Mara Lorenzio’ya ne oldu?

SANAT

Şifacı, Tecavüzcü Ve Kült

 

10 seneden fazla oldu. Alejandro Jodorowsky’e hayranlıkla başlayan ve şifa sanatlarıyla sinemanın sağaltıcı gücünü idealize eden bir tarafım vardı. Bütün bunların kötücüllüğü de kapsayan karmaşık insanlık halinin bir parçası olduğunu görmemle birkaç sene önce o naif yanıma veda ettim. Tecavüzün güç uygulamayla beraber masumiyet çalma denemesi olduğunu da o arada öğrenmiş bulundum. Tam da o dönemde Leonard Cohen, öte dünyadan gelen sesiyle “senin şifacı olman, benim kırık ve banal olmam demek. Sen zafer sahibiysen, benim utanç sahibi olmam gerek,” dedi.

 

Tesadüftür ki, kolektif çapta hastalıklardan geçtiğimiz bir dönemin hemen başında, Jodorowsky’nin şifacılığının cin çıkartırken kadınları taciz eden hocalarınkinden farklı olmadığını ben de öğrenmiş oldum. Oturup bir erkek “kahraman”ı/auteur’u daha kaybetmenin hayal kırıklığını yazmaya başlamıştım ki salgınla alarma geçen gündemde alakasız kalacak endişesiyle bir kenara bıraktım. Ama o arada şöyle şeyler olmaya başladı: Tanınmamış bir zilyon tacizci/tecavüzcü vakasına ek olarak, kendi çaplarında ünlü birer erkek akademisyen, oyuncu ve mizahçının tacizkar ve saldırgan foyaları kadınlarca meydana serildi. “Feminist” bir felsefe profesörü, Sara Ahmed’e feminist keyif törpüsü gibi kadınları özgürleştirici/güçlendirici görüşleri yüzünden “tarikat lideri” deme gafletinde bulundu, trans aktivistlere karşı da çıkardıkları sesten dolayı “tarikat”, “sürü” gibi ifadeler kullandı. Bütün bunların kesişiminde benim için Jodorowsky de var. E bir de Altyazı’da Jodorowsky’nin şifacı sinemasına bir methiye yayımlandı. Vesileyle ben de aylar önce başladığım yazıya geri dönüyorum.

 

Sen De Mi Jodorowsky?

Birkaç gün önce önüme düşen haberi hala sindirmeye çalışırken, “hayran”lık müessesesinden geçeli çok oldu diye düşünüyordum. Bir sanatçıya karşı hayranlığın içinde büyümeyi ve temas kurmayı reddeden bir yan da var sanki. Hayran olan, olunanı kimi zaman ebeveyn yerine koyuyor, kimi zaman bir yıldız uzaklığıyla idealleştirip, nesneleştiriyor. Her haliyle aslında gerçek bir bağın ve anlamlandırma mekanizmasının kurulamayışı var galiba burada. İçimdeki derin hayal kırıklığının da aslında bir hayran körlüğünden kaynaklandığını söylemeyeceğim ama hayır. Yine de ilintili.

 

 

“Kült film” dediğimizde aslında filmin kendisinden değil, seyircilerinin daha doğrusu hayranlarının, filme biçtiği bir konumdan bahsediyoruz. Özetle, bir film kültse seveni de müridi oluyor. Mesela, bu bağlamda El Topo (Alejandro Jodorowsky, 1970), bir tarikat (“cult”!) ayiniymişcesine seyredilen film kategorisine en uygunlardan biri olabilir. “Acid western” denen janrın isimlendirilmesini sağlayan filmden bahsediyoruz ne de olsa. LSD alıp sinema salonunda örneğin, altıncı kez 2001: A Space Odyssey (Kubrick, 1968) seyrederken “birlik bilinci”nin boyutları arasında gezen seyirci toplulukları vardı bu yıllarda. Rivayete göre bir sene boyunca böyle bir camianın her gece New York’ta bir sinema salonunu doldurduğu bir de El Topo. John Lennon’un ayıla bayıla dağıtım haklarını satın aldırdığı El Topo. Kendisi de kült bir ikon statüsündeki Denis Hopper’ın çok sevdiği El Topo. Jodo’nun yönetmenliğini, senaristliğini, prodüktörlüğünü ve hatta müziklerini yaptığı, aynı zamanda da oğluyla beraber başrollerinde oynadığı El Topo. “Bugün yedi yaşındasın. Artık bir erkeksin. İlk oyuncağını ve annenin resmini yak,” diye başlayan El Topo. Çöllerde anima ve animus koşturan El Topo. Hem Freud’lu ve Jung’lu (oraya da başka bir yazıda geleceğim) hem de çeşit çeşit dışlanmışların ve ezilmişlerin kucaklandığı El Topo. İçinden dışından merhamet, vahşet, tuhaflık, burjuvazi eleştirisi, anarşi ve psikanaliz akan El Topo. Beni sinemanın şifasına inandıran El Topo.

