Pulitzer ödüllü yazar Junot Diaz’ın The New Yorker’da yayımlanan The Silence: The Legacy of Childhood Trauma başlıklı yazısının çevirisidir.
Sevgili X,
Geçen hafta Amherst’e döndüm. Oraya son gidişimin ve seninle tanışmamın üstünden seneler geçti. Tekrar görüşeceğimizi umuyordum, gözlerim hep seni aradı ama gelmedin. Kısacık sohbetimizde gururla New York’tan bahsettiğini hatırlıyorum; belki de geçen zamanda şehre taşınmıştın veya işin vardı ya da benim Amherst’e geldiğimi duymamıştın. İmza kuyruğundaki halini, sessizliğini, gerginliğini iyi hatırlıyorum. Bana yazılarını göstereceğini veya bir edebiyat ajanı bulmana yardımcı olmamı isteyeceğini sanmıştım. Ama hayır, senin sorun kitaplarımda geçen cinsel istismarla ilgiliydi. Alçak sesle, bunların benim de başıma gelip gelmediğini sordun.
Beni gafil avladın.
Keşke o zaman sana dürüst olsaydım, ama bir şey demeye çok korkuyordum. Hem korkuyordum hem de maskeme sıkı sıkıya sarılmıştım. Bir ton zırvayla seni başımdan savdım. Kitaplarını imzaladım. Sen bir şey söyleyeceğimi umuyordun ama benden tek kelime çıkmayınca hayal kırıklığıyla oradan ayrıldın. Hayal kırıklığından da öte, terk edilmiş gözüküyordun. Bir şey diyebilirdim ama bunun yerine sıradaki kişiye dönüp gülümsedim. Gözümün ucuyla senin sırt çantanı yerden alışını, kitaplarını yerleştirmeni ve gidişini izledim. İmza günü sona erdiğinde Amherst’ten, senden ve sorduğun sorudan yeterince hızla uzaklaşamadım. Her zaman nasıl yaptıysam öyle kaçmıştım halbuki. Ölüm beni kovalıyormuşçasına. Birkaç gün boyunca içim içimi kemirdi; kendimi ele vermiş olmaktan korkuyordum. Ama sonra o tanıdık unutma refleksi imdadıma yetişti. Her şeyi dibe ittirdim. Gömdüm. Her zaman olduğu gibi.
Aslında hiçbir zaman gerçekten unutmadım. Ne aramızda geçen konuşmayı ne de senin hayal kırıklığını. Omuzların çökmüş şekilde salondan çıkışını.
Biliyorum yıllarca geciktim ama— sana cevap vermediğim için üzgünüm. Sana doğruyu söylemediğim için çok üzgünüm. Senin için üzgünüm; ve kendim için de. Dürüstlük ikimizin de işine yarayabilirdi. Beni (ve belki seni de) pek çok acıdan kurtarabilirdi. Ama o zamanlar korkuyordum. Hala korkuyorum—korkum kıtalarca ve aralarındaki okyanus kadar—ama yine de konuşacağım; çünkü, Audre Lorde’un bize öğrettiği gibi, sessizliğim beni korumayacak.
X,
Evet, bunlar benim de başıma geldi.
8 yaşındayken biri bana tecavüz etti. Tamamen güvendiğim bir büyüğüm.
Bana tecavüz ettikten sonra, ertesi gün yine gelmem gerektiğini yoksa başımın belaya gireceğini söyledi.
Çok korkmuştum ve kafam allak bullaktı; ertesi gün yine gittim ve yeniden tecavüz etti.
Olanları kimseye anlatmadım, ama bugün sana anlatıyorum.
Ve dinlemek isteyen herkese.
O ihlal (violación)… Bana çektirdiklerini anlatmam için dünyada yeterince sayfa yok. Tüm gezegen hokkam olsa yetmez. Bu pislik benim gezegenimi ortadan ikiye yardı, yörüngemden dışarı, uzayın ışıksız, hayatın mümkün olmadığı yerlerine fırlattı. Açıkça söyleyebilirim ki beni neredeyse yok ediyordu (que casi me destruyó). Sadece tecavüzler değil, devamında gelen ıstırap, acı, kendini suçlama, tiksinti, çaresizce her şeyi saklama ihtiyacı. Çocukluğumun ağzına sıçtı. Ergenliğimin ağzına sıçtı. Dominikli olmanın, göçmen olmanın, hatta Afrika kökenli olmanın da ötesinde, beni tanımlayan şey tecavüzüm oldu. Yaşamak için gerekli olan enerjiden daha fazlasını ondan kaçmaya harcadım. Neden mücadele etmediğim, neden tecavüz esnasında ereksiyon olduğum ve bu ihlali hak etmek için ne yapmış olabileceğim sorularıyla hınca hınç doluydu kafam. Ve hep korku içindeydim—tecavüzün beni ‘mahvettiği’, ‘ifşa olacağım’ korkusu; korku korku korku. Çünkü ‘gerçek’ Dominikli erkekler asla tecavüz edilmezler. Ve eğer ‘gerçek’ bir Dominikli erkek değilsem o zaman hiçbir şey değildim. Tecavüz beni erkeklikten, sevgiden, her şeyden men etti.
