Ağlanacak hallere gülmeleri en güzelinden anlatan Ayten Kaya Görgün’le güzel bir sohbet.

SANAT

“Sen ne kadar beni yok sayarsan say, ben buradayım”

“Her şeyi göze alanlar, aysız bir gece vakti yalnız kabı kacağı, öteyi beriyi, tası tarağı çoluğu çocuğu, yatağı yorganı, çulu çaputu değil; ellerindeki nasırı, dudaklarındaki duaları, kulaklarındaki ninnileri, içlerindeki sesleri, soludukları dağ kokusunu, dillerindeki dikenleri, dedelerinin anlattıkları kaçgöç hikâyelerini, söyledikleri türküleri, akıllarındaki gel gitleri, kuşkularını, kendilerinden öncekilerin sırtlarına bindirdikleri; ne varsa yaşayıp biriktirdikleri güçleri yettiğince yüklediler kamyonun tepesine, kendileriyle birlikte. Kamyona yüklediklerinden, içlerine attıklarından daha çoktu geride bıraktıkları. İnsan ne kadarını yükleyip nereye kadar sürükleyerek taşıyabilirdi ki çocukluk vatanını?”

 

Bir kitabın arka kapağını okuyunca ne kadar çarpılabilirse, o kadar çarpılmıştım Arıza Babaların Çatlak Kızları’nı elime aldığımda…Önce Ayrıntı, ardından da Ayizi Yayınevi’nden basılan romanın yazarı Ayten Kaya Görgün, sağlam bir hikaye anlatıcısı. İlk kitabın devamı niteliğindeki Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda ise yazarın hem vurucu hem de komik dilinin köklerine götürüyor bizi. Önce çocukluğundan, ardından bir zamanlar çalıştığı TSK’dan öyküler kaleme alıyor. İki kitap arasında ise “öfkeli, hüzünlü, komik, kindar, tedirgin veya çaresiz insanların hikayelerini” barındıran öykü kitabı Kimseye Söylemedim var. Ayten Kaya Görgün, sırrınızı alıyor, onu kendi efsunlu diliyle anlatıyor. Artık Ankaralı olduğumdan fırsat bu fırsat dedim, çaldım kapısını. Röportaj olarak tasarladım ama cana yakın mizacı sayesinde sohbete döndü. “Nerede bir olay var, ben oradayım” diyen Ayten Hanım, kadınların, Kürtlerin, yoksulların yaralarını hem kalemiyle hem de diliyle harika bir şekilde anlatmayı başarıyor.

 

 

Öykü kitabınız Kimseye Söylemedim’den başlayayım… Kitaptaki öyküler etrafınızdaki insanlardan duyduğunuz hikayeler mi?

Çoğu benim duyduğum hikâyeler… Bir şekilde bana anlatılmış ya da bir kısmı da aslında benim yaşadığım hikâyeler.

 

Çok ölüm ve mezar teması var kitapta…

Ben o dönem arka arkaya ölümler yaşadım. Önce babamı kaybettim. Babam iki yıl yatalak kaldı. Babamı kaybettikten sonra da annemi kaybettim. Aslında burada yazdığım ilk öyküde kadın mezara gidiyor ve mezardakine “Sevgili yaptım” diyor. O öyküyü yazdım, arkasından diğeri gelince bütün kitabı mezarlık öykülerinden oluşturmayı düşünmüştüm ama bana da daral geldi galiba ve zorlamadım herhalde. Öte yandan, bu kitap çıktıktan sonra arkasından iki öykü yazdım, hatta bir tanesi İletişim’in edebiyat takviminde çıktı. Öykü bittikten sonra fark ettim ki gene aslında sonu mezara varan, sonu ölüme varan bir öykü yazmışım. Hatta “Keşke bu öyküyü daha önce yazsaydım da kitaba girseydi” dedim kendi kendime.

 

Öykülerdeki karakterler mezarda yatanlara kızgın. Babanıza kızgın mıydınız?

Yok, aslında babama ölmeden önce çok kızgınlığım vardı ama o hastalık süreci uzayınca galiba bütün hesap bitti. Babamın hastalığında ben her hafta sonu babamın yanına gidiyordum anneme destek için. Yolda hep kendime “İyi bir insan olacağım, kızmayacağım, bağırmayacağım, kavga etmeyeceğim” diyordum ama o eve girince (gülüyor). İlk yarım saatte tekrar geriliyordum ve kızıyordum, arkasından hemen pişmanlık geliyordu. Ama genelde sohbet esnasında bana hikâyelerini anlatanlarda, özellikle kadınlarda mezardakilere kızgın olduklarını gözlemledim. Buluşup sohbet ettiğimizde görüyorum ki bir hesap bitmemiş oluyor, bir öfke oluyor. Galiba erkekler yaşayıp bitiriyor ama kadınlar hesaplaşmayı bir daha bir daha yapıyor.

 

Zamanında tepki verememekten mi kaynaklanıyor acaba?

Belki de zamanında o tepkiyi verememek ama sonra onu öyle yarım bırakmak da canlarını sıkıyor; mesela gidip mezarına işeyerek bir hesabı kapadığını düşünüyor.

 

Genelde de eşlerine oluyor galiba öfkeleri

Annemle babam çok iyi anlaşan bir çift değildi. Sürekli evde hırgür vardı. Kitaplardaki mizah belki de buradan çıktı. Onlarla baş etme yöntemi. O gerçekliği kaba hatlarıyla kabul etsen baş edemiyorsun. Mizaha döktüğünde, işi komikliğe vurduğunda anca baş ediyorsun. Annem gerçekten çok sıkıntılı bir hayat geçirmişti; ben de içimden şunu diyordum: “İnşallah annem babamdan önce ölmez.” Önce babam öldü ama annem hiç mutlu olmadı, hiç rahat edemedi. Bir buçuk yıl sonra da annem vefat etti. Ben bir gün kızıp anneme şey demiştim: “Gören de diyecek ki sanki çok iyi bir muhabbetiniz vardı. Adam zaten aslında yaşamıyor gibi, bir odada yatalaktı.” Ama annem dönüp “Ama vardı, bir nefesti” demişti. Annem arkasından yalnızlığı mesele etti. Belki babamın yatalak olması annemin gelip gidip söyleyemediklerini söylemesini sağlıyordu, babam zaten çok tepki veremiyordu. Birden kavga edecek kişi kalmadı.

 

Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda’nın önsözünde anlattıklarınızla ilgili babanız “yaşanmadı bunlar” diyor, anneniz ise “olan biteni yazmışsın” diyor. Burada babanızın bir inkârı mı var olan bitene karşı?

