bağlantı kurar. Kameralı adamın montajcısı (ve elinden film geçen) ise Vertov’un eşi Elizaveta Svilova. Montajın yaratıcı bir iş olmadığını zannedenlere sevgilerle.
Yukarıda Annabel Nicholson’un Reel Time isimli, 1973 yılında, Kuzey Londra’da sahnelediği film performansından bir fotoğraf. Nicholson film şeridini kendi Singer dikiş makinasından geçirir, filmi deler. Film dikiş makinasından projektörün içine girer, Nicholson’un filmi dikerkenki gölgesi ile perdeye yansır. Bu performans, film projektörden geçemeyecek kadar tahrip olana kadar sürer. “Expanded cinema” diye nitelendirilen, ekranı taşan, sinemanın içine girip hem fiziksel hem de düşüncesel olarak genişletmeye çalışan işlerin önemli bir örneği. Nicholson’un en ünlü performansı olan Reel Time hakkında söyledikleri:
“Dikiş makinası fikri az çok kazara ortaya çıktı… hatta neredeyse davetsiz bir şekilde geldi. Dikiş makinam çevremin bir parçasıydı, stüdyomdaki masamda duruyordu… sevdiğim bir şeydi, kullanmasını bildiğim bir şeydi. Film ve ekipmanları bana sonsuz sorunlar çıkarırken, işler umduğum gibi gitmezken… filmi dikiş makinesinden geçirme fikri bendeki korkuyu giderdi… filmi dikiş makinası ile bir araya getirmek bu durumu başa çıkabileceğim bir şey haline getirdi.”
Yukarıda linklediğim yazıda Felicity Sparrow ayrıca şu önemli noktaya değiniyor:
“Sınırlı ama öngörülemeyen süresi ve aktif seyircisi ile Reel Time “expanded cinema”nın en önemli örneklerinden. Ama pek az eleştirmen bu işin proto-feminist yanına dikkat çekti: domestik bir iş olan dikiş ile halka açık performansı birleştirmesi. Lumierelerin Cinematograph’ından 45 sene evvel icat edilen Singer dikiş makinası hem tanıdık bir ev eşyası, hem de kadınların evde ve ter atölyelerindeki gizli emeğinin güçlü bir sembolü; buna karşın film projektörleri, genellikle sinema seyircilerinin üzerinde ve arkasında gizli, kendi odası olan ve erkek makinistler tarafından çalıştırılan, erkek egemen eğlence endüstrisinin bir simgesi. Farklı cinsiyetleri sembolize eden bu iki aletin bu şekilde bir araya gelebilmesi zamanı için yenilikçiydi ve ardından gelecek olan feminist sanatçıların çığır açan işlerini öngörüyordu.”
Yukarıda Sabrina Gschwandtner’in Quilts in Women’s Lives isimli 2009 tarihli işi. Gschwandtner, New York’taki Fashion Institute of Technology’nin çöpe atacağı 16mm filmleri cam önüne yerleştirilmesi için örmüş. Kendi sözleri ile: “…Yalnızca renkler ile değil, filmlerin içerikleri ile de oynuyorum. Tüm filmin hikayesi ve elimde olan sahneler hakkında düşünüyorum. Tüm bu sahneler zaman odaklı olmaktan ziyade, üç boyutlu olarak birleşiyor.”
Üstte “aralıklı mekanizmalardan”, karelerin aslında projektörde tek tek sabit olduğundan bahsediyorduk, Jodie Mack‘in nefis Posthaste Perennial Pattern (2010) isimli filmini ekleyeyim dedim. Mack’in ismini belki duymuşsunuzdur; son bir senedir, hakkında bol bol yazılıp çizilen Let Your Light Shine isimli programı ile dünyayı dolaşıyor. Türkiye’ye de gelse?
Posthaste Perennial Pattern (2010) from Jodie Mack on Vimeo.
Mary Stark’ın işleri ise, projenin sitesinden daha detaylı görülebileceği gibi, biraz daha farklı – örgülenmiş film şeritleri, transparan bir yorgan gibi asılıyor. Bir projektörün ışığı, büyüteçlerin yardımı ile tüm bu karelerdeki sinemayı duvara aktarıyor:
A Gift of Sight/The Man Who Knew Too Little/That’s Entertainment/The Wonderful Lie, 2012 – Mary Stark
Bu eserin yapımını belgeleyen bir videoyu da ekleyeyim:
Tactile Cinema – Mary Stark weaves four feature films together from Mary Stark on Vimeo.
Bu yazıyı hazırlamamın birkaç nedeni vardı. Tabii ki biri baba “auteur”ler ile donatılmış sinema tarihindeki kadın emeğini azıcık ortaya çıkarmak. Diğer bir neden ise: son birkaç senedir ülkemizdeki insanların önemli bir kısmının elinde kameralar var ve tarihimizde ilk defa ciddi bir amatör sinema patlaması ile karşı karşıyayız. Çocuklarımızın ilk sözleri, bitmek bilmeyen kedilerimiz, protestolarımızdaki mutluluk ve vahşet, çeşitli şaklabanlıklar, yediğimiz içtiğimiz, artık hepsi cebimizde. Batının yavaş yavaş, 16mm ve çeşitli 8mm’lik filmler ile alıştığı bir duruma biz (klasiktir) bir anda girdik. Ve hem de bunun en yoğun ve görüntülerimizin aslında en değersizleştiği anda. Youtube’a her dakika 100 saat video yükleniyor. Facebook, Instagram, Vimeo, vs.’yi saymayalım bile. Ve bir fotoğraf albümü yerine, hatıralarımızı, etrafımızı, yüzlerimizi, emeğimizi ömrü üç dört senelik bilgisayarlarımıza, yarın ne halt yapacakları belli olmayan internet servislerine yüklüyoruz.
Olsun. Fark etmişsinizdir, sinema endüstrisinden bahsederken bir anda kendi çapında sinema ile uğraşan, sinema hakkında farklı düşünmeye çalışan insanlara geçtim. Amatör sinema patlaması hepimize bu olanağı sunuyor. Bunu internette de ortaya koyabiliriz, galeride de, sokakta da. Sinema için gerekli olan tek şey bir ekran ya da projektör. Ve aynen iğne işi gibi, bu işi hepimiz, yalnız başımıza, sermayesiz, patronsuz, sabırla, özenle yapabiliriz.
Memlekete döndük, memlekette bitirelim. Son iki video, söz. İlki Eytan İpeker’in ilk hikayeli kısa film denemesi. Kaybolmuş bir İstanbul’u görmeye çalışan, konumuzla derinden alakalı, her izleyişimde çok hoşuma giden Dantelacı. (Bir sinema hareketinin ismi olabilir, Dantelacılar.)
Dantelacı from Eytan Ipeker on Vimeo.
Sonuncusu ise altta. Youtube’un ülkemizdeki durumu belirsiz olduğundan ne olur ne olmaz kısa bir gif olarak ekliyorum. Bizim tarihin, eski Osmanlının ilk filmi. Hani şu Harvey Keitel’li Angelopoulos filmindeki. Yer Makedonya, sene 1905. Çekenler Manaki kardeşler, sonra bizim Sultanları da çekecekler. Despina nine örüyor, o örmeye başlarken bizde de sinema tarihi başlıyor. Bu tarih halen hepimizin elinde.