Öncesindeki çocuk—hatırlamak çok güç. Travma bir zaman yolcusu, ouroboros gibi geçmişe uzanıp ondan önce gelmiş geçmiş her şeyi yutar. Geriye parçalar kalır. Kodlamayı, Brown Ansiklopedisi’ni, pastelonları ve New Jersey’deki mahallemin ötesinde başka neler olduğunu keşfetmek için çıktığım uzun yürüyüşleri sevdiğimi hatırlıyorum. Geceleri rengarenk rüyalar görüyordum, çoğunlukla Yıldız Savaşları ve benim Tatooine’im olan Azua’daki (Dominik Cumhuriyeti) hayatımla ilgili oluyordu bunlar. Daha yeni yeni bu İngilizce konuşan beni tanımaya, onunla dost olmaya başlıyordum ki onu kaybettim.
Artık uzay üssü rüyaları yoktu, Azua yoktu, ben yoktum. Sadece daimi bir yanlışlık hissi ve şiddetli ihlalin katlanılmaz hatırası vardı.
11 yaşımda hem depresyon hem de kontrolsüz öfkeden mustariptim. 13’ümde aynaya bakamamaya başladım—yanlışlıkla aksimi gördüğüm birkaç seferde sanki zehirli bir deniz anası suratıma çarpmış gibi kapanıyordum. (Ne görüyordum? Suçu ve dehşetli değersizliğimi. Biri bana uzun uzun bakarsa ya kaçıyor ya da kavgaya giriyordum.)
14’ümde babamın silahlarından birini şakağıma dayadım. (Birkaç senedir ortalıkta yoktu, ama cömert babam bazı ateşli silahlarını bırakıp öyle gitmişti.) Evde belalıydım. Okulda belalıydım. İnanamayacağınız derecede kuvvetli duygusal savrulmalar yaşıyordum. Kimseye olanları anlatmadığım için ailem benim böyle biri olduğumu sanıyordu—melun bir manyak (un maldito loco). Diğer çocuklar birilerinden hoşlanır ve ilk öpücüklerini deneyimlerken ben kafamı duvarlara vurduracak kadar eziyetli tecavüz kabuslarıyla baş etmeye çalışıyordum.
Tabii hiçbir zaman yardım almadım, terapi görmedim. Dediğim gibi, kimseye söylemedim. Benimki gibi büyük bir ailede—beş çocuk—ne kadar dibe batarsanız batın, kaybolmak kolaydı. Depresyon dönemlerimin birinden sonra annemin bana dua etmeyi önerdiğini hatırlıyorum. Gülmedim bile.
Tamamen koptuğum dönemlerden arta kalan zamanlarda elime ne geçirirsem okuyordum, bir de, günlerce Dungeons & Dragons oynuyordum. Unutmaya çalışıyordum ama asla unutamazsınız ki. Geceleri en fenasıydı—rüyalar o zaman ortaya çıkıyordu. Kardeşlerim, babam, öğretmenlerim, yabancılar ve arkadaş olmak istediğim çocukların bana tecavüz ettiği kabuslar. O korkunç rüyalar esnasında dilimi öyle sert ısırıyordum ki ertesi sabah banyo lavabosuna kan tükürüyordum.
Zaman hızla akıp gitti, bir bakmışım her şeyden kalıyorum: sınavlar, dönemler ve sınıflar. Önce okulumun özel ve yetenekli öğrenciler programından atıldım, daha sonra da iyi sınıftan. Sıramda oturur, ya kestirir ya da Stephen King okurdum. Bir noktada okula gitmeyi tamamen bıraktım. Okul arkadaşlarım benden uzaklaştı, mahalle arkadaşlarım bir türlü ne olduğunu anlamıyordu.