Orada anlattığım şeyde gerçek olan babamın toprağı ağzına atma hikâye. Gerisini ben hayal etmiştim. Orada aslında edebiyat dünyasına bir eleştiri var: Sen yazarsın, eğer “Bunlar gerçek” dersen seni “Ne yapmış ki yani?” diye hafife alırlar. “Ne yazmış, olanı yazmış.” Olanı yazdığında da beğendiremezsin, kurguladığında da. Kurguladığında da gerçeklik arıyorlar. Öte yandan, babamın bir inkârı vardı. Mesela hem Alevi hem Kürt bir aileden geliyorum. Mesela biz okula giderken babam hep şöyle derdi: “Biz Kürt değiliz, Alevi değiliz.” İnkâr etmesi aslında seni korumak için. “Sen bunları öğrenir sokakta söylersen başına bir iş gelir.” Mesela evde annem Kürtçe konuştuğunda babam annemi uyarırdı. Çok Kürtçe konuşulmasını, bizim öğrenmemizi istemezdi. Ne zaman kavga başlar, o zaman ikisi de Kürtçeye dönerdi. Ama ilginçtir, babam yatalak olduğunda dili tamamen Kürtçeye döndü, Türkçe konuşamamaya başladı. Bu kez de acı bir şey oluyordu. Mesela gece sesleniyor, ben kalkıyorum gidiyorum, Kürtçe konuştuğu için ben onu anlamıyordum. Sadece su istediğini anlayabiliyordum. Diğerlerini anlayamıyordum. Babamın bir inkârı vardı, evet.

 

Bu iki romanda anne-kız gerilimlerini de çok görüyoruz. Sizin annenizle ilişkiniz nasıldı? Annenizden bahseder misiniz?

Annem bir yanıyla sokağa çıkmamızdan memnundu çünkü okuryazarlığı yoktu. Annem hastaneye gideceği zaman Türkçeyi de sonradan öğrendiği için derdini çok anlatamazdı. Zaten özgüvenini kaybetmişti. Sana bağımlı yani. Sokağa çıktığında çocuğuna bağımlı. O yüzden bizim sokağa çıkıyor olmamız, okuyor olmamız iyiydi. Mesela ben bir edebiyat grubuna katılmıştım, babam kavga ediyordu benimle. “Senin yaşındakiler çoluğa çocuğa karıştı, sen ne zaman böyle olacaksın” diyordu. Bir yandan annem de kızıyordu. Ben “Bizim bir grubumuz var, biz şiir okuyoruz, ülkenin ne halde olduğunu konuşuyoruz” diyordum. Babam “Sen kimsin ki toplantı yapıyorsun? Sen hâkim misin, sen doktor musun?” diye kızıyordu. “Biz şiir yazıyoruz, şiir okuyoruz” dediğimde annem bir gün “Şiir ne işe yarar?” demişti. O zaman anneme cevap verememiştim mesela.

 

Sonra o arkadaşlarımla evlerde toplanmaya başladığımızda Nato Yolu’na geldik. Onlar grupça geldiklerinde mahalle de çok şaşırıyordu. Çünkü arkadaş dediğin senin yaşında senin cinsinde olur. Ama bu kez ilk kez mahalleye saçı beyaz kadınlar da geliyordu. Hatta grubun en küçüğü bendim, hepsi benden büyüktü. Birbirimize ödevler veriyorduk, mesela üç kelimeyle bir öykü yazacağım. O gün kimse ödevini yapmamış, ben yapmıştım. Babam normalde misafir geldiğinde, arkadaşlarım geldiğinde kalkar kahveye giderdi ama ekibi gördü ya kalkıp gitmedi. Orada oturdu, sonuna kadar orada kaldı. Benim öyküm okundu, sonra bu öykü üzerine konuşuldu. Ben de konuştum. Onlar gittikten sonra babam “Bu gelenlerin hiçbirinde akıl yok. Öyle Ayten’i dinlediler, sanki bu ne konuşuyor.” Ama o zaman da annemin çok hoşuna gitmişti çünkü kendisi konuşamıyor aslında ve annem hep “Sen nereden türedin? Yani ben konuşamıyorum, bir cümleyi bir araya getiremiyorum ama sen hiç susmuyorsun” diyordu. Bir yandan seni takdir ediyor ama bir yandan da aslında bildik o formatta yürümemi istiyor: Evlen, çoluğa çocuğa karış… O kadar çok gezme. Mesela çok gezmeme kızıyordu. “Sen gez gez böyle. Yarın el kapısına gidince görürsün.” Sonra evlendim, gene geziyorum. Bu kez de “Sen gez gez böyle, yarın çoluğa çocuğa karışınca görürsün.” Çocuk oldu, hani kırk gün beklerler ya dışarı çıkmazlar, ben kırk gün bekleyemedim, on sekizinci gün çıktım. Annem bu kez “Başındaki koca, koca değil ki” dedi.

 

Ama aradan epey zaman geçtikten sonra, annem 70’i devirmişti, bir gün mutfakta durduk yerde şöyle yüzüme baktı ve dedi ki: “Doğrusunu sen yapıyormuşsun, gezmek gerekiyormuş. Ben herkes benim gibi dört duvar arasında yaşıyor zannettim. Gez, gez ama usturuplu gez,” dedi. O zaman çok üzülmüştüm; “Sonunda doğru bir cümle kurdun ama bu senin tam yetmiş yılına mal oldu” demiştim. Yani annemle ilişkim böyleydi. Bir yandan seni takdir ediyor, bir yandan gitmeni istiyor ama bir yandan da belki de o yollar ona temkinli gelmediği için seni oradan çekmek istiyor. Şöyle bir şey de oluyordu mesela. Doğum yaptım, eve yardımcı kadın alacağım temizliğe. İlk önce beni annem kınadı, arkasından teyzem kınadı. Çok şaşırdılar. Annem “Biz altı çocuğa baktık, tarlaya gittik, hayvana gittik, öküze gittik, yani sen bunların hiçbirini yapmıyorsun. Altı üstü bir çocuk.” Hani şöyle düşünmedi, ya bu kız çalışıyor, kızım rahat etsin. Annemin oradaki tutumuna çok şaşırmıştım mesela. Böyle bir ilişkiydi.

 

O zaman biraz da başa döneyim. Sizi yazmaya götüren süreç nasıl oldu? Buradaki (Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda) Meral sizsiniz değil mi?

