Bu yazı, Oliver Wainwright’ın 19 Mayıs 2021’de The Guardian‘da yayımlanan “Why are our cities built for 6ft-tall men? The female architects who fought back” başlıklı yazısının çevirisidir.
Le Corbusier 1940’larda oran sistemi Modulor’u geliştirmeye başladığında, büyük mimarın aklındaki yakışıklı bir İngiliz polis memuruydu. Geliştirmiş olduğu sistem, savaş sonrası dünyayı şekillendirmeye devam edecek, bir kapı kolunun yüksekliğinden bir merdiven ölçeğine kadar her şeyi dikte edecek ve hepsi, her şeyi bu 1.83 uzunluğundaki ideal adam için mümkün olduğunca uygun hale getirme ihtiyacı tarafından yönetilecekti. Bu sistem, hayali kahramanımızın işe gittiği arabanın boyutunu ve ihtiyaçlarına karşılık geldiğinden şehri oluşturan blokların bile ölçüsünü etkiliyordu. İsviçre doğumlu, Paris’te yaşayan mimar, başlangıçta bir Fransız erkeğinin ortalama boyunu baz alarak 1,75 metreyi önermişti, ancak bu uzunluk daha sonra arttı. Le Corbusier, fikir değiştirmesini “İngiliz dedektif romanlarında, polisler gibi yakışıklı adamlar hep 1.80 boyundadır!” diyerek açıklıyordu
Bu durumun, Corbusier tarafından betimlendiği üzere şişkin baldırlar, incecik bir bel, geniş omuzlar ve havaya kaldırılmış ıstakoz pençesi görünümlü devasa bir el ile resmedilmiş havalı adam için dinamik bir dünya yaratmış olması olası. Ancak, bu modernist dünya görüşü kadınları da, çocukları, yaşlıları ve engellileri de -aslında bu heykelsi idealin dışında kalan herkesi- dışarıda bırakıyordu.
1980’ler geldiğinde artık bazı kadınların canına tak etmişti. Çoğunluğu erkekler tarafından yapılan şehir içindeki engelli parkurlarda, çocuk arabaları ve alışveriş arabaları ile onlarca yıl cebelleştikten, karanlık alt geçitlerdeki, kör sokaklardaki ve labirent gibi metrolardaki gezintilerden sonra, farklı bir yaklaşımın zamanı gelmişti. Matrix Feminist Tasarım Kooperatifi 1981’de manifestolarını yayımladıklarında şöyle yazmıştı: “Hayat deneyimleri sayesinde kadınlar, çevrelerini tasarlayan erkeklerden farklı bir bakış açısına sahipler. Bina tasarımına hiç ‘kadın eli’ değmediğinden, son zamanlarda kadınların yaşamları ve beklentilerinde meydana gelen değişimin açtığı yeni imkânları keşfetmek istiyoruz.”
Bu sözlerin 40, dağılmalarınınsa 27 yıl sonrasında, Matrix’in hayatta kalan üyeleri, Londra sanat merkezi Barbacian’ın yeni Level G programının bir parçası olarak, etraftaki insanları eğlendirmek için tasarlanmış deneysel bir alan olan fuayedeki bir köşesiyi devraldı. Cinayeti, kadınların güvenliği konusunda ulusal bir hesaplaşmayı da beraberinde getiren Sarah Everard için son zamanlarda tutulan gece nöbetlerini takip eden ve sosyal, mekânsal adalet için düzenlenen Siyah Yaşamları Değerlidir protestolarından sonra yapılan bu kışkırtıcı gösterinin zamanlaması mükemmeldi.