Lise sonda herkes üniversite kabullerini alırken ben başka bir yola saptım: kendimi öldürmeye çalıştım. Ağır bir depresyonun ortasında, bir gün, okuldaki çok tatlı bir kıza tutuluvermiştim. Birkaç hafta keyfim yerine geldi; eğer bu kız benimle çıkarsa, benimle sevişirse tüm musibetlerin yok olacağına inanmıştım. Artık kabus görmeyecektim. Sürekli Excalibur’u izliyordum, yani mucizevi dönüşüm fikrine kapılmıştım. Sonunda ona çıkma teklif edecek cesareti bulduğumda ve o beni reddettiğinde, dünyanın kapıyı suratıma temelli kapattığını hissettim.
Ertesi gün, abimin kanser tedavisinden arta kalan 3 kutu kadar hapı yuttum.
İşe yaramadı.
Peki bir sonraki gün neden tekrar denemedim?
Çünkü postayla tek üniversite kabulüm gelmişti. Hiçbir yere gitmeyeceğimi sanıyordum, haber beklediğim bir üniversite kaldığını unutmuştum. Kabul mektubunu okurken, sanki dünya kapıyı azıcık da olsa aralamış gibi geldi.
Kendimi öldürmeye çalıştığımı kimseye söylemedim. Diplere gömdüğüm bir şey daha…
İnsanlara üniversitenin beni kurtardığını söyler dururum. Bir bakıma doğru. Rutgers, evimden otobüsle sadece bir saat uzaklıktaki bu yer, eski hayatımdan o kadar uzaktı ve içinde öyle gerçek fırsatlar barındırıyordu ki uzun zamandır ilk defa güven duygusuna yaklaşan, ümide açılan bir şeyler hissettim.
Bilmiyorum mesafeden mi, kendime duyduğum dipsiz nefretten mi, yoksa intihar sonrası çaresizce hayata tutunma çabasından mı, okulun ilk senesinde kendimi baştan yarattım. Üçüncü senemde liseden herhangi bir insan beni tanıyamazdı. Koşu yapıyor, halter kaldırıyor, aktivizmle uğraşıyordum, hatta kız arkadaşlarım oluyordu, ‘popüler’ sayılırdım. Rutgers’da sadece tecavüzü değil, tecavüz edilmiş o çocuğu da gömdüm—ailemden kurtuldum, çektiğim ıstıraptan, depresyondan, hatta intihar denemelerinden bile. Rutgers’dan önce olduğum her şeyi kaskatı bir normallik maskesinin arkasına hapsettim.
Bir kere o maskeyi takınca, emin olun, dünya üzerindeki hiçbir kuvvet onu benden alamazdı.
Maske güçlüydü.
Ama herhangi bir Freudcunun söyleyeceği gibi travma maskeden güçlüdür, gömülemez ve yokedilemez. Usanmaz bir hortlak gibi, hep peşinizden gelen bir hayalettir. Kabuslar, bir anda beliriveren o geri dönüşler, saklanma, şüpheler, kafa karışıklığı, kendini suçlama, intihar düşüncesi—tüm bunlar ben ailemi, mahallemi ve yüzümü gömdüm diye yokolmadılar. Üniversite hayatım boyunca. Yüksek lisans boyunca. Çalışma hayatım boyunca. Özel hayatım boyunca. (Yazılarıma da sızdı; ama hakikatin yazıyla nasıl kolaylıkla ötelenebileceğine şaşarsınız.)
Ne mesafeler koştuğum, neler başardığım, kiminle olduğumun hiç önemi yoktu; hep peşimdeydiler.
Amherst’teki sohbetimizde samimiyet (intimacy) bahsettiğimi hatırlıyor musun? Sanırım samimiyetin tek evimiz olduğunu söylemiştim. Sürekli samimiyetten dem vurmam, yazmam süper ironik değil mi? Hep hayalini kurduğum ama hiç elde edemediğim bir şey. Kendini açmayı reddederek, bir maskenin arkasına gizlenerek sevmek zor iş.