Evet genelde olaylar benden. Ama birebir ben değil tabii ki. Aynı sokakta birbirine benzer hikâyeler var. Ben biraz o hikâyeleri birbirine karıştırdım.

 

Sizde bir Mete var galiba ama…

Mete gerçek. Mete oradaki gibi babamın halasıydı ve yazmaya belki de önce sözlü kültürle başladım. Mesela televizyonun en son girdiği evlerden biriydi bizim evimiz. Altı kardeşiz, yan komşuya gitsek, zaten orada da altı çocuk var. Bak normalde masalları anneler anlatır ya, bizde öyle değildi, masalları babam anlatırdı ve biz yan komşuya gitmeyelim diye babam ya bize masal anlatırdı ya da bir oyun yaptırırdı. Oyunumuz şöyleydi: Bizi bir çember halinde oturtur, sonra da ilahi gibi “la ilahe illallah” deyip bir şeyler yapıp arkasından süpürgeyi alıp ortalığı süpürür gibi yapardı. Arkasından da annem meyveler getirir ve bize tek tek meyve verirdi. Bu bize hep bir oyun gibi geliyordu ama sonradan fark ettim ki babam aslında bize cem’in bir parçasını öğretiyor. Çünkü babamın gördüğü teatral şey cemde gördükleri. Meyvelerin tek tek verilmesi de oradaki lokma dağıtımına denk düşüyor. Bir de aslında şu var: zaten ev kalabalık olduğu için meyveler ortaya konduğunda herkes istediği kadar yiyemez. Kavga çıkmasın diye de böyle olurdu.

Mete’ye dönersek, babamın halası bize çok gelirdi ve kalırdı. Kaldığı sürece de gerçekten hikâye anlatırdı. Bende de yazma isteği varmış demek ki, çünkü ortaokul öğrencisiyken Mete’nin kaldığı ev okula yakındı, ben de okul aralarında Mete’nin yanına giderdim. Mete gerçekten mani söylerdi ama ağzı çok küfürlüydü. Babama çok sinirlendiğinde babama gerçekten o küfürleri ederdi. Ben Mete’nin birçok manisini vs. ortaokul döneminde kağıda yazmıştım. Ama onları bugüne kadar getiremedim.

 

Yazdınız yani bir kâğıda… Demek ki kayda geçirme isteğiniz ta o zamandan varmış…

Evet. Keşke daha önceden yol gösteren olsaydı da onları saklayabilseydim. Yazmaya koyulmam bilinçli yürünen bir yol değildi sanki, ben zaten çok akıllı biri değilim aslında. “Şunları yazarsam iyi olur” diye değil de, daha çok sezilerimle gittim. Mesela gitmişim bak Mete’nin kapısını çalmışım. Onları yazıyorum. O kapıya beni götüren aslında benim içimde olan ama adını koyamadığım bir şey. Asıl mikrobu bulaştıran kişi ise orta iki’deki Türkçe öğretmenim. Kompozisyon derslerinde şöyle demişti: “Her sınıftan bir kişi çıkar ileriye, bu sınıftan da bu kız çıkacak.” Bana ilk kez “Sen bir öykü yazıp getirsene,” demişti. Ben de düşündüm ne yazsam diye. O zamanlar böyle siyasi olaylardan, solculuktan bir komşumuzun oğlu hapiste. Bir tek onun hayatı ilginç gelmişti bana. Onun hayatını A4 kâğıdına 24 sayfa yazmıştım. Hoca da “Sen bir roman yazmışsın ama berbat bir roman yazmışsın” demişti bütün sınıfın içinde… “Ama bu yazdıklarını sakla, ileride kendindeki gelişimi gör,” diye ekledi. Onları da saklayamadım. Eve bile götüremedim çünkü o zamanlar Küçük Ev diye bir dizi var, orada da Küçük John adında yazar bir çocuk var. Ben böyle yazdıkça evdekiler benimle dalga geçiyorlar “Küçük John gel, küçük John git” diye. Ondan utancımdan o yazdıklarımı eve götüremedim ve sıra arkadaşıma “Bunları benim için saklar mısın?” dedim. Tabii yıllar sonra gördüm arkadaşımı, hiç hatırlamıyor (gülüyor). Sonrasında da ticaret lisesine gittim. Babama “Ben ticaret lisesine gitmeyeyim, üniversite okuyayım,” dedim ama o dönem stajyerlik falan başlamıştı, babam “Bir an önce mesleğe atıl” diyordu. Lise döneminde hemen hemen hiç yazmadım.

 

Peki sonra ne oldu?

Liseden sonra Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevreciler İçin Sağlıkçılar Derneği’nde (NÜSED) işe girdim. Kitapta yazmıştım hatta. Tesadüfen o dernek başkanının eşi de Edebiyatçılar Derneği’nin başkanıydı. Yazdıklarımı ona göstermeye başladım; onların aracılığıyla başka başka insanlarla tanıştım. Bana çok yol gösterdiler. Mesela Orhan Asena’yla tanıştım, o da derneğin üyesiydi. Bak şöyle bir şeyi kaçırdım, o zamanki aklımla onu değerlendiremedim. Orhan Asena’yla tanıştığımda, yazılarımı gördüğünde “Sende yetenek var ama senin biraz eğitilmen lazım. Sen bir radyo oyunu yaz. Ben beğenirsem onun TRT’de oynanmasını sağlarım ve sen bu işten para kazanırsın,” dedi. Benim cevabım hemen şu oldu: “Ama ben radyo oyunu yazmıyorum ki.” Oysa ben zaten ne yazdığımı tam bilmiyordum. Keşke yazmayı deneseydim ve adam kapısını açmışken bir daha gitseydim. Ben hemen kendimi geri çektim ama zaten 2003’e kadar ben hep yazdım bıraktım, yazdım bıraktım. 2003’ten sonra yazmayı sıklaştırdım.

 

Nasıl?

