HPV ve ona bağlı operasyon sürecinde yaşadıklarımı anlattığım yazımda, bu sürecin beni bazı sorular sormaya ittiğinden bahsetmiştim. Bedenimle ilişkimi sorgulamış ve kendi adıma hoş olmayan cevaplarla karşılaşmıştım. Ama hastalığım sonrası bedenimle verdiğim kavga ve kafamdaki sorular o yazıda yazdıklarımla sınırlı değildi. Çok daha derinlere inmem gerekti ve oralarda yolumu bulmak sandığımdan daha uzun sürdü.
Mesela seksin benim için neden bu kadar hayati olduğunu sorguladım bir süre. Çünkü bir anda en önemli gündemlerimden biri olmuştu. Ne kadar süre yapamayacağım, ne zaman yapacağım, yapabilecek miyim? Çünkü seksi çok önemsiyorum. Neden bu kadar önemsiyorum?
Belki normalde kuramadığım yakınlığı karşılıklı rıza ve arzu dâhilinde, o an reddedilmeyeceğimden emin olarak kurabildiğim için. Belki bana duygularımı bedenimle ifade edebildiğim bir alan yarattığı için. Belki bedenimin kontrolünü bırakabildiğim nadir anlardan biri olduğu için. Belki hepsi, belki hiçbiri, henüz bilmiyorum.
Seks onaylandığımız, sevgi gördüğümüz, yakınlaşabildiğimiz, şefkatle ya da öfkeyle karşılaştığımız, toplumsal cinsiyet rollerini yıktığımız veya rıza dahilinde yeniden inşa ettiğimiz bir alan olabilir. Bu, hepimiz için farklı işleyen bir dinamik ve zamanla/partnere göre değişebilen bir akışkanlığa sahip. Benim için önemli olan o alanda ne yaptığımdan ziyade neden yaptığımdı. Bunca soruya cevap ararken neyi neden yaptığımı merak ettim. Çünkü böylece bedenimde nereye uzandığını bilmediğim tahakkümün sınırlarına ulaşıp onları yıkma şansım vardı.
Seksle olan ilişkimi hep çok sağlıklı ve sorunsuz diye nitelendirmiştim, öyle sanıyordum. Bence hala sorunlu ya da yanlış değil bu arada. Ama kendi adıma ilişkilenme, bağ kurma, koşulsuz sevmek üzerine bir sürü şeyi terapide konuşurken, öğrenmeye çalışırken buraya da göz atmam gerektiğini hissettim. Rahmim bir şekilde bana işlerin sandığım gibi olmadığını gösterdi çünkü; bu bedenin kontrolü sende değil İrem. Kimde peki? Bende değilseKim bedenim üzerinde bugünlere varan bir tahakküm kurdu? Ailem mi, toplum mu, ilk sevgilim mi? Ne oldu da birçok kişi için basit tensel temaslardan, zevk veren bir aktiviteden fazlası olmayan seks benim için bir duygu ifadesi, bir performans gerçekleştirme alanı oldu?
Acaba yaptığım sekslerin kaçı gerçekten arzuladığım içindi, kaçı kendime bir şey ispatlamak içindi? Ya da kaç tanesinde sadece yapmam gerektiğini düşündüğüm şeyleri yaptım? Bana sorsanız, kötü addedebileceğim bir seks deneyimim olmadı derim. Ama belki de ben kötü olmasına hiç izin vermedim. Bence seksi aynı zamanda bir performans alanı olarak görmemin sebebi de şu; ben orada bir şey ispatlıyorum. Her seferinde. Yaptığım neredeyse her sekste ne kadar iyi, ne kadar kıvrak, ne kadar sert ya da ne kadar herhangi bir şey olduğumu gösteriyorum. Hem tahakküme baş kaldırıyorum, hem de bunu -kendimce- çok iyi yaparak tahakkümle savaşımı kazanıyorum. Bak, sana rağmen yapıyorum ve getirdiği bedeli ödemeye hazırım. Hazır mıyım gerçekten?
Buraları biraz daha kurcalayınca çocukluğuma gidiyorum ve seksüelize edilen bedenimi görüyorum. Elbisen çok açık, eteğin çok kısa, öyle oturma, külodun görünüyor. Daha ben ne olduğumu bile anlamadan bedenim üzerinden bana bir sürü şey anlatılıyor. Onu korumam, herkese göstermemem ve herkes için ulaşabilir kılmamam öğretiliyor. Çok anlamıyorum ama öğreniyorum, kabul ediyorum. E yetişkin bunlar, bir bildikleri var demek ki diyorum.
Küçükken (sanırım 6-7 yaşındayım) yaşadığımız lojmanın bahçesindeki kamelyanın demirlerinde trambolinmiş gibi yürürdük hep. Bir gün ayağım kaydı ve demir, bacak arama gelecek şekilde düştüm. Eve gidip anneme anlattığımda hemen babamı aradı ve üçümüz, ev tıka basa misafir dolu olmasına rağmen koşarak sağlık ocağına gittik. Endişeleri sadece görmüş olabileceğim fiziksel zarara ilişkin değildi, bir şeyi kaybetmemden korkmuşlardı. O yaşta bile bunu anlamıştım.
Bedenimize dair öğretiler ve hikayelerimiz bu kadar geriye gidiyor işte. Biz bu kadar köklü inançlarla büyüyüp sonra bir de kendimiz olma savaşı veriyoruz. Evimizi ve işimizi buluyoruz, kendi ailelerimizi kuruyoruz biyolojik ailemizden binlerce kat farklı hem de. Bu farklılıklarla gurur da duyuyoruz muhtemelen. Ama öyle bir an geliyor ki o savaşı kazanamadığını, aslında sana çizilen sınırlar içinde bir hayat kurduğunu görüyorsun. Suni bir bağımsızlık hali, kendini kandırdığın bir piyes belki. Yeniden yarattığını sandığın her alan sana öğretilenin bir yansımasıymış aslında. Hayal kırıklığı. Ben bu zamana kadar buna mı hizmet ettim yani?
Her şeye rağmen bu üzücü ve yıpratıcı farkındalıkların getirisi böyle aydınlanmaları sağlıyor. Senelerce içinde taşıdığın o yabancıyla tanışmak, yüzleşmek zorunda kalıyorsun. Hani derler ya, yaşadığım her şey beni ben yaptı, hatalarım beni buraya getiren şeylerdir falan. Kötü deneyimleri olumlu görebilmenin mantığını yeni yeni çözebiliyorum. Böyle kötü deneyimlerin önce beni kör kuyulara atması ve sonra -sağ olsun- yolu bulayım diye bir mum uzatması yeni gerçekliğim oldu. Ben de o mumu almayı kabul ettim her seferinde, bu konuda hakkımı vermeliyim.
Biliyorum bu yazıda sorduğum çoğu soruyu açıkça cevaplayamadım. Ama zaten kafamın içi de bu konuda çoğunlukla sorulardan ibaret. Hem çok kişisel olan bu konuda herkesin kendi cevapları var. Ve ben sizin de sorularınızı, cevaplarınızı merak ediyorum. Soralım, cevaplayalım ve bedenimizi her şeyden önce kendimizden özgürleştirelim istiyorum. Aşağıda, yorumlarda buluşalım yani, bir maniniz yoksa.
Bitirirken bu kadar çıplak olmayı, yeni savaşının bir parçası olarak kendini göstermekten korkmamayı seçen İrem’e teşekkür ediyorum. ❤️
Fotoğraf: Martina Matencio