Üniversitede ilk defa bir kadınla beraber olduğumda ‘işte bu’ dedim, ‘tamamdır’—kurtuldum. Geçmişte olduğum her şey artık silinecek, korkunç rüyalarım beni rahat bırakacak. Ama dünya böyle işlemiyor. Birbirimize bayağı tutulmuştuk, sürekli tek kişilik üniversite yataklarında yan yanaydık. Peki ne oldu? Hiç sevişmedik. Bir kere bile. Yapamadım. Sevişmeye her yaklaştığımızda bir anda kafamın içinde beliriveren, maruz kaldığım ihlalin mide bulandırıcı anları önümü kesiyordu. Elbette, ona anlatmadım. Sadece beklemek istediğimi söyledim. Mazeretlerime inanmadı, sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama ona tek kelime etmedim. Sessizliği korudum. Bir yıl kadar sonra ayrıldık.
Başka bir kadınla daha kolay olur diye düşündüm fakat öyle olmadı. Çabalıyordum. Bekaretimi kaybetmem üniversitenin üçüncü senesini buldu. Onu ilkin yaratıcı yazarlık dersinde gördüm. Eski hippilerden, dünya tatlısı biriydi, çok iyi yazıyordu ve yüzünde bir dövme vardı. İlk defa yatağa girdiğimizde bana bakir olup olmadığımı sormadı bile; elbisesini çıkardı ve bir anda oluverdi. Neredeyse kurban kesecektim.
Ama işlerin o kadar kolay ilerlemeyeceğini bilmem gerekirdi. J’yle 2 sene beraber olduk, ben sürekli bir performans içinde saklanıyordum. Maske güçlüydü.
Eminim ne kadar boka batmış durumda olduğumu sezmişti, ama tahminim, bunu tipik bir kenar mahalle manyaklığı olarak kodlamıştı. Fena halde abayı yakmıştı. Beni evine, ailesiyle tanıştırmaya götürdü; onlar da beni sevdi. İlk defa sağlıklı bir aile görüyordum. Sanırsınız bu iyi bir şey olacak.
Hayır. İlişkimiz sürdükçe ve ailesinin bana olan sevgisi büyüdükçe her şey daha da katlanılmaz bir hal aldı. Benim gibi birinin kaldırabileceği, katlanabileceği yakınlık bir yere kadar, en kısa zamanda fıymam gerekiyordu. Uzun süreli depresyonlarım oluyordu, o zamana dek içtiğimden daha fazla içiyordum, özellikle de tatillerde, onların en mutlu olduğu zamanlarda. Bir gün, sebepsiz yere, kendimi ‘ayrılmamız lazım’ derken buldum. Bunu tetikleyen hiçbir şey olmamıştı. Sınırıma varmıştım sadece. Bir önceki gece gözlerim çıkana dek ağlamıştım (o zamanlar hiç ağlamazdım). Ondan ayrılmak istemiyordum. İstemiyordum. Ama sevilmeye katlanamıyordum işte. Görülmeye.
‘Neden?’ diye sordu. Neden?
Ve hiçbir cevabım yoktu.
Ondan sonra C geldi—Dominik Cumhuriyeti’nde pek çok STK ile mahalle çalışmaları yapıyordu. Daha sonra B—St. Thomas’lı ve İsa’nın yeniden yeryüzüne geleceğine inanan Protestanlardandı. İkisi de yürümedi. Ama ben denemeye devam ettim.
Üniversiteden yüksek lisansa, oradan da Brooklyn’e hayat böyle devam etti. İnsanın gözünü korkutacak derecede akıllı kadınlarla tanıştım, beni sağaltacakları inancıyla yakınlaştığım her seferinde korku yeniden içimde tırmanmaya başlardı—ya öğrenirlerse—maskem parçalanıyor gibi gelirdi ve o zaman kuvvetli bir kaçma, saklanma güdüsü ele geçirirdi beni, ta ki geri dönülmez yola girene, yani sevgilimi kaçırana veya kendim savuşana dek. Onun bununla yatıp kalkmaya da başlamıştım. Düzenli ilişki uyuşturucusu yetmiyordu. İçerdeki yaranın ayaklanıp beni yutmaması için daha kuvvetli vuruşlara ihtiyaç duyuyordum. Sevişmeyi beceremeyen kenar mahalle zencisi artık herkesle yatıp kalkan zenciye dönüşmüştü.
Saklanıyordum ve içiyordum. Sıkça spor salonundaydım ve kadınlarla takılıyordum. Örnek evler kuruyor, sonra kurduğum gibi terk ediyordum. Tipik travma psikolojisi: yaklaş ve çekil, yaklaş ve çekil. Ve süreçte birilerinin canını yakıyordum tabii. Depresyonlarım aylarca çöreklenirdi içime; o karanlıkta, içimde intihar güdüsü biterdi solgun ve ölümcül. Silah taşıyan arkadaşlarım vardı; onlara hiçbir sebeple, asla silahlarını evime getirmemelerini tembihlerdim. Bazen dinler, bazense dinlemezlerdi.