Tesadüfen bir İstanbul maceram oldu. Orada bir senaryo yazıyorduk İzzet Yıldızhan’a (gülüşmeler). Arkasından da Eyvah Kızım Büyüyor senaryosu falan, o yazma grupları içindeydim. O liste çok eğlenceliydi. Ben aslında çok konuşuyorum, böyle her yere dalıyorum ama çok da cesaretli değilim. Beni Kaynanalar dizisinin yazarı bir çocukla tanıştırdılar. Biz iki kızdık, adamla buluştuk. Ben diyeyim 25 yaşındaysam, adam da 30 yaşındaydı. Ama o mektepli, ben alaylı. Konuştuk, konuştuk, en son arkadaşım “Ayten neyi kabul ediyorsa, ben de onu kabul ediyorum” dedi ve masayı terk etti gitti. Ardından çocuk bana: “Eğer yazar olmak istiyorsan, Beyoğlu’nun arka sokaklarını, gece hayatını bilmen lazım,” dedi. Ben de: “Ben de buna inanıyorum. Ben de Alibeyköy’de kalıyorum. Eve gidip gelirken hiç aynı yolu kullanmıyorum. Hep ara sokaklara dalıyorum, kayboluyorum,” dedim. O da bana döndü ve “Tanımak dediğin öyle olmaz. Bu akşam mesela başlayacaksın; rock bara gireceksin, oradan çıkıp türkü bara gideceksin, metal, sanat müziği… Beyoğlu’nun sabaha nasıl vardığını göreceksin,” dedi. Ben de bir yandan “son dolmuşu kaçırmayayım” diyorum ama bir yandan da onun anlattıkları bana cazip geliyor. Neyse uzatmayayım, kalktım o çocukla bir bara gittim. O rakı içiyor ben de bir şeyler içiyorum. “Bende kalabilirsin. Sorun olmaz,” dedi. Ben de hemen işkillendim ve kendi kendime “Bu işin sonu iyi olmayacak” dedim. Ben birden kalktım, “Ben sizinle çalışamayacağımı düşündüm. Bu işi yapmak istemiyorum,” dedim. Dosyayı da vermişti, bir bölüm yazıp getirecektim. Dosyayı da çıkardım. Hiç unutmuyorum. 98’de ilk “trip” kelimesini o çocuktan duydum. Dosyayı aldı önüme attı, dedi ki: “Trip yapma.” Ben kalktım. Yer böyle İstiklal’in arka taraflarıydı. Düzayak bir yerdi. Çıktım. Bu geldi kolumu tuttu. “Tamam, yapalım, sen yaz,” dedi. “Hayır, yapmayacağım,” dedim, döndüm. Dönüş o dönüş. Ondan sonra ben Ankara’ya döndüm.

 

Hay Allah! Ama gerçekten haklıymışsınız işkillenmekte.

Ben o film şirketinde gördüm. Hani Yeşilçam abartılıyor falan denir ya. Onların abartılmadığını gördüm. Ya da şöyle bir ruh hali, işte gecekondudan çıkmış, birdenbire böyle bir ortama gelmiş. Belki de onların hepsi birden çok değişik geldi. Mesela bir reklam filmi çevirdiklerini gördüm. Millet rolü alabilmek için geri planda taklalar atıyor. Ben hep şey diyordum: “Bunların hiçbiri beni ilgilendirmez. Ben sahnenin önünde değilim. Öyle bir hedefim de yok. Ben yazıyorum.” Ama sonra yaşadığım şeylerden gördüm ki, yazmanın da bir bedeli var. Onu ödeyemeyeceğimi düşünüp geri geldim Ankara’ya.

 

Arıza Babaların Çatlak Kızları’nı okuyunca aklıma Mustang geldi? İzlemiş miydiniz filmi?

Hayır. Ama konusunu okumuştum.

 

Daha doğrusu sonu itibarıyla aklıma geldi. Bir kaçış hikayesi bağlamında. Aklıma şu soru takıldı. Gerçekten kaçılabiliyor mu? Siz ne düşünüyorsunuz?

Yüz kişi kaçmayı deniyorsa yirmisi bunu başarabiliyor. Geriye kalan seksen kişi kaçmaya niyetli kişiler olarak kalıyorlar. Sonra kaçıyorsun diyelim ki. Diyelim ki ben kaçtım. Kaçtım dediğim, okumuşsun iş sahibi olmuşsun. Ama sonuçta ben kendime baktığımda çok da kaçamadığımı görüyorum. Mesela ben diyelim ki bir konuda annemi eleştirmişim, şurada şöyle olsun böyle olsun. Ama dönüp baktığında aslında annenden, o Nâzım’ın şiirindeki gibi, sadece bir adım öteye gidebiliyorsun. Annenle arandaki uçurum… Okuryazar olmayan bir kadından, okur ve yazar olarak çıkmış bir kadın. Birçok konuda ben mesela burada büyük bir uçurum açmış gibiyim değil mi? O konuşamazken, ben hiç susamayan bir kadın olmuşum. Ama ona hâlâ birçok konuda bağlı olduğumu hissediyorum. Çok da kaçamıyorsun.

 

Peki gerçek hayatta ne yapar bu kaçanlar?

Buradaki anneler, kızlar… Ben şöyle gerçek hayatta da baktığımda, bu kızları yazarken de örnek aldığım kişilere baktığımda, aslında hayatları çok da fark etmiyor. Mesela sen diyelim ki çalışmak için mücadele ediyorsun ve çalışma hakkını kazanıyorsun ama çalışma hakkı da sırtında bir yük olmaya başlıyor. Çünkü diğer yükler de omzunda hâlâ. İşte çocuğa bakıyorsun, yine evin işini yapıyorsun falan. Profesör oluyorsun ama yine eve gelip bulaşığı sen yıkıyorsun gibi.

 

Bu dünyadan kaçamıyorsunuz aslında belki de.

Evet. Ve bu sadece bu topraklar için değil de dünyadaki bütün hikâye böyle dolanıyor gibi.

 

Kitaplardaki temel derdiniz Kürtlükten ziyade kadınlık gibi geldi bana.

Dediğin gibi ben bir kadın hikâyesi anlatıyorum. Çünkü bildiğim, içinde olduğum hikâye o. Ama bunları da hiç yokmuş sayamam. Mesela ilk kitap çıktığında bir eleştiri geldi. Niye Kürtleri koydum diye. Ben onları oraya koymadım. Onlar zaten orada varlar. İstanbul’da geçen bir hikâye yazsaydım, içinde Ermeni de olabilirdi. Ama benim anlattığım çerçeve içinde Sivaslılar, Yozgatlılar, Çorumlular, Kürtler, Çingeneler var. Ben özellikle yapmadım ama “aman oradan bir laf yemeyeyim” diye oraları da yok sayamazdım. Çünkü benim anlattığım hikâyelerin ana damarlarından biri de onlar.

 

Bu konuda nasıl yaralarınız var?

