Oraya Kendimi Koydum’daki (Everest Yayınları, 2023) ‘orası’ neresi? Asuman Susam’ın can suyunu verip bir araya getirdiği, on bir şair olarak katkıda bulunduğumuz kitaba dair kendime sorduğum bu soruya iki cevap vereceğim. Bu cevapların yeni sorular yaratmasını; ben dahil şiir işçiliği yapan, belgesel şiirle ilgilenen ve/veya şiirin tadını çıkaran herkes için keyifli bir egzersiz olmasını umuyorum. Yalnız önce, Anita Sezgener’in kitaptaki “Lucy In the Sky With Diamonds” adlı şiirinin birkaç dizesi eşliğinde, ‘ora’nın neresi olmadığını not edelim.
Büyük boşluğun söylediği:
Büyük bir boşluk açıldı. Oraya kendimi koydum. Önce kendimi.
Sonra kızımı. O bunu görmedi.[i]
Oraya Kendimi Koydum’un adındaki (ve okuyucu olarak fikrimce, Sezgener’in şiirindeki) ‘ora,’ kitabı oluşturan belgesel şiirlerde seslerini ve sözlerini işlediğimiz kadınların öznelik pozisyonu değil.[ii] Yani kitapta yer alan “Yetiş Çinekop!” adlı şiiri, kendimi bütünüyle Tanya’nın yerine koyarak veya onun sesini duyurmak gibi (Tanya’nın sesini duyuramadığını varsayan) üstenci bir misyonla yapmadım. Tanya ve Bizim Hikâyemiz projesinin diğer katılımcıları, seslerini dokuz feminist araştırmacı ve gazeteci ile zaten paylaşmışlar; mülakat günü kaydedilen sözlü tarihlerini web sitesini ziyaret eden herkesle paylaşmaya devam ediyorlar. Bu yazının konusu şu: Şairi önce şiir ve sonra belgesel şiir işçiliğine götüren “büyük boşluk” ya da ‘orası’ nedir, nerededir? Bu bazen boşluk değil de mesafe veya fark olarak deneyimlendiği için (üçünün aynı şey olmadığını teslim ederek) yazının devamında ara sıra üçünün arasına / koyacağım.
Bir
Anita Sezgener’in şiirindeki ‘ora’nın pek çok anlama geldiğini seziyorum. Şiirde sesini duyduğumuz kadın kilo alan bedenin ruhu hafifletişinden; evliliğin, “‘Kenarda’ bir adamın varlığının”, para kazanma derdinin yüklerinden; kilo vererek ve evliliği bitirerek attığı yüklerden bahsediyor. Şiirde büyük boşluğun kaynağından, nasıl oluştuğundan söz edilmemiş. Belki de ben göremiyorum. Bugün bu yazıyı yazarken Sezgener’in dizelerinde şu boşluğu görüyorum: Bedenle ruh (veya bakış açınıza göre, zihin veya öznelik) arasında var olduğu illüzyonuyla büyüdüğümüz boşluk/mesafe/fark. Sosyal varlıklar olarak, zamanla-deneyimle hakikaten var edip ıstıraba dönüştürdüğümüz büyük boşluk.[iii]
Şiir tanımlaması imkânsız bir yazma ve okuma deneyimi. Şu Şiir İşçiliği başlıklı, 1967 – 1968 Norton Konferanslarının ilki olan, “Şiir Bilmecesi” oturumunun en başında Jorge Luis Borges de öyle diyor:
Tam da bu ilk konferansımın başlığında bir hata yaptığımı anladım. Yanılmıyorsam bu başlık, “Şiir Bilmecesi” ve vurgu da elbette ikinci sözcük, yani ‘bilmece’ üzerine. Bu yüzden bu bilmecenin çok önemli olduğunu düşünebilirsiniz. Ya da daha kötüsü, bu bilmecenin doğru yanıtını bir şekilde keşfettiğime inanmakla kendimi avuttuğumu düşünebilirsiniz. Gerçek şu ki, sunacak hiçbir keşfim yok. Yaşamımı okuyarak, yazarak (ya da yazmayı deneyerek) ve keyif alarak geçirdim. Sonuncusunun içlerinde en önemlisi olduğunu anladım. Şiirin “tadını çıkarmak,” şiir hakkında vardığım nihai sonuç.[iv]
Ben Borges’in hata yapmadığını, konferansı bizimle (o günkü dinleyicileri ve gelecekteki okuyucularıyla) bir oyun oynayarak açtığını düşünüyorum. Belki de hata yaptı ve bu hata bilinçdışının hem onunla hem bizimle oynadığı bir oyundu. Her halükârda “Şiir Bilmecesi” başlığı şiirin bir bilmece olduğunu söylüyor. Şiirle ilgilenmenin tek yolu da şiir denen bilmecenin tadını çıkarmak.