Nasılsa hala yazıyordum—benden farklı olarak, sadece birazcık istismar edilmiş Dominikli genç bir erkek hakkında. Tam bir playboy olduğu için hiçbir ilişkide tutunamayan biri. Mükemmel sahte hikayeyi örüyordum. Ve biz, Afrika kökenli Latin Amerikalı erkekler (Afro-Latinx) zaten toplumda cinsel tehdit unsuru olarak görüldüğümüzden, çok az insan kurgumun satır aralarındakileri görebiliyordu: Afro-Latin erkekler aslında, çoğunlukla, cinsel tehdit altındadırlar.
Yüksek lisansı bitirmeden hemen önce Brooklyn’e taşındım ve ilk hikayemi yayınladım: Dominikli bir oğlan, suratı yenmiş, parçalanmış bir başka oğlanı ziyarete giderken yolda cinsel tacize uğrar. (Evet, gerçekten.) Çılgınca ama kader sonunda yüzüme güldü, edebi piyango vurdu. Hikayem bana bir edebiyat ajanı ve bir kitap anlaşması kazandırdı, The New Yorker’da yazım çıktı ve ilk kitabım Drown yayımlandı, hiç satmasa da basında herhangi bir genç yazarın görmesi gerekenden fazla ilgi gördü. Başkası olsa o talih kuşunu hiç bırakmazdı, benim içinse öyle olmadı. Kesinlikle bilinmek istiyordum, bir şekilde gerçek çehremi göstermeyi arzuluyordum ama fırsat elime geçtiğinde yapamadım; bilakis maskeyi yuvalarından iyice sıkıştırdım. Drown’dan sonra New York’ta kalabilirdim; bunun yerine Syracuse’a kaçtım, karın hiç durmadan yağdığı ve tecritin doymaz bir açlıkla ne bulursa yuttuğu o yere. Yazmayı bıraktım.
Yazmadığım o yıllara koca koca edebi kariyerler sığardı. O dönemde S’yle tanıştım. Eğer ‘Siyah Güzeldir’in bir sözcüsü olsa o olurdu. S, ilişkiyi yürütmek için bin yıllık aile tarihini çöpe atmaya hazırdı. Ama farketmedi, hiç sevişemiyorduk. Bir anda beliriveren o geri dönüşler en çok neresi acırsa oradan vuruyordu. Deneyene kadar kiminle sevişip kiminle sevişemeyeceğimi bilemiyordum. S bir başkasını buldu ve onunla evlendi. Ben başka kadınlara geçtim. Yıllar geçti. Maskeyi hiç çıkarmadım, hiç yardım almadım.
Merkez bir süre dayandı. Bir süre.
Kimse sonsuza dek saklanamaz. Bir an gelir, hakikati bastıran mekanizmalar çalışmaz olur. Kaçışlarınız biter, çıkışlarınız biter, taktikler tükenir, talih kuşu uçar gider. Eninde sonunda geçmiş yakanıza yapışır.
Biriyle tanıştım: Y. Drown’dan 11 yıl sonra yayımladığım romanımın anlatıcısı Yunior’un büyük aşkı Lola’ydı; çünkü gerçek hayatta büyük aşk yaşıyordum ve adı Y idi. Hayallerimin femme-matadoruydu. Devlet okuluna gitmiş, Washington Heights’ta büyümüştü, eşşek gibi çalışıyor, hiçbir kavgadan kaçmıyor ve harika Ochún dansı ediyordu.
Anında birbirimize tutulduk. Sanki atalarımız bizi birleştirmişçesine. Ben onun hep hayalini kurduğu Dominikli bilgiç tiptim. Gerçekten söyledi bunu. Hiçbir fikri yoktu. Ben onun ailesine girdim, o da benimkine. Ve annesi, aman Allah’ım, señora bana bayılıyordu. Hiç sahip olmadığı oğlu gibiydim. ‘Kaç’ komutunu veremeden, bir başka romantik hikayenin daha ortasında buldum kendimi. Ancak bu, o zamana dek ördüklerimden daha delice ve karmaşıktı. Harlem’de bir daire aldık. Tokyo’da nişanlandık. Çocuk yapma hayalleri kurduk. Hatta yazma gücüm bile geri dönüyordu. Tanımadığım mahalleliler, hemşeriler bana ilişkimizin ne kadar gurur verici olduğunu söylüyorlardı. Kenar mahalleden, birbirini seven iki ‘başarılı’ Dominikli. Ciguapas kadar nadir ve değerli.