Yaram var çünkü bu topraklarda yaşıyorum, sen yok desen de birileri gelip sana çarparak seni yaralıyor aslında. Ben Kürtlüğümü bilmiyordum. Evde zaten Alevisin. Onu da çok konuşmuyorsun. Onun dışarıda konuşulmaması, kamusal alanda ifade edilmemesi gerektiği zaten sana hissettiriliyor. Sen zaten sezdiğin için konuşmuyorsun. Kürtlüğümü ilk kez hissettiğim olayı anlatayım. Belki o zaman Kürt oldum ben. Ablam işsiz, iş arıyor. Gazete ilanıyla bir iş bulup görüşmeye gidiyor. Oradaki adam “İki tane kaldıramadığım şey var: Alevilik ve Kürtlük. Hadi Aleviliği bir nebze olsun kaldırabilirim ama Kürt’sen orada dur, bu işi alamazsın” diyor. Ablam da sessiz kalıyor. Ne “öyleyim” diyor ne “değilim” diyor; işe başlıyor. Neyse bir gün ablam işten izin alacak, yarım günlüğüne. Patron ona “Yerine birini getirirsen sana izin veririm” diyor. Ablam da bana, “Benim yerime gider bakar mısın?” dedi. Ablam daha açık tenli, gördüğünde onun Kürt olduğunu anlayamazsın. Ben de gittim. Bir inşaat bürosuydu. Patron geldi, yanında misafirleriyle. Gözüyle işaret etti ve “Bu kim?” dedi. Dediler, “Binnaz Hanım’ın kardeşi.” Sonra bana, “Bize bir kahve yap,” dedi. Ben yaptım götürdüm, tam veriyorum. Adam gözümün içine baktı ve “Sen Kürt’e benziyorsun” dedi. İlk yarayı buradan aldım mesela. İlk orada Kürt oldum.

 

Daha sonra memuriyete başladığımda, sen konuşmasan da gelip gelip sana çarpıyorlar. Sana hatırlatıyorlar. Onlar sana çarptıkça, sen o olmaya başlıyorsun. Aslında önceden öyle bir derdin yok. Biz altı kardeşiz. Mesela benim kendi kardeşlerim bile “Hani bu kadar açık yazmasan” diyor. Bak bu zamana gelinmiş, hâlâ benim buralardan yaralanacağımı görüp “Acaba böyle yazmasan mı?” diyorlar. Ama belli ki benim derdim bu. Çünkü ben başlarken ille de şunu oturup yazacağım diye başlamıyorum ama hikâye gidiyor gidiyor oraya çarpıyor. Mesela bir gün bir şehit veriliyor. Ertesi gün sen gidiyorsun askeriyeye. Herkes çok üzgün, çok öfkeli… O öfkelerini konuşurken bana bakıyorlar. Sert bakıyorlar. Bir de dürtüp “Sen ne düşünüyorsun?” diyorlar.

 

Kışkırtmaya çalışıyorlar aslında.

Tabii. Senin fikrini almaya çalışıyorlar. Çalıştığım yerde arkadaş var, o da yazıyor. Biz onunla dışarıda edebiyat ortamlarına da katılırız. Sen onun okuryazar olduğu için farklı olduğunu zannediyorsun ve onunla yolda birlikte yürüyorsun. Mesela onun bir gün şöyle bir konuşmasına şahit oldum. Telefonda biriyle konuşuyor. Çok öfkelenmiş. Yine ortam çok gergin… Ben onun karşısından geliyorum, konuştuklarını duyuyorum ve bunu görmesine rağmen konuşmasını kesmedi. “Bütün suç Atatürk’teydi. Kökünü kazımadı bunların. Kökünü kazısaydı, bu iş bitecekti,” dedi ve bu benim arkadaş bildiğim bir insandı. Hani “o kız duyar, incinir” falan demedi.

 

Kadınlık gibi aslında, mesela yolda yürürken “kadınım ben kadınım ben” diyerek yürümezsiniz ama birisi size laf atar, bir erkek, birden kadın olduğunuz aklınıza gelir. Onun gibi aslında…

Bak mesela şimdi oğlum 14 yaşında, belli ki okulda bir şey öğreniyor geliyor. Geçen sene şöyle bir şeyle geldi. Okula gidiyor, arkadaşlarına diyor ki “Şimdi size bir şey öğreteceğim.” Kürtçe bir küfür öğretiyor. Bir tane kız onu uyarıyor. O öyle söylenmez böyle söylenir diye, telaffuzunu düzeltiyor. İkisi birbirine şaşırıyorlar, o nereden biliyor diye. Kız Mardinliymiş. Oğluma “Sen nerelisin, bunu sana kim öğretti?” diye soruyor. O da diyor ki “Anneannemden öğrendim.” Kız “Anneannen nereli?” deyince, çocuk cevap veremiyor. Akşam geldi bana diyor ki “Anne, anneannem nereliydi? “Sivaslıydı, oğlum,” dedim. “Ya ben bunu nasıl bilemedim. Peki, anne, anneannem Kürtçe konuşuyordu ya, anneannem Kürt müydü?” dedi. “Evet,” dedim. “Dedem Kürt müydü?” dedi. “Evet,” dedim. “Peki, nasıl gelmişler, nereden yani? Hani Suriyeliler geldi ya, Kürtler nereden geldi?” dedi. Ben de “1071’de siz geldiğinizde, Kürtler vardı zaten,” dedim. Durdu, durdu, “Anne sen Kürt müsün?” dedi. “Evet. Annem de, babam da Kürt. Ben de Kürt’üm,” dedim ve babasına sarılıp “Neyse ki biz babamla Türk’üz,” dedi. Aradan bir ay geçti, tekrar geldi. “Anne, teyzem de Kürt mü?” dedi. “Hayır, o Ermeni,” dedim. “Gerçekten mi? Bunu bana nasıl söylemedin?” dedi. “Yahu çocuğum senin kafan nasıl çalışıyor. Annem, babam Kürt; ben Kürt’üm; öz ablam ne olur, Ermeni olur mu?” dedim. “Haa!” dedi. Mesela diyelim ki bizim evde de sen Kürtsün, sen Alevi’sin meselesi konuşulmuyor, benim eşim de Sünni. Ama demek ki, aslında, öyle bir atmosfer var ki benim oğlum da dışarıda bunları konuşmuyor. Mesela seçim oluyor, babasına gidip hemen “Baba, annem HDP’ye oy verecek değil mi?” diyor. Babası da “İstediğine verir oğlum,” diyor. Bana “Verecek misin anne ?” diyor. “Evet,” diyorum. Ama dışarıda konuşurken CHP’nin daha makbul, kabullenilebilir bir şey olduğunu düşünüp sorduklarında “CHP,” diyor.

 

Peki, Ayizi’yle yolunuz nasıl kesişti?