Bu da beni şairlere dair vardığım, nihai olmayan sonuca götürüyor: Şairler şiir deneyimi esnasında (yazarken ve okurken), tarihin ve dilin öznesi oldukları gerçeği ile ölümlü bedenleri arasındaki (sosyal ve tarihsel olarak yaratılmış) boşluğu/mesafeyi/farkı aşabilen, daha doğrusu o boşlukla oyunlar oynayabilen işçiler.
Biraz daha yukarıdan bakarsak (meta düzlemde) Madde Bütünü’nün bir parçası olan şair içeriktir, şairin benliği ve benliğinden dökülen yazı ise biçimdir (maddenin aldığı bir biçim/form) diyebiliriz. Ve şair farkında olsa da olmasa da bu ilişkiyle oynar ve oyunları dile döker. Dolayısıyla şiir yazarken kendimi koyduğum, çalıştığım ve oyunlar oynadığım ‘orası’, varlığını ve yokluğunu aynı anda hissettiğim, Ben’le Beden (bir öznenin bedenini de içeren Madde Bütünü), içerik ile biçim arasındaki boşluk/mesafe/fark.[v] Sezgener’den alıntıladığım son dizedeki, boşluğa koyulduğunu görmeyen “O” benim için, ‘orada’ olduğunun farkında olmadan (en keyiflisi!) oynayan ve yazan şair.
Hem bütün varoluşun bir parçası (okyanusun bir damlası) olduğunu hem ayrı bir benlik, yazan bir özne olduğunu hisseden şairin işçiliği, bu iki karşıt duygudan sentezlenen, diyalektik bir işçiliktir. Böylece şiir en terbiyesiz (kural tanımayan, terbiye edilemeyen) yazı türü olarak varlığını sürdürür: Şiirin tadı, içeriğin ve biçimin bütünlüğünden çıkar. Daha doğrusu ‘iyi şiir’ diye bir şey varsa, içeriği ve biçimi şaire ve okuyucuya ayrılmaz bir bütün olarak yaşatan şiirdir.
Şiir çözümlemeye çalışırken analizin ayağı yere bassın diye içerik ve biçimi ayıranlar, karanlık ormanın derinliklerinde kaybolur. Bu her zaman olumsuz bir durum değildir tabii ki; bazen o kayboluşları okumak da keyifli. Öte yanda, Borges’in vardığı “tadını çıkarmak” sonucuna dayanarak, işin başından kayıp bir özne ve madde olduğunu kabul edip karanlıkta oynamaktan ve oyunlarını paylaşmaktan keyif almak da şairlik eylemektir.
İki
Elde var şiir işçiliğinin temelindeki deneyimsel diyalektik. Belgesel veya (Sade Yaşadığımız’da [Nod Yayınları, 2020] yaptığım gibi) etnografik-belgesel[vi] şiirde ise ötekiler, başka özneler ve bedenler oyuna katılıyor. Bu esnada yazan kişi, çoğu zaman hâlâ tek bir şair. Şair kendini, yukarıda tasvir etmeye çalıştığım ‘ora’ya koyup diyalektik bir iş olarak şiir üretiyorsa, belgesel şiirdeki ötekiler nerede konumlanıyor? Yaptığımız somut işe, Oraya Kendimi Koydum’a gelirsek Bizim Hikâyemiz projesinde yer alan kadınların hikâyeleri, şairler olarak altına imza attığımız şiirlerin neresine düşüyor?