Elbette sorun çıkacağına dair alametler vardı. Yılın en az altı ayında depresyondaydım ve/veya sarhoştum ve kafam iyiydi. Sevişebiliyorduk ama pek sık değil—geçmiş ansızın hortluyor, cehennemî bir ménage à trois yaratarak beni iktidarsız kılıyordu.
Seks olsun ya da olmasın, onu herkesten çok ‘sevdim’. Savunmamın indiği bir anda bunu ona söyledim de; daha önce olmamış bir şey.
Durum fenaydı.
Onu herkesten çok ‘sevdiğim’ ve onunla geçmişime dair paylaştıklarımdan ötürü en çok Y’yi aldattım.
Onu kuduz köpekler gibi (como un maldito perro) aldattım.
Çifte hayatlar yaşayan pek çok erkek tanıyordum. Lanet olsun, babam da bu çifte hayat yaşayanlardan biriydi—ailemin bitmeyen kederi. Şimdi ben o babadan kalma kaderi oynuyordum. Bir çizgi romanda gibi çifte hayat sürüyordum.
Sınırlarım dahilinde gösterebildiğim kadar ‘gerçek ben’i Y’ye verdim. Depresyonuma ve yazamayan benin gazabına katlandı, ve arada bir ortaya çıkan hafif, berrak anlarımı da yaşadı. Diğer kadınlar öncelikle maskemi gördüler, ben onları bırakıp gidene kadar.
Maske güçlüydü.
Ama hiçbir maske o kadar güçlü değildir. Ve kimsenin kız arkadaşı o kadar mükemmel. Ya da kimsenin aşkı o denli aptal. Bir gün Y nerede olduğumla ilgili sorusuna verdiğim cevabı beğenmedi. Eminim zaten bir süredir şüpheleniyordu—özellikle de okuma etkinliklerimden birine gelen bir kadına selam vermemin üstüne kadının gözyaşlarına boğulduğunu gördükten sonra. Y, e-maillerimi karıştırmaya karar verdi; şifre konusunda pek dikkatli olmadığımdan, aradığını bulması beş dakika sürmedi.
Kalp kırgınlığı koca bir dünyayı yıkabilir. Onunkini yıktığını biliyorum. Benimkiyle beraber.
Bir başka kadın hakkıyla beni oracıkta vururdu. Fakat Y, e-mailleştiğim kadınlarla yazışmalarımın çıktısını aldı, tüm baştan çıkarma numaralarımı, bütün fotoğrafları, ihanetimin kanıtlarını toparladı ve seyahatten döndüğümde elime verdi.
Elime tutuşturduğunun ne olduğunu anladığımda bayıldım.
Dünya sona erdiğinde genelde öyle olur.
Birkaç ay sonra Pulitzer Ödülü’nü aldım; ödüle layık görülen kitabım Dominikli bir adamın aldatmaktan vazgeçemediği için hayallerindeki Dominikli kadını kaybetmesini anlatıyordu. Ödülü duyduğumda aklımdan geçen ilk düşünce ‘işte şimdi başardım’ değil, ‘belki şimdi beni bırakmaz’dı.
Beni terketti. Y, birkaç ay sonra aklını başına topladı ve beni hayatından temelli çıkardı. Daire onda kaldı, yüzük, ailesi ve arkadaşlarımız da. Bana Boston yolu gözüktü. Bir daha birbirimizi görmedik.
Çocukken, dinozorlar o kadar büyükmüş ki ölümcül bir darbe aldıklarında sinir sistemlerinin bunu algılaması zaman alırmış diye bir şey duymuştum. İşte bana böyle oldu. Y’yi kaybettikten sonra tam zamanlı olarak Cambridge’e taşındım ve bir yıl boyunca yürüyerek kaybımı atlatmaya çalıştım. Bir süre gerçekten geçeceğini, iyi olacağımı düşündüm. Maske parçalara ayrılmıştı, bense hala sanki hiçbir şey olmamış gibi kalan parçaları suratımda tutmaya çalışıyordum. O denli trajik olmasa neredeyse bir komedi yaşamaktaydım. Kalbimin ortasına açtığım deliği seksle doldurmaya çalıştım, işe yaramadı. Ama yine de çabalamama engel olmadı.