Benim ilk kitap 2011 yılında çıktıktan bir süre sonra İlknur’la (Üstün) biz bir cenaze evinde tanıştık. Bana dedi: “Biz senin kitabını okuduk, keşke bizim yayınevinden basılsaydı,” dedi. Oradan muhabbet kuruldu. Sonra ben bu dosyayı gönderdim. Sonra arkasından basıldı. Yani ilk bağlantım İlknur ile oldu. Hem Ankara’da hem de küçük bir yayınevi olduğu için, çalışanlarıyla daha iyi ilişki kuruyorsun. Ayrıca yazdıklarıma benim baktığın açıyla bakabiliyorlar, feminist yayınevi olduğu için. Mesela bana “şurayı söyle mi düzeltsek” dediğinde, ben İlknur’un tecrübesine güvenip kendimi teslim edebiliyorum.

 

Şu an yeni bir şey yazıyor musunuz?

Hiç durmuyorum. Kafam hiç durmuyor aslında. Bir de kitaplar çıktıkça bana ulaşıp hikâyesini anlatmak isteyen kadınlar çıkıyor.

 

Ben de onu soracaktım. Okurlar sizinle iletişime geçiyor mu? Neler söylüyorlar?

Arıza Babaların Çatlak Kızları mesela… Gerçekten o mahallenin hikâyesi o. Benden yaşça daha küçük olanlar geri döndüler. “Ayten Abla biz keşke seninle konuşsaydık. Biz de bunları yaşıyorduk. Biz de bu küfürleri duyuyorduk. Ama bunlar sadece bizim evimizde olduğunu sanıp utanıyorduk, konuşamıyorduk. Oysa konuşsaymışız başka bir yol olacaktı.” Mesela bu kitaptan sonra o sokaktakiler, nasıl diyeyim hani bir köylün, hemşerin olur ya, öyle bir yakınlaşma oldu.

“Beni yazmışsın, bu hikâyeyi ben yaşamıştım,” diyenler var. Bazı yazdığım kişiler, “Keşke şunu yazmasaydın. Ben çok deşifre olmuşum,” diyen var. Ben de onlara, “Sesinizi çıkarmazsanız kimse bilmeyecek” diyorum. Yazdığımı görüp, hayatımı yazsam roman olur deyip kendi hayat hikâyesini yazmamı isteyenler oluyor. Ben aslında her duyduğumu yazmıyorum. Herkes hikâyesinin biricik olduğunu zannediyor. Bir kadınla tanıştım, yazar olduğumu öğrenince “Dur, sana bir şey anlatayım,” dedi. Anlattı, sonra bir tane daha anlattı. Hani bir türkü söyler gibi, arka arkaya hikâyelerini anlattı. Ben susunca “Hikâyelerim çok ağır geldi, galiba,” dedi. Onu sadece kendisinin yaşadığını düşünüyor. O duygunun sadece kendisine ait olduğunu zannediyor. Aslında hikâyeler aşağı yukarı birbirinin aynısı, en azından duygular aynı. En son şöyle bir güzel geri dönüşüm oldu. KHK ile atılan bir anaokulu öğretmeni, çocuklara masal; büyüklere hikâyeler anlatmaya başlamış. Otuz yedi tane il gezmiş. Geze geze hikâyeler anlatıyor. Sonra bunu okumuş ve bunu sahnelemeyi düşünüyor. Kendi tek başına.

 

Oyunlaştıracak yani.

Evet. Aslında yani ben şuna sevindim: suya yazmıyorsun. Birilerine değiyor. Hele de bu seninle hiç bağlantısı olmayan biri olursa daha da güzel oluyor. Ben de onu izlemek isterim. Ben mesela bunu böyle yazdım, bu hisleri hissederek yazdım. Ama başka biri nasıl anlatır? O cümleyi nasıl kurar?

Üstteki soruya geri dönersek, kitapları okuduktan sonra birçok kişi karakterlerde kendisini aradı. Mesela abim “Şurada tam benim diyorum. Beni anlatıyorsun ama o ben değilim,” diyor. Ben her seferinde onlara diyorum zaten. “O sen değilsin. Ben onları karıştırıyorum zaten.”

 

Harmanlıyorsunuz değil mi?

Ama korkuyorlar. Mesela kendi abim de “Sana bir şey söyleyeceğim ama korkuyorum,” diyor. “Neden?” diyorum. “E, yazarsın,” diyor. Ama bir yandan da özellikle arkadaşlar, okurken kendilerini bulmak istiyor. Hem korkuyorlar, hem de keşke ben de girseydim diyorlar. Keyifli bir şey ama.

 

Okur dönüşleri mi?

Dönüşler daha bir keyif veriyor, hani senin tekrar yazman için sobaya atılan yakıt gibi. Ama yazmak da şöyle güzel, sadece yazmak değil bence, işinin geçinmek zorunda olmadığı, işinin dışında zaman ayırdığı bir şey olması, kafa açıcı bir şey.

 

Bir hayat şevki gibi.

Hani illa yazar olarak anılayım diye değil. Dünyadan gelip geçiyorum ama bir şey bırakayım. En azından diyorum kendi çocuğum okuduğunda şuradan köklerini bulacak. Mesela Çatlak Kızlar Sağlam Kapıda’yı özellikle yazmak istedim. Bu kitapta ilk bölümü daha çok beğeniyorlar. TSK kısımları biraz arka planda kalıyor. Ama ben özellikle o TSK kısmını anlatmak istedim. Şimdi de şöyle bir şey yapmayı düşünüyorum. TSK’da çalışan kadın arkadaşlarıma “Siz başınızdan geçen bir hikâyeyi isterseniz kendiniz yazın ya da bana anlatın ben yazayım.”

 

Bir öykü derlemesi.

Evet ve isterseniz kitapta adınızı yazın, hani ben kitap benim diye sahip çıkmayacağım. Sadece derleyen, bir araya getiren olarak orada olacağım, isterseniz adınızı yazacağım, istemeseniz yazmayacağım. Mesela yarın, TSK’da çalışan bir arkadaşım öğretmen oldu, oradan ayrılanlar başkaları da var; onlarla buluşacağız. Yarın onlara ilk kez söyleyeceğim. Yapmak isteyen, yazmak isteyen varsa.

 

Çok klişe bir soru ama yazmaya yeni başlayanlara tavsiyeler diyeceğim ama bunu belki şöyle de sorabilirim: Yazı yazma ve yazıların yayımlanması sürecinde, geriye dönüp baktığınızda sonradan öğrendiğinizi anladığınız neler oldu? Mesela, “Safmışım,” “bunu böyle zannediyordum da böyle değilmiş,” gibi.