How We Live Now (Şu an Nasıl Yaşıyoruz) adlı sergi, Birmingham Film ve Video Atölyesi’nin 1988’de Kanal 4’te gösterilen ve kadınların savaş sonrası şehir merkezinin bir parçası Paradise Circus‘ta -ada olarak tasarlanmış bir döner kavşakta, çevre yolu ile çevrelenmiş; metrolar, merdivenler ve yüksek seviyeli yürüyüş yolları ile erişilen bu yerde- gezinme deneyimlerini belgeleyen bir çalışmasıyla başlar. Daily Telegraph‘ta, filmden “amatörce, sıkıcı ve çılgın solcu kadınlarla dolu” bir şey beklediğini söyleyen bir eleştirmen, aksine, filmin arabaların hakim olduğu şehir planlamasının yol açtığı illetler karşısında sergilediği sağduyudan mest olmuştu. Filmin icracılarının “kasıtlı bir ayrım gözetmediklerini” belirten eleştirmen, onların basitçe “erkek mimarların kadınların binalarında gerçekte ne yaptıklarını ve neye ihtiyaç duyduklarını tasavvur etme konusundaki yetersizliklerini” gösterdiğini yazmıştı.
Bunun bir örneği de, serginin başka bir bölümünde gösterilen Essex Kadın Sığınağı. Erkek bir mimar tarafından tasarlanan blok, ziyadesiyle küçük bir ortak mutfaktan, merkezi ortak kullanım alanlarından tamamen ayrı olan ve pasif denetim için görsel veya işitsel bağlantısı olmayan çocuk oyun alanlarının konumuna kadar temel tüm ihtiyaçlardan yoksundu. Matrix, 1992’de merkezde çalıştı. Süregelen bir taktik haline gelen şeyi benimseyerek, çeşitli konfigürasyonları test etmek adına, kadınlara yeniden düzenleyebilecekleri farklı alanlardan büyük karton modeller sundu. Ayrıca, karşılaştırma yapmak adına mevcut alanı ölçmek için cetvel gibi işaretlenmiş şeritler kullandı.
Barbican’dan Jon Astbury ile serginin küratörlüğünü üstlenen Matrix’in kurucu üyelerinden Jos Boys, “basit teknikler kullandık”larını söylüyor; “Tüm bunlar yine de kadınlara proje yaratma sürecinin bir parçası olduğuklarını hissettirdi. Yaptıklarımızın kilit noktası, mimarlık dilini ve pratiğini uzman olmayanlar için daha şeffaf ve erişilebilir kılmaktı.”
Boys, şu an kulağa hayal edilemez bir topluluk eyleminin altın çağı gibi gelen şeyi tasvir ediyor: Katılımcı planlamasından, gecekondulaşma, işçi kooperatifleri ve teknik yardım merkezlerine kadar her şey vardı ve hepsinin ödeneği hazırdı. Matrix’in üzerinde çalıştığı şeylerin çoğu, 1986’da dönemin başbakanı Margaret Thatcher tarafından kaldırılmadan önce Ken Livingstone yönetimindeki Greater London Council tarafından finanse ediliyordu. Projeleri, Londra’nın doğusundaki Whitechapel’de çığır açan Jagonari kadın eğitim kaynakları merkezini kapsıyordu. Matrix, bir grup Güney Asyalı kadınla birlikte çalışarak onlar için sökülebilir modellerle atölyeler düzenledi. Kadınlardan kendi ülkelerinden beğendikleri binaların resimlerini getirmelerini istediler ve hangi yapı malzemelerini ve renkleri tercih ettiklerini tartışmak için onları bir brick picnic* yürüyüşüne çıkardılar.
1987’de tamamlanan ve şimdi bir çocuk bakım merkezine ev sahipliği yapan bina, Hinduizme veya İslama ait herhangi bir imgeyle kasıtlı olarak bağlantısı olmayan çeşitli Asya etkilerini bir araya getirdi. Tasarımda hem görsel olarak ilgi uyandırması hem de güvenlik sağlaması için pencereler üzerinde dekoratif metal kafesler, kapıların etrafında mozaik desenler, bodur tuvaletler ve toplu yemeklerde büyük tencereleri yıkamak için oturma lavaboları yer aldı. Binanın her bölümü, o günlerde çok nadir görülen tekerlekli sandalye erişimine de tamamen uygundu.