Haftaları, ayları, yılları (iki) böyle kaybettim. Sonra bir sabah yatağımda uyandım ve kıpırdayamadığımı farkettim. Takımadalar kadar devasa bir kahrın altında kalmıştım, şarap koyuluğunda bir elem denizinin ortasında. Dominik Cumhuriyeti’ndeyken, bir sarhoş nöbeti esnasında arkadaşımın çatı katındaki dairesinden kendimi atmaya kalktım. Ayağımı bir taburenin üstüne koyamadan beni yakaladı ve titremem durana kadar da bırakmadı.
Terapi dünyasında şöyle derler: insan dibe vurmadan yardım istemez. Her zaman öyle olmaz tabii ama benim için böyle olmuştu. Her şeyi kaybetmem gerekiyordu, sonra biraz daha. Ve biraz daha. Sonunda elimle işaret ettim.
Şanslıydım. Yanımda duran dostlarım vardı. İyi bir üniversite sigortam vardı. Harika bir terapiste denk geldim. Benim gibi insanlarla çalışmışlığı vardı ve kendini beni sağaltmaya adadı. Seneler aldı—zor, insanın belini kıran seneler—ama benden geriye ne kalmıştıysa hepsini topladı. Sanırım terapiye benim kadar gönülsüz kimseyle tanışmamış olabilir. Her adımda karşı koydum ama gitmeye de devam ettim. Beni hiç bırakmadı. Uzun mücadeleden sonra ve pek çok sekteye rağmen terapistim maskemi kenara koymama yardımcı oldu. Temelli değilse de nefes almama, yaşamama yetecek süreler boyunca. Artık maskeden önceki, göstermelik olmadığım o yere dönmeye hazır olduğumda yanımda durdu, elimi tuttu ve hiç bırakmadı.
Bir gün o yere, batık gemimin çürüdüğü o adaya döndüğümde hiç kaçamayacağımı, beni içine çekip yokedeceğini sanıyordum. Oysa beni orada bekleyen nihai yıkımım değil—ironilerin ironisi bu olsa gerek—kurtuluşumdu.
O dönem çok az yazdım. Çoğunlukla en sevdiğim kitaplardaki bazı bölümlerin altını çiziyordum. En az on kez altını çizdiğim satırlardan biri buydu: ‘Sonra karanlık beni içine çekti, düşüncenin ve zamanın dışına kaydım, ve anlatamayacağım, uzun ince yollarda başıboş dolaştım.’
Bir de kendi romanımdan şu kısım var:
Tüm umudumu yitirmeden evvel bir şeylerin kurtarılabileceğine dair aptalca bir hayalim vardı; eski zamanlardaki gibi yatakta birlikte uzanmıştık, vantilatör açık, içtiğimiz otun dumanı üzerimizde yükselirken, ben nihayet, bizi kurtarabilecek o kelimeleri çıkarmaya çabalıyordum.
…
Ama sesli harfleri yuvarlayamadan uyanıyordum. Yüzüm ıpıslak. İşte böyle anlıyorsun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini.
Hiçbir zaman. Asla.
Düşüşün üzerinden neredeyse on sene geçti. Eskiden olduğum kişi değilim. Ne kadınlara dokunamayan erkeğim ne de herkesle yatıp kalkan o pisliğim. Haftada iki terapideyim. İçmiyorum (Japonya’da kendime bir bira izni verdim). Yalanlarım ve seçimlerimle insanları incitmiyorum ve bir şeyleri telafi edebiliyorsam sorumluluk alıyorum. Onarmanın hiç bitmeyen bir iş olduğunu anladım.
Bir ilişkim bile var ve geçmişimle ilgili her şeyi biliyor. Bana yapılanları ona anlattım. Hem ona hem arkadaşlarıma. En delikanlı olanlara bile, ne olacaksa olsun. Mümkün olduğunu hayal dahi edemezdim.
O kadar çok şey değişti ki… Ama bazı şeyler de değişmedi. Arada bir depresyon balyoz gibi iniyor ve aylar elimden kayıp gidiyor, intihar düşüncesi geri dönüyor. Yazma gücümse geri gelmedi. Ama hiç fena olmayan dönemlerim de var, hatta kötü zamanların sayısını geçmeye başladılar. Her geçen yıl daha az ölü hissediyor ve daha çok yaşamda olduğumu duyumsuyorum. Bir anda beliriveren ve beni mahveden o geri dönüşler azaldı, geldiklerinde de eskisi gibi yörüngemden fırlatamıyorlar beni. Hala o korkunç rüyaları görüyorum, eskisi kadar berbatlar ama artık onlarla baş edecek yöntemlerim var.