 

Okuduğunuz güzelleme sizde yabancılaşma uyandırıyor olabilir, biraz da o yüzden film “kült”. Malum tarikat üyelerini hep garipseriz. Ben de doktora yaptığım zamanlarda sanırım Jodorowsky’nin müritlerinden biriydim. Doktorada beraber çalıştığımız arkadaşlarım da ben de yıllarca filmlerden beslenmiş, sinema araştırmaları okumuş insanlardık ve “hiç bilmediğimiz tarzda bir sinema” varmış duygusunu bir dolu sinefil gibi biz de unutmuştuk. El Topo’nun DVDsinin piyasaya sürülmesiyle Jodorowsky, 70’lerden taze taze çıkagelmişti karşımıza. Hollywood’un en ateşli eleştirmeni, neredeyse Eisenstein gibi hem yönetmen hem teorisyen denebilecek kabiliyette, yarı Şilili, yarı Rus, komünist, sonsuz şefkati filmlerinden ve Artaud’la beraber kuramlaştırdıkları vahşet tiyatrosundan menkul, sürrealist, şair, şifacı, çizgi romancı, tarot ustası ve bildiğim en egzantrik yönetmenlerden birisiyle tanışmıştık.

 

On sene sonrasına flashforward yapalım:

 

Öğrencilere 1930’lar ve 40’lar Hollywood stüdyo sistemi ile Hays’in ahlakçı kodlarını anlatırken, bir önceki akşam Weinstein’ın 23 sene hüküm giymesi haberini almanın verdiği heyecanla prodüktörlere giydirip duruyordum. It Happened One Night (Frank Capra, 1934) seyrettirmiştim hemen öncesinde, Capra’nın cinsiyetçiliğine de öğrenciler saydırıyor. Olay sadece stüdyo sistemi değil, filmi bir kişiye ait gibi gören kemikleşmiş “auteur” yaklaşımı dedik sonra. Zira daha bir hafta önce tecavüzcü Polansky’e ödüller verilmiş, biricik Adèle Haenel buna karşılık ödül salonunu terkedip “bravo pedofile” diye bağırmış, biz ise o haftasonu Elif Rongen-Kaynakçı ile auteurcü yaklaşımın ataerkilliğini didik didik etmişiz.

 


Mara Lorenzio, El Topo için Jodorowsky’nin kendi penisinin bir replikası olarak tasarlanan fallus heykeline doğru yürürken.

 

Film kadar çok yönlü ve güçlü bir sanat formunu bir tek insanın yaratıcılığına atfeden yaklaşım ister istemez o insana tanrı muamelesi de yapacaktır. Yönetmen egosu biraz da ondan çekilir dert değil. Kaldı ki kanon dikkatinizi çektiyse hep erkeklerden mütevellit, belki arada bir çeşit olsun diye konan Agnès Warda, Chantal Akerman ya da Jane Campion hariç. Ama ben kendi derslerimle hesaplaşmaya geri dönüyorum, daha doğrusu dersten çıkarken kafamda dönenleri 5Harfliler’e yazacak oluyorum: “Derslerimdeki film listelerinde stüdyo filmlerine olabildiğince az yer versem de, auteur’lerden tam olarak vazgeçemedim. Tacizi, kapital sahibi olmalarından mürekkep prodüktörlere yakıştırıyoruz. Weinstein’a oh çekiyoruz ama ‘entelektüel ve bağımsız’ auteurler de benzer yoldan geçmelerine rağmen hala takdir ediliyor. Hatta kendi adıma tacizciliği bilinen yönetmenlerden uzak dursam da, bir Vertigo (Alfred Hitchcock, 1958) ya da Europa (Lars von Trier, 1991) derslerin film listelerinde araya girebiliyor. Tam da bu yüzden müfredatta stüdyo sistemini sorguladığım kadar auteur yaklaşımını da sorgulamam lazım.” Sonra yüksek lisans dersime hazırlanmaya başlıyorum. Önceki haftalardan Freud ve Lacan’la içleri şişmiş öğrencilere artık neden fallus merkezli psikanalizi terketmemiz gerektiğini anlatacağım. O arada İngiltere’de bir meslektaşımdan Jodorowsky’nin bir röportajında El Topo filmindeki tecavüz sahnesine dair söylediklerini okuyorum. Kanım donuyor:

 

“Tecavüz sahnesini çekmek istediğim zaman Mara’ya (oyuncu) onu döveceğimi ve tecavüz edeceğimi açıkladım. Aramızda duygusal bir ilişki yoktu çünkü bütün kadın oyuncuların kontratlarına yönetmenle sevişmeyeceklerine dair bir madde koymuştum. Hiç konuşmamıştık. Hakkında hiçbirşey bilmiyordum. Kameraman ve teknik ekipten bir kişiyi daha yanımıza alıp çöle gittik. Başka kimse yoktu. Dedim ki: ‘Prova yapmayacağım. Sadece bir kez çekeceğiz bu sahneyi çünkü tekrarı imkansız.’ Sonra Mara’ya döndüm: ‘Acı incitmiyor. Vur bana.’ Vurdu. ‘Daha güçlü vur.’ Ve bana olanca gücüyle vurmaya başladı, öyle ki kaburgamı kıracak kadar. Bir hafta canım yandı. Bana kendisini yormaya yetecek kadar uzun süre vurduktan sonra ‘Şimdi sıra bana geldi. Kameraları çalıştırın.’ Ve ben gerçekten…. ben gerçekten…. ben gerçekten ona tecavüz ettim… Ve o çığlık attı. Daha sonra bana önceden tecavüze uğramış olduğunu söyledi. Görüyorsunuz, El Topo ona tecavüz edene kadar karakter frijit. Sonra orgazm oluyor. O yüzden de o sahnede taştan bir fallus gösteriyorum. O orgazm oluyor ve erkeğin cinselliğini kabul ediyor. Ve Mara’ya da gerçekte bu oldu.”

 

Bu röportajın tarihi, filmden bir sene sonrasına 1971’e dayanıyor. Film, 4K restorasyonu nedeniyle 2020’de tekrar gösterime girmeye başlıyor, bu gösterimlerin bir kısmı bahsettiğim meslektaşımın da inisiyatifiyle iptal ediliyor. Yine de bu röportaj bunca zaman hem DVD’nin yorumlar kısmında hem Jodorowsky’nın kitabında yer aldığı halde nasıl oluyor da tepki çekmiyor? Jodorowsky New York’taki bir gösterimin bu gerekçeyle iptalinin ardından özür açıklaması yapıyor. Aslında tecavüz etmediğini, daha önce o yönde konuşmasının sebebinin insanları kışkırtmak olduğunu ve yaptığının sorunlu olduğunu iddia ediyor. Ama hadi diyelim “gerçekten” tecavüz etmedi ve “tecavüz” konusunu hafife aldığı için de pişman, ya bunun Mara Lorenzio’yu şifalandırdığını iddia etmesi? Ya kadın karakterin daha önce orgazm olmayışını erkeğin cinselliğine itaat etmeyişine bağlaması? Ya önce kendisini dövdürtürken canının yanmadığını kanıtlayıp Lorenzio’nun gücünü elinden alması? Ardından kadını bıraktığı o çaresizliğin içinde tecavüzü “gerçek”-leştirmesi. Kurmaca ile hakikat arasında oynayan yüce ve sağaltıcı bir sanat idealiyle kendi toksik fantazi dünyasını bizlere yutturması. Daha önce tecavüze uğradığını ifade etmiş bir kadının psişesiyle sanatı ve şifacılığı adına olanca kibriyle oynaması. Peki ya bir kadına kadın orgazm olana dek tecavüz etme safsatalarından beslenmesi?

