Carl Tanzler ve ölümsüz aşkı Helen de Hoyos’un hikayesini duymuş muydunuz?
Carl Tanzler cinleri tepesinde, Alman bir radyolog. 1933 yılında çalıştığı hastaneye gelen tüberküloz hastası genç bir kadına ancak zihnen hasta birinin kabil olacağı biçimde tutuluyor. “Daha önce rüyalarımda benimle konuşan genç kadın işte buydu, saçları da aynı böyleydi” diye düşünüyor, içindeki cüceler dans etmeye başlıyor ve Helen’in iki sene kadar süren tedavisi boyunca kadına saplantılı bir aşk beslemeye devam ediyor. Üstelik tedavi süresinde genç kadının başkasıyla evlenmesine, arada bir çocuk bile kaybetmesine rağmen, Tanzler vazgeçmiyor, “Bu kızın herhalde bende gönlü yok,” demiyor.
Kızcağızın yaşamı boyunca Tanzler’in ilgisine karşılık vermediği biliniyor, ama zaten Tanzler’le Helen’in akıl donduran aşkı da ancak genç kadın veremden öldükten sonra tam manasıyla başlıyor. Bir gece Tanzler Helen’in naaşını, üstelik kadın öldükten iki sene de sonra, mezarından kaçırıp evine oyuncak bir vagonla naklediyor.
Ben akıl hastalığının romantize filan edilmesine kıl olurum, o yüzden Tanzler’in sinsi planının uhrevi türden bir aşkın sonucu olduğunu iddia eden yazılar okuyunca tepem attı. O kadar “Ay çok romantik,” yorumu okuyunca birden şu minik yazıyı bir Tansaş alışveriş fişi objektifliğinde devam ettirmek istedim ama o da pek mümkün olmadı. Ne diyeceğim, polis tutanağı gibi “Bayan şahıs ele geçirildi” mi yazacağım? Ama okuduğum haberlerin istisnasız hepsi vıcık vıcık bir “Ölümsüz Aşk” temasının etrafında dönüyordu. Şapşal gazetecilerin kandırığına gelmemek lazım: Aşktan daha ölümsüz bir şey var hayatta, akıl hastalığı. Yeri geliyor insan torununa bile hediye ediyor, nesilden nesle geçen eşsiz bir bela. Hep söylüyorum, bildiğimiz haliyle dünya sona erdiğinde ayakta kalanlar hamamböcekleri, polyester kumaş ve akıl hastalığı olacak. Akıl hastalığını pembeye boyamayınız. Şeker de dökmeyiniz, kapı önüdür.
Sonuç itibarıyle Tanzler içinden ne hissediyor ve düşünüyorsa, Helen’in naaşını evine almasını takip eden yedi sene boyunca, kadıncağızın bu dünyadaki hazin kırıntılarına gerçek bir eş muamelesi yapıyor. Yıkıyor, giydiriyor ve süslüyor, çürüme kokusu dayanılmaz hale geldiği zaman parfümlüyor ve tabii ki onunla pazar kahvaltıları yapıyor. Bir süre sonra Helen’in inatla hiçliğe karışmaya çalışan vücudunu biraz daha elinde tutmak için plasterle kaplamaya, aslından gittikçe uzaklaşan bir Delilik Anıtı’na çevirmeye başlıyor. Hatta seneler süren bu rezil balayı polise giden ihbarlar sonucunda bitip de Helen’in kalıntıları otopsi masasına gelince doktorlar farkediyorlar ki, Tanzler’in Helen’in bedenine yaptıkları sadece görüntüyü düzeltmekle kalmamış. Tanzler, cesetle seks yapabilmek için çeşitli yollarla ve ev ekonomisi ödevi özeniyle, Helen’e bir vajina da inşa etmiş. (Bu ayrıntı hepimizi mahvetti, ama inanın gerekliydi) Olaylı bir tutuklamanın ardından Tanzler yargılanmış, genç kadının senelerce istismar edilmiş naaşı da, hakettiği gibi, rahatsız edilmeyeceği bir yere gömülmüş.
Fakat Tanzler hapisten çıktıktan sonra hemen uzaklara taşınıyor ve bu sefer tamamen kendi imkanlarıyla yarattığı, içinde insanın kırıntısı olmayan İkinci Helen’iyle yaşamaya başlıyor. Tanzler’in kendisi 1950’lerde öldüğünde, bu papier mache figürün yanında yatıyormuş. Fotoğrafta gördüğünüz, Tanzler’in evine yapılan ilk baskında ele geçirilen ve “yittikçe tamamlama” tekniğiyle oluşturulmuş, gitmesine bir türlü izin verilmeyen Helen’cik. Huzurla toza dönemeyen, seneler boyu kendinden santim santim uzaklaşmış zavallı kızın, zavallı naaşı:
Helen’in Tanzler’in ellerinde ne hallere geldiğini göstermesi için, bir de hayattayken çekilmiş fotoğrafı:
Son olarak: Konu bu kadar acayip olunca herhalde il sınırından çıkmadan “Bu ne? Neden?” diye sormanın hiç bir anlamı yok. Bu gördüğünüz de müzenin birinde Carl Tanzler’in kadının mezarına girmeden önceki halinin mumyayla ölümsüzleştirildiği bir sahne.
Neden? Çünkü. “Adamın kadını mumyalaştırmasını temsilen dev bir mumya yaparsak bu olaydan ders çıkarmayı başarabiliriz.” Veya “Senin gibi ruh hastaları arayıp bulsun da sitesine koysun diye.”
Tuşe.
(Bu yazı daha önce 93 Numara‘da yayınlanmıştır.)