Yine de—
Yine de, onca iyileşmeye rağmen mühim bir şeyden, hayati bir şeyden yoksunum. Saklanma, çalışma arkadaşlarından, yazar arkadaşlardan, öğrencilerden, hayat döngüsünden uzak durma güdüsü akıl almaz derecede güçlü. Üniversitelerde veya konferanslarda verdiğim kamuya açık konuşmalarda bazen, siyahi diaspora toplulukları içinde, benim topluluğum içinde yaşanan cinsel şiddetin yarattığı nesiller arası hasardan bahsediyorum. Ama herhangi birinde çıkıp da kendim cinsel şiddet mağduru olduğumu söyledim mi? Kaçak bazı laflar ettim evet, ama eyleme geçilebilecek, muayyen bir söz söylemedim.
Son haftalarda içimi kemiren bu eksiklik hissiyle beraber o eski korku da—tecavüze uğradığımı anlayacaklar korkusu—büyüdü. Tabii yakın zamanda yayımlanmış olan çocuk kitabım için kitap turuna çıkmış olmam ve hayatımda hiç olmadığı kadar çocukluğumu konuşmam gerekmiş olması bir tesadüf değil. Kendimi yalanlar söylerken, hiç varolmamış bir çocuktan bahsederken buldum. Bu çocuk geceleri dört defa yatak odasının kapısı kilitli mi diye kontrol etmiyor, dilini kesercesine ısırmıyordu.
O sahte hikayeler geri geliyor. Hatta bazı sabahlar uyandığımda yüzüm kaskatı kesilmiş oluyor.
Sonra, bu etkinliklerden birinde, bir başka imza kuyruğunda—bu seferki Cambridge’deki Brattle Tiyatrosu’ndaydı—genç bir kadın bana doğru geldi ve romanım için teşekkür etti, özellikle Beli karakteri için. Beli, Dominikli sert bir anneydi ve hayatı boyunca feci cinsel saldırılara maruz kalmıştı.
‘Benim hayatım da Beli’ninkine benziyor,’ dedi genç kadın. Sonra bir anda gözyaşlarına boğuldu. Daha çok şey söylemek istiyordu ama söyleyemeden kaçmak zorunda kaldı. Onu durdurmayı deneyebilirdim. Ardından, ‘Dur! Ben de, ben de,’ diye bağırabilirdim. Dudaklarımdan dökülebilirdi: bana da tecavüz ettiler.
Ama o cesareti bulamadım. Sıradaki diğer kişiye döndüm ve gülümsedim.
Ve ne oldu biliyor musunuz? Maskenin ardında olmak iyi hissettirdi. Sanki evimdeymişim gibi.
Seni düşünüyorum X. Brattle’daki o kadını düşünüyorum. Sessizliği düşünüyorum, utancı, yalnızlığı. Müsebbibi olduğum acıyı. Saklanarak, korkarak ve acı çekerek kaybettiğim tüm o yılları ve hayatımı düşünüyorum. Maske benden daha çok beni yaşadı. Ama her şeyden çok, seneler evvel terapistime, sonra sevgilime ve arkadaşlarıma tecavüz edildiğimi söylemenin yarattığı hissi düşünüyorum. Burada, tüm dünyanın—ve belki senin de—duyacağın bu sözleri söylemenin hissini.
Toni Morrison şöyle yazıyor: ‘Ölü olanın hayata dönmesi acıtır.’ İspanyolcada bir söz vardır, bir bebek doğduğunda ona ışığın verildiğini söyleriz. İşte şimdi bu sözleri söylemek öyle hissettiriyor X. Işığa ulaşmam için ikinci bir fırsat veriliyormuş gibi.
Dün akşam bir rüya gördüm. Kötü değildi. Gençtim. Ufak bir oğlan. Henüz kimse beni incitmemişti. Bir uçaktan atılan ilanlarda yaklaşmakta olan Jack Veneno maçının duyurusu vardı. Villa Juana’da yaşayan tüm çocuklar ilanları toplaya toplaya, büyük bir heyecanla koşturuyorduk.
O çocuğu zar zor hatırlıyorum, ama bir an için yeniden o oluyorum ve o da ben.
Ana görsel: Federico Lupo