Eserleri henüz Türkçeye çevrilmemiş Muriel Rukeyser’dan sonraki kuşakta, belgesel şiirin öncülerinden olmasına rağmen çok az tanınan Heimrad Bäcker,[vii] “Belgesel Şiir” başlıklı kısa bir deneme yazar. Nazi Almanyası belgelerinden yaptığı şiirlerdeki alıntı [quotation] pratiğine ve belgesel şiire dair, genelleyici olmayan bir açıklama sunar.[viii] Bu belgelerde, bürokratik bir şiddet eylemi olan dil, kendi iç formülünü sürekli yeniden üretir ve “Son Çözüm [Final Solution]” tabirindeki gibi (soykırımı ve katliamı “Son Çözüm” kelimeleriyle ikame ederek) Nazi failleri ve Yahudi mağdurları gizler. Bäcker’in alıntılarında (şiirlerinde) parça parça yer alan bu dil, neredeyse hiç değiştirilmeden şiir kitabının parçası olur. Tıpkı William S. Burroughs’un 1965’te The Paris Review’a verdiği söyleşide cut-up (parçalara ayırma) tekniği ile ilgili dediği gibi, Bäcker de yaptığı seçimlerin, alıntıların ve bunların sıralanmasının ne kadar büyük bir müdahale olduğunu; şairin şairliğinin o seçimlerde olduğunu not eder. Şiirlerinin siyasi ve edebi amacına dair ise, yeni bir çerçeve/yapı içinde, edebi bir çalışmayla ve niyetle sunduğu Nazi dilinin kendi kendisini ele vermesini amaçladığını ifade eder. Radikal ikameler yoluyla işleyen Nazi dilinin parçalarını edebi bir metin olarak, Nazilerin siyasi ideallerinden kopmuş bir biçimde sunarak aslında olduğu şeyi açığa çıkarmaya çalışır: Nazilerin Yahudilere uyguladığı şiddeti, soykırımı ve soykırımın adımlarını (“Son Çözüm” gibi sadece Nazi dilinin ve ideolojisinin içinde anlaşılır olan tabirlerle) radikal bir biçimde ikame eden bir zırva/tuhaf bir sesler bütünü [gibberish].[ix]
Oraya Kendimi Koydum’u oluşturan alıntı pratiği ise kendine has bir açıklama veya açıklamalar gerektiriyor. Kitabın malzemesi olan seslerin ve sözlerin sahibi her yaştan ve arka plandan gelen, şairler olarak çoğunun hikâyesiyle zaman zaman özdeşleştiğimiz kadınlar. Kendileri de kadın olan şairlerin, başka kadınların sesini ve sözünü alıntılaması ne amaca hizmet ediyor?
Güncelliğini yakıcı şekilde koruyan İkinci Cins’te Simone de Beauvoir, kadın olma deneyimini diyalektik ve haliyle tarihsel bir süreç olarak tasvir eder. “Kadın doğulmaz, kadın olunur.”[x] Erkek 0’dır, kadın 1’dir. Yani ‘insan’ kavramı ve varoluşsal birimi, tarihten bağımsızmış, cinsiyetsizmiş gibi görünen erkek olma deneyimi tarafından tanımlanır. Başka bir deyişle, erkeklik içeriktir (insan olmanın içeriği, özü, hammaddesi), kadınlık ise bir biçim.[xi]
Bäcker’in şiiri üzerine de yazan Patrick Greaney, Walter Benjamin’in “diyalektik görüntüler” kavramıyla bağdaştırdığı, sanatta alıntı pratiğiyle ilgili “Alıntı kapanmış gibi görünen vakaları yeniden açar.” der.[xii] Demek ki bizimhikayemiz.org sitesinde belgelenmiş ses kayıtlarını ve transkriptleri (ses kaydı dökümlerini) yeniden açarak ve şiir haline getirerek şunu yaptık: İçerik/insan olmanın kendisi değil, insan olmanın bir biçimi olarak görülen kadınlık deneyimlerini yeni bir biçime taşıdık. İkinci (sözlü tarih projesini de katarsak belki üçüncü) bir katman yarattık.