Ben de tam bunları düşünüyordum. Kendimde şunu seviyordum, azimliyim. Bana hep şöyle diyorlardı önceden: “Maymun iştahlısın.” Çünkü bir tiyatroya gittim, başka başka alanlara sıçradım ama ben aslında maymun iştahlı değilmişim. Çünkü nereden baksanız yirmi yıl oldu öyküm yayınlanalı. Ben aslında yirmi yıldır bir yolda yürüyormuşum. Kendim bile farkında değildim bu kadar azimli olduğumun. Mesela öykü gönderiyorsun ama kapıdan geri geliyor. “Ben artık büyüdüm, oraya öykü göndermem” yok çünkü aslında hoşuma giden şey oraya öykü gönderip beklemek. “Bakalım yayımlayacaklar mı?” bekleyişi. Birinci kitap çıktıktan sonra Notos’a öykü gönderiyorum ama yayımlamıyorlar, ısrarla gönderiyorum, yayımlamıyorlar. Israrla o kapıyı çalmak hoşuma gidiyor. Sonra ne oldu, tamam, haydi yayımlandı. Sonra ne oluyor, hiçbir şey ama o gidiş ve o kapıyı bekleyiş benim için güzel. Üç kitabım var sadece ama zaten elli kitabım olacak diye çıkmamıştım yola. Şimdi benimki klişe olacak ama yolculuğun kendisi çok güzel çünkü bu yolculukta çok güzel insanlarla tanıştım. Tabii, bazen hayal kırıklığına da uğradım. Ben edebiyat dünyasını şöyle zannediyordum. Sokaktaki insandan farklılar, bilgili-kültürlü insanlar, okuyorlar. O devlet dairesindeki itişmeler, çekişmeler yok zannediyordum. Ama öyle değilmiş, çünkü malzeme aynı. Nasıl seni işyerindekiler “Kürtsün, Alevisin” diye yaralıyor; aynı şeyi o okumuş, elinde kalem olan insanlar da yapıyor sana. Sen gönüllü girdiğin yerlerde söyleyemiyorsun. Benim öyle ortamlarım da oldu, kendime kızdım. Burada gönüllüyüm, bunlar da arkadaşlarım. Arkadaşlarım dediğim, birlikte oturmuşum, yazmışım, çizmişim. Ama hepsinin bir kırmızı çizgisi var. Ve o kırmızı çizgi, aynı o patronunki gibi, Alevilik olabilir ama Kürt olduğunu söylemek, bunu belli etmek, işte orada tosluyorsun. Burada gerçekten emeğinle, yeteneğinle gidersin, verdiğin emekle gidersin diye düşünüyorsun. Ama sonra bakıyorsun ki bir işyerinde nasıl gidiyorsa, yani seni bir sonraki basamağa çıkaran emeğin, eğitimin, bu yolda yaptığın yolculuk değil de birileri seni alkışlıyorsa, seni kaldırıyorsa çıkıyorsun ya. Bakıyorsun ki edebiyat dünyası da öyle. Yani sen ne kadar “Ben emek verdim, yirmi yıl verdim” desen de oradan öyle bir şey çıkıyor ki şaşırıyorsun. Daha toyken şaşırıyordum ve küsüyordum. Yazmaya küstüğüm de oluyordu. O zaman direkt nane kurutmaya ve reçel yapmaya gidiyordum ama o mikrop gibi bulaşmış ya, şimdi küsmüyorum. Gene görüyorum, gene öykümü basmıyor, yok sayıyor. Ama küsmüyorum. Sen ne kadar beni yok sayarsan say, ben buradayım. Sen benim sesimi duymuyorsun ama bu benim yok olduğum anlamına gelmez. Sadece sen benim sesi duymuyorsun. Bunları hep yolda öğreniyorsun. Küsmemen gerektiğini, bir daha yürümen gerektiğini öğreniyorsun. Belki de ne istediğini…

 

Belki de küsmek de bir süre sonra yük gelmeye başlıyordur. O da bir duygu yükü ya.

Evet. Zaten bazen küsmek de geri çekilip koşman için bir güç oluyor. Ben kendimde fark ettim. Her şey dört dörtlükken, yazamıyorum. Aslında bunu ben fark ettim dedim de yalan söyledim; ablam fark etmişti. Mesela burada sürekli babamla annemle çatışıyorum. Sonradan fark ettim ki çokça babamı yazıyorum. İstanbul’a gittiğimde, ablamın yanında kaldığımda ablam, beni uyardı. “Dikkat ediyor musun Ayten? Aslında yazmıyorsun, sana yazdıran babam.”

 

Baba orada aslında bir mücadele figürü.

Evet. Orada aslında babam yazdırıyordu. Babam yok olunca işyerimdeki amirlerimle kavga edersem, hayatımda bir kriz varsa daha iyi yazıyorum. Ama her şey yerli yerindeyse oradan bir şey çıkmıyor.

 

İktidarla mücadeleniz aslında, asıl ateşlendiren şey.

Belki de öyle. Belki de iktidara şey diyorsunuz: “Bakın!” Belki de ilk öykümü alıp, bak ben yazıyorum diye babama koşmam. Belki de bir takdir bekliyorum babamdan. Belki de bir onay. Şimdi dönüp dolaşıp bakıyorum. Annemi yazıyormuşum gibi oluyor ama çoğunlukla babam. Mesela İletişim’de yazdığım o öyküden ilk kez telif ücreti almıştım. Tek bir öyküden. Yine babamın hikâyesinden yola çıkarak yazmıştım. O telif ücreti geldiğinde, 200 lira, ekim ayıydı ve doğum günümdü. Birden aklıma şöyle bir fikir geldi: “Bu parayı bana babam gönderdi,” dedim. Yani yine babamı yazdım. Bu arada 200 lirayı nereye harcasam diye düşündüm. Eşimi aradım, “Sana yemek ısmarlayayım,” dedim. “İşim var,” dedi. Sonra dedim ki bununla öyle bir şey alayım ki babamın hediyesi kalıcı olsun. Ve gidip mont aldım, deri mont. Gerçek deri değildir tabii ki. Onun resmini çekip, kardeşlerimin whatsapp grubuna gönderdim. “Babam bunu bana hediye aldı,” dedim. Abim hemen şöyle yazdı: “Benim niye haberim yok?” “Babamın bunu bana gönderdiğine inanıyorsun da haberin olmadığına mı üzülüyorsun?” dedim. Babamdan bir gecekondu kalmıştı, biz kardeşler onu paylaştık. Sonra şöyle yazdım: “Siz mirası eşit paylaştığınızı sanıyorsunuz da en büyük pay bende. Hikâyeler bende.”