 

Sürrealist bir yönetmen kendi hayatının (hatta filmde kendisiyle beraber oynayan oğlunun) gerçeklik boyutuyla sinemanın gerçeklik boyutunu karıştırabilir elbet. Şifacılığın da verdiği egoyla gerçekliği tamamen kendisinin yarattığına da inanabilir elbet. Kurmaca ile hakikat arasındaki sınırı bilerek bulandırmak, bir kurmaca filmin tek yaratıcısı muamelesi gören birisine de yakışır elbet. Ama bulandırılan sınırlar arasında bir başkasının gerçekliğinin ve bedeninin sınırları olduğunda “rıza”nın da gerçekliği sorgulanır oluyor. “Deha”yla sosyopatlık arasındaki sınırlar da birbirinin içine geçiyor ama dahilik bir “auteur”e elbette daha çok yakıştırılıyor. Tecavüze son anda da olsa, rıza göstermiş göründüğü için belki de Lorenzio bu konuda hiç açıklama yapmadı. Belki kendisini suçladı manipülasyon sonucu da olsa, bile bile tecavüze evet dediği için. Acaba bir sene boyunca sinemalarda oynayan bu filmi kendisi sonradan seyredebildi mi? Jodo’nun göğsünü gere gere “ben ona gerçekten tecavüz ettim” açıklamalarını okudu mu? Ona tecavüz eden sinemanın şifacı olduğunun iddia edilmesiyle mesela kendisinin hiçbir zaman şifalandırılamayacak kadar kırılmış ve bozulmuş olduğuna mı inandı? En azından kamusal alanda hiç konuşmamış konuyla ilgili. Başka da filmde oynamamış görünüyor. “Şaman” ve kült yönetmenimiz son filmini kendi şifacılığı hakkında yaptı. Peki Mara Lorenzio’ya ne oldu?

 


Mara Lorenzio tecavüz sahnesinde

 

Jodorowsky tecavüzü “sinemasının gereği” gibi işlemişken ve bu haliyle -mesela Woody Allen gibi- iş ve özel hayat ayrımına takıntılı orta sınıf ahlakına dahi sığınamazken, Londra ve New York’ta filmlerinin gösterimleri iptal edilirken, biz burada daha fazla reklamını yapmayalım. Psychomagic, A Healing Art’ın DVD’sini seyredip haddini ve hakikati saldırganca aşan bir “şifacı”-auteur’e hala paye vermektense, Cohen’den “sen daha fazla karanlık istedin, biz ateşi söndürdük” dinlemeyi tercih ederim. Hatta size de aynısını tavsiye ederim.

 

 

Ana Görsel: El Topo

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ENGLISH

YHealer, Rapist and Cult
Healer, Rapist and Cult

What ever happened to Mara Lorenzio?

SANAT

YBen Uçtum Sen Kaldın
Ben Uçtum Sen Kaldın

Görmediği babasının mezarını ve hatırasını arayan Mizgin Müjde Arslan’ın kamerası dizinsel ile temsil dışı/dolaylı bir aralıkta yolculuk ediyor.

SANAT

YKadınların Sinema Tarihini Yazmak – 2. Bölüm
Kadınların Sinema Tarihini Yazmak – 2. Bölüm

Bizim arşivde de benimsediğimiz politika, tanınmış sinemacılara değil, unutulmuş isimlere, daha da ihmal edildikleri için özellikle kadınlara ağırlık vermek.

SANAT

YKadınların Sinema Tarihini Yazmak
Kadınların Sinema Tarihini Yazmak

Lumiere’ler "sinemanın babaları"ysa, tabii ki Alice Guy'ı da bunun karşısına koyabiliriz ama bence aradığımız çıkış yolu bu olmamalı.

Bir de bunlar var

ortadoğu’nun en demokratik ülkesi israil mi?
“Kim Oluyorsun Sen?” Yazar Leylâ Erbil ve Yazmayı Bırakan Üç Kadın Karakteri: Nermin, Neslihan, Zenîme
Beyaz Atlı Prens / Yelkenkanat Prenses

Pin It on Pinterest