Şimdi yazarken anlıyorum ki 2020–2021 yıllarında dokuz feministi, kadınlık deneyimlerini bir sözlü tarih projesi ile kaydetmeye teşvik eden birinci katmanın kendi kendisini ele vermesini ummuşum. Şiir katmanının o ilk katmanı görünür kılmasını istemişim: Erkek egemen ve eril düzende kadın olmanın hâlâ bir biçim olduğu gerçeğini; insan olmak ile kadın olmak arasındaki (bazen hissetmeyip bazen dibine kadar hissettiğimiz) büyük boşluğu/mesafeyi/farkı.
Son
Miray Çakıroğlu’nu ve ilk refleksimi kırmayıp bu yazıyı yazarak Borges’in “şiirin tadını çıkarma” tavsiyesini hiçe saymış oldum. Sanki düzyazı şiiri fazla deşti, sona doğru tadımı kaçırdı ve belki okuyucunun da tadını kaçırdı.
Kitaptaki “Bir Kız Bir Erkek” adlı şiirinde Monica Papi, hikâyesini paylaşan 1965 doğumlu bir kadınla birlikte şöyle diyor:
Ortaokulu bitirdim, liseyi
Hep İzmir’de. Hep yürüyüş mesafesinde.
Yani çok uzağa gidemiyoruz.
İ p l e r k ı s a[xiii]
Oraya Kendimi Koydum’da erkeklikle kadınlık, insanlıkla kadınlık, içerikle biçim arasındaki ipleri esnetmeye, uzatmaya, sarıp yumak yapmaya, çeşit çeşit örmeye ve keyfimiz öyle istediğinde kesmeye kalkışmışız gibi görünüyor. Bu yazıyı bitirdikten ve uzun süre ekrana baktığınız her seferden sonra temiz hava almanızı, birkaç gün sonra da kitabı açıp bize katılmanızı ve (zorlayan tatlar dahil) şiirin tadını çıkarmanızı tavsiye ederim.
[i] Susam, Asuman. 2023. Oraya Kendimi Koydum. İstanbul: Everest Yayınları, s. 27.
[ii] Belma Fırat’ın geniş bir alan açan sorularıyla Punctum Dergi için yaptığımız söyleşide, belgesel şiirde şairin ve seslerini dönüştürdüğü kişilerin diyalektik olarak kurulan öznelik pozisyonlarına dair daha detaylı yazmıştım.
Fırat, Belma. 2023. “Oraya Kendimi Koydum (Şairlerle Söyleşi).” Punctum Dergi. https://www.punctumdergi.com/post/oraya-kendimi-koydum.
[iii] Yakın zamanda şiir işçiliğinin diyalektiğini şiirde aktarmaya çalıştığım, iş başı (Orlando Art, 2024) adlı üç şiirlik minimal bir kitap yayımladım. Bkz: https://www.shopier.com/ShowProductNew/products.php?id=24931035.
[iv] Borges, Jorge Luis. 2020[1967–1968]. Şu Şiir İşçiliği – Charles Eliot Norton Konferansları 1967 – 1968. İstanbul: Ketebe Yayıncılık, s. 11.
[v] ‘Ben ve Beden (öznenin bedenini de içeren Madde Bütünü)’ derken René Descartes’ın yazdığı, Batı felsefesinin kökenindeki zihin – beden ikiliğinden bahsetmiyorum. Bedenli ve bilinçli insan olma hali üzerine teori geliştiren tüm öğretilerde farklı biçimlerde yorumlanan ilişkisellikten bahsediyorum—Zen Budizmi [Çin kökenli Chan/Zen Budizminin Linji okulu] geleneğinden gelen Thich Nhat Hanh’ın arada-oluş [interbeing] anlayışından, Baruch Spinoza’nın (herhangi) bir varoluş kipi olan insanı da içeren Doğa/Allah anlayışına ve Lacancı (Jacques Lacan) psikanalizdeki, ötekiler ve Öteki ile ilişki içinde özneye dönüştüğümüz iddiasına kadar. Bu teorilerin bazıları bir boşluktan/mesafeden/farktan veya ötekiler’den söz edilemeyeceğini, bütün varlığın ve hiçliğin Bir ve Bütün olduğunu söyler. Lacancı psikanalizde ise dilde ve sosyal olarak öznenin ötekilerle ilişkiyi ve Öteki’yi deneyimleyerek kurulduğu, deneyimlediği için de bunun kavramsallaştırılması ve analiz edilmesi gerektiği ön kabulü vardır.