Müşterileri Solma Ahmed, otuz yıl sonra, Matrix’in geriye dönük olarak RIBA altın madalyasını alması için yapılan ve olumsuz sonuçlanan bir teklifi desteklemek için kaleme aldığı coşkulu bir övgüde, “Bizim gereksinimlerimizi tepeden bakmadan veya yargılamadan tam olarak anladılar,” diye yazdı. “O binada, özellikle Müslüman kadınlarla ilgili bazı efsaneleri yıkarken ihtiyacımız olanı da söyledik: Kadınların kültürel ve dini ihtiyaçlarına duyarlı güven, emniyet, çocuk bakımı… Matrix bunun için biçilmiş kaftandı.”
İnsanlar tarihin tozlu sayfalarında Matrix ile karşılaştığında bazen kendilerini feminist tasarımın tam olarak neye benzediğini sorarken bulabilir. Kadınlar tarafından tasarlanan ve inşa edilen bir şehri farklı kılan ne olurdu? Boys’a göre bu can alıcı noktayı gözden kaçırmak gibi. Onlar, feminist bir estetiği değil, insanların muhtelif ihtiyaç ve arzularını dikkate alan, “dünyadaki çeşitli varolma tarzlarının zenginliğini” somutlaştıran bir bakma, dinleme ve tasarlama biçimini teşvik ediyorlardı. Konu aynı zamanda gelip bunu kimin inşa edeceğine de dayanıyordu: Matrix’in çalışmalarının büyük bir kısmı inşaat sektörünün güzergâhlarını açıklayan ve eğitim kursları düzenleyen yayınlara, kılavuzlara ve etkinliklere ayrılmıştı.
Sayıları 12 ile 16 arasında değişen kooperatif üyelerinin hepsine aynı ücret ödendi ve kamu sektöründeki finansman çöktükçe modelleri ayakta kalmakta zorlandı. Akademiden restoran işletmeye, kendi mimarlık pratiklerini kurmaya kadar pek çok farklı şeye devam ederken kısa süreli ama hararetli kuvvetleri, özellikle de öğrenciler son yıllarda çalışmalarını yeniden keşfettikçe gelecek nesillere ilham verecekti. Şimdi talep o kadar fazla ki, Matrix’in uzun bir süredir baskısı tükenmiş haldeki 1984 baskısı ufuk açıcı kitapları Making Space: Women and the Man Made Environment [Alan Yaratmak: Çevreyi İnşa Eden Kadınlar ve Erkekler ], bu yıl Verso tarafından yeniden basılacak.
Serginin son bölümünde Winnie Herbstein gibi Matrix ruhunu canlı tutan mimarlar, sanatçılar ve film yapımcıları yer alıyor. Herbstein’ın inşaatta cinsiyetçi rollere dair varsayımları yıkan film yerleştirmesi Studwork (2018), Glasgow’un Women in Construction (İnşaattaki Kadınlar) kursuna ve Slaghammers feminist kaynak grubuna yer veriyor. Muf ve Public Works gibi sosyal odaklı pratikler, Part W ve Black Females in Architecture (Mimaride Siyah Kadınlar) gibi kampanya grupları ve serginin akıllı yapısını tasarlayan feminist tasarım kolektifi Edit de var. Artık kamu cüzdanından elde edilebilecek kaplar dolusu nakit olmayabilir, ancak, bu pratikler daha fazla dışlanmış, marjinal sesler için alan açmanın yollarını buluyor.
Matrix’in yazdığı gibi: “Tasarımcılar, bilinçli veya bilinçsiz olarak, toplumun nasıl işlediğine, kime veya neye değer verildiğine, kimin neyi yaptığına ve kimin nereye gittiğine dair bir dizi fikir doğrultusunda çalışırlar.” Asıl mesele, kimlerin dahil olduğu, kimlerin değerlerine öncelik verdiğimiz ve nasıl bir dünya yaratmak istediğimizdir.
How We Live Now, 23 Aralık’a kadar Londra, Barbican’da.
*brick picnic: Masalar, banklar ve tuğladan yapılmış barbekü içeren piknik alanı.
Ana görsel: 1990’larda Matrix’in öncü üyeleri (Mo Hildenbrand, Sheelagh McManus, Raechel Ferguson (arka sıra); Janie Grote, Annie-Louise Phiri, Julia Dwyer (ön sıra). Fotoğraf: Jenny Burgen