 

Muhteşem. Aslında başka sorularıma da cevap vermiş oldunuz. Nasıl yazıyorsunuz diye soracaktım. Çatışmalı durumlarda yazabiliyorsunuz.

Ve her yerde de yazabiliyorum. İlle de sessiz ortam olacak falan yok. Evde çalışma masam da yok öyle, mutfak masasında. Eğer evde misafir falan var diyelim ki o zaman direkt yatak odasına geçip yatağın üstünde yazıyorum. Sokakta da yazıyorum.

 

Demek ki o zaman dışarıdan besleniyorsunuz.

Ben kendime de itiraf edeyim: Gerçekten de benim ana kanalım sokak. Yani kitaplardan da besleniyorum ama ben aslında çok iyi bir okuyucu değilim. Mesela girdiğim gruplarda “Şu kitabı okudun mu, bunu okudun mu?” diye soruyorlar. Bu kitapların bir kısmını okumamışım, utanıyorum, söyleyemiyorum. Bende aslında o disiplin yok. Arkadaşlarım şu kitabı okuyacağım diyor ve evden çıkmıyor mesela. Ben de o kitabı okumak için oturmuşum, ama sen “Gel, kahve içelim” diyorsun. Ben bu kitabı bırakıp, kahve içmeye gidiyorum. Eşim “Her an sansasyonel bir olaya karışma şansın var senin” diyor. Çünkü duramıyorum. Diyelim ki şurada bir gürültü, patırtı var, herkes korkuyor ya, ben gidiyorum ne oluyor diye.

 

Merak ediyorsunuz aslında.

Merak ediyorum. Gerçekten de hiçbir zaman aynı yolu kullanmıyorum. O bana çok sıkıcı geliyor. Evde de öyleyim, önce çamaşır yıkanacak, sonra ütü gibi bir düzen yok. Kafama göre. Ama öyle olunca da iş hiç bitmiyor tabii. Mesela kitaplığı düzelteceğim diyorum, o arada bir kitabı görüp okuyorum ve akşam oluyor, bütün işler duruyor. Ya da bunu mutfağa koyacağım, o sırada mutfakta bir şey görüp ona başlıyorum. Sokakta bir şey oluyor değil mi? Ben hemen evi her şeyi bırakıp oraya gidiyorum. Bir yandan da aslında, zor bir şey. Böyle olunca çok arkadaşın oluyor. Küçükken, onları idare edebiliyordum ama şimdi hadi görüşelim dendiğinde oraya yetişemiyorum. Onun için bazen bir dur diyorum ve daralt. İlk kez bu hafta gitmedim. Aslında merak ettim ama gitmedim. Dedim “Ayten, gitme şimdi sen orada durmazsın, oradan oraya sıçrarsın.”

 

Yazmak için zaman gerekiyor tabii. Terazi burcu musunuz?

Evet.

 

Ekim deyince. Hava yani, böyle dolanan.

Şimdi böyle anlatınca… Keçiören’de otururken, aynı yaştaki bir kadın şöyle dedi: “Seninle aynı yaştayız ama sen ne kadar çok şey anlatıyorsun. Ben dün akşam düşündüm, benim anlatacak bir şeyim yok.” Mesela işyerinde de dur işini yap, işin yoksa da oku. Beni bir şey dürtüyor ve ben oda oda dolaşıp, “Halkımız n’apıyorsunuz” diye bakıyorum. Artık yorulduğumu da fark ettim. Şimdi biraz biraz kendimi çekmeye başladım, ama anca 45’e gelince oldu.

 

Şu aralar ne yazıyorsunuz?

Kitap niteliğinde değil ama mesela Ekmek ve Gül bir öykü istiyor. Onun dışında, kafamda bir sürü şey var. Mesela cinsellik hikâyeleri içeren bir şey var. Onu yazsam diyorum, tabii becerebilir miyim bilmiyorum ama.

 

Bence onu da toparlarsınız.

Şu da tehlikeli oluyor. Senin genelde etrafından topladıklarını, yaşadıklarını biliyorlar. Mesela kitapta kocasını aldatan bir kadın var. “Bu kim?” diyorlar. Ya da direkt yüzüme demiyor ama “Bu galiba kendisini yazmış,” diyenler oluyor. Bir erkek daha rahat yazıyor bu konuları. Ama sen yazdığında…

 

Evet. Yine aynı baskıdan.

Ama bunu bir de aynı metinde olduğu gibi şeyi var. Bence hani kadınlar yaşlandıkça dilleri özgürleşiyor ya. Hem yaşla hem de aldığın yolla ilgisi var. Yazdıkça kendinden de emin oluyorsun ve sen de daha rahat yazıyorsun.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YAnne Olmak ya da Olmamak: Bütün Mesele Bu Olmamalı
Anne Olmak ya da Olmamak: Bütün Mesele Bu Olmamalı

Geçtiğimiz aylarda çıkan Gönüllü Çocuksuzluk kitabı, bilinçli bir şekilde ebeveyn olmama tercihini derinlemesine ele alarak önemli politik ve toplumsal sorular soruyor.

KÜLTÜR

YEle Avuca Sığmayan “Hafif kahramanlar”: Aksu Bora ve Emel Uzun Avci ile Söyleşi
Ele Avuca Sığmayan “Hafif kahramanlar”: Aksu Bora ve Emel Uzun Avci ile Söyleşi

Romans, polisiye, bilimkurgu, Gotik edebiyat… Kadınlık ve kadın kahramanlar popüler türlerin kalıplarına da sığmıyor ve dönüşüyor. Aksu Bora ve Emel Uzun Avcı’yla derledikleri Hafif Kahramanlar kitabı üzerine konuştuk.

MEYDAN

YÇocuksuzluk Tercihi
Çocuksuzluk Tercihi

Kadınlık arzuları değişiyor ve çocuksuzluğu tercih eden kadınların artması da bunun bir göstergesi.

TARİH

YKoşun kadınlar, Şenlik var!
Koşun kadınlar, Şenlik var!

Son aylarda, sessiz ve derinden giderek okuyucularını mest eden bir web sitesi var. Adı Şenlik. 

Bir de bunlar var

Tamara de Lempicka Resimlerinin Karanlık İhtişamı
Ölüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann
Mememi Çaldın ve Bedelini Ödeyeceksin

Pin It on Pinterest