[vi] Her etnografik eser belgeseldir. Zira etnografik araştırma yoluyla toplanan hikayeler, sözler, deneyimler (tüm veri) de bir tür belge oluşturur. Ama her belgesel eser etnografik değildir. Örneğin Oraya Kendimi Koydum’da, Bizim Hikayemiz projesini yapan dokuz feminist araştırmacı ve gazetecinin yaptığı mülakatların ses kayıtlarını veya transkriptleri (ses kaydı dökümlerini) kullandık. Veya Heimrad Bäcker’in Nazi Almanyası belgelerinden yaptığı şiirlerdeki gibi, belgesel şiirin malzemesi yalnızca arşivlenmiş bürokratik belgeler olabilir. Bkz: Bäcker, Heimrad. 2004 [Almanca orijinalinin basım tarihi 1986]. Tutanak [orijinal adı transcript]. Dünya Yayınları.
[vii] Bäcker, Heimrad. 2004 [Almanca orijinalinin basım tarihi 1986]. Tutanak [orijinal adı transcript]. Dünya Yayınları.
[viii] Bu metin iki dilli (Almanca ve İngilizce) bir kitap olarak No Press tarafından, sınırlı sayıda basılmıştı: Bäcker, Heimrad. 2014. Documentary Poetry. Çevirenler Jacquelyn Deal ve Patrick Greaney. “Şimdinin-Zamanı ile Dolu Bir Geçmiş” başlıklı Sonsöz’ün yazarı Sabine Zelger. Oregon, ABD: NO Press. https://derekbeaulieu.ca/2014/02/02/new-from-no-press-documentary-poetry-by-heimrad-backer/.
[ix] Paragrafın tümü [İngilizce çeviriden yaptığım çeviri bana aittir]: “Eğer bu dili tutarsam, bu dilde ısrar edersem, bu dili bir kitabın içindeki metin olarak sahnelersem (şunu demek istiyorum: bu dili tam olarak kullanıldığı gibi ama edebi bir niyetle okuyucunun tefekkürüne sunarsam), [kitapta] yer aldığı ilişkisel yapı bu dili yeni bir sistem içinde, görünmek istemediği şekilde görünür ve tanınır hale getiriyor: radikal bir ikame pratiğiyle işleyen bir dil olarak. Ben bu dilin yadsıdığı şeyi yadsıyorum ve eğer bu iş amacına ulaşırsa, sonuç şu olur: Metnin bu yeni konumu, [orijinal] metnin kendisini ele verir, dilbilimsel kabukları düşer. Artık idealizmin yabancılaştıramadığı olay açığa çıkar. Nerede konumlandığı tanımlanır, yapısı görünür olur: miras alınmış kavramlar cephanesini yağmalayarak, o kavramları kullanarak insanları baştan çıkaran ve işlevini yerine getiren bir zırva / tuhaf bir sesler bütünü [gibberish].”
[x] de Beauvoir, Simone. 1973. The Second Sex [İkinci Cins]. New York: Vintage Books, s. 301. Türkçesi: de Beauvoir, Simone. İkinci Cinsiyet. Çeviren Gülnur Acar Savran. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. https://press.ku.edu.tr/kitap/ikinci-cinsiyet/.
[xi] Butler, Judith. 1986. “Sex and Gender in Simone de Beauvoir’s Second Sex [Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’inde Cins ve Cinsiyet].” Yale French Studies 72: 35–49. https://doi.org/10.2307/2930225.
[xii] Greaney, Patrick. 2014. Quotational Practices: Repeating the Future in Contemporary Art [Alıntı Pratikleri: Çağdaş Sanatta Geleceği Tekrar Etmek]. Minneapolis ve Londra: Minnesota Üniversitesi Yayınları, s. 7.
[xiii] Susam, Asuman. 2023. Oraya Kendimi Koydum. İstanbul: Everest Yayınları, s. 43.
Ana görsel: Hilma af Klint, The Swan no. 14 – 1914-15.