Seher Teyze bizim göçmen hayatımızda ayrı düştüğümüz anneannenin yerine geçmişti sanırım. Yanında kendimi hep çok iyi hissettim. Apartman dairelerinde yaşayan çekirdek ailelerin çocukları anne ve babaya fazla maruz kalmanın sıkıntısını çekerler bazen, Seher Teyze’nin karşı kapıdaki varlığı bana kaçacak güzel bir delik vermişti sanırım. Sık sık yaşadığımız mahallenin yakınlarında apartmanlarla çevrili bir koruya gittiğimizi hatırlıyorum (Bir zamanlar İstanbul mahalleleri arasında böyle ağaçlı yeşilli nefeslik alanlar vardı, şanslıydık). O, korudan çoğu eski yağ tenekesinden bozma saksılara dikeceği çiçekler için toprak aldığını hatırlıyorum. Benim elime de bir kova tutuşturduğunu. Karınca kararınca ben de toprak taşırdım. Ağaçların arasında onunla gezinirken kendimi kırmızı başlıklı kız masalında gibi hissederdim. Ama saadetli versiyonunda. Düşünün hem ormandasınız hem de kurtlarla karşılaşsanız bile anneanneniz yanınızda. Çiçeklerden hatırladığımsa sardunyalar, kasımpatları. Teneke kutulardan da en çok sarı sarı Vita kutuları.
Bulunduğu ortamlara kadınca elini değdirmeyi bilen ve bundan da keyif alan bir kadındı. Her Perşembe gittiği semt pazarında alışveriş yaptığı pazarcılara şapka örmüşlüğü vardır. “Pazara gittiğimde benim adamları şapkalarından tanımak için”, diye de kendini ve durumu ti’ye alırdı, gülerdik. Onunla hiç pazara gitme fırsatım olmadı ama evinde kalan yünlerden bana da sayısız atkı, şapka, yelek ördüğünü hatırlıyorum. Ve tıpkı maharetle ilmek atar gibi kaşla göz arasında bana okumayı öğrettiğini. Baş başa kaldığımız zamanlarda dikkatini benden alıp gazetesine vermesini kaldıramazdım. Haberlere sesli tepkiler vererek okuması da cabasıydı. Cık cık, bak hele, vay vay vay… Okudukları belli ki benim varlığımdan daha keyifliydi, ben de hiç rekabete girmedim ama gazeteyle arasına girmeyi nasılsa başarmıştım. O da sağolsun beni uzaklaştırmadı ve ben öylece okumayı sökmüş bulundum. Adının ilk harfi S’yi tersinden yazacak kadar yazmaktan uzak olduğunu neden sonra fark ettim. Kim bilir belki de o ters “S” harfi, hikayeleri tersinden yazmak gerektiğine dair bir işaretti. Yani kadının tarihe, yazıya, siyasete ve hayatın her alanına sinmiş aksanlı varoluşuna dair bir iz. Harfteki tersinmeyi benimsedim sanırım.
Anlatayım.
İlk ev arkadaşım Nilüfer, adına benzer; suyun üstünde yürüyerek memleketine varmış deseler şaşırmam. Kendisiyle seneler önce amatör bir tiyatro grubunda tanıştım. Üzerinde lacivert fitilli kadifeden askılı bir etek, kırmızılı ekose gömlek ve süet hush puppies botları vardı. Çoraplarsa hep rengarenk. Mia Farrow stili yana taradığı sarı kısa saçlarının altında neşe ve merakla bakan bir çift göz de cabası. İktisat eğitimini yeni bitirmiş, tekstil sektöründe çalışmaya başlamış, hafta sonları da göz ağrısı tiyatroya vakit ayırmaya çalışan genç bir kadındı. İktisattan arkadaşlarıyla okul bittiğinde tuttukları eve ilk gidişimi unutamam. Dünya yüzünde yerçekimsiz bir alan gibiydi. Kadın neşe ve dayanışmasıyla donanmış bir evin tadına ilk o evde vardım. Dört kadının dördüne de anında meftun oldum desem abartmamış olurum. Her biri başka güzel ve dünya olan Habibe, Tülin ve Zeynep her daim süper-kahramanlarım olarak kaldılar. Nilüfer’in arkadaşları arasında ortaya çıkan o benzersiz neşesinin peşine takılıp memleketinde bir köy düğününe gittiğimde anladım asıl sırrını. Horon. Gecenin geç saatleri, kazanlar dolusu yemekler yenmiş, kimi genç erkekler kuytuda içmekten sallanır olmuş, kemençeci ayaküstü uydurduğu manileri karıştırmaya başlamış, ezcümle, düğün dernek dağılmak üzereyken horonun başına geçti nasıl olduysa. O dans ederken kemençeyi duymaz oldum. Bir ileri bir geri yeri döven adımlarından davul sesleri geliyordu sanki, yerle gök arasında gidip gelen bir baloncuk bulup içine girmiş de biz fanilerden de büsbütün ayrılmamaya çalışan bir vecd hali. O danstan sonra Nilüfer bana ne dese inandım, nereye çağırsa gittim ve hiç yanılmadım.
Bir “S” olsa Nilüfer, kuyruğuna aksan takıp onu “Ş” yapar sanki. Hem şamanın Ş’si olsun diye hem de kavislerden kayarken kuyruğuna basıp tramplen yapmak için. Horonumuz hiç bitmesin.
Artık aramızda olmayan sevgili Özlem de yoldaşımdı. Sırasıyla psikoloji, sosyoloji ve radyo-tv-film eğitimi almıştı. Özlem’le birlikte sayısız metin okuduk, film seyrettik ve şehirde gezdik. Ama en çok da Özlem’in ilgilendiği bir şey ya da birine yönelen ısrarlı bakışlarından etkilenirdim. Nerede olursa olsun bir şey dikkatini çekmişse akışı durdurur bakardı. Aramızda şaka konusuydu bu ama kadınların kamusal alanda nasıl da bakmaktan çekindiklerini onun varlığında sezdim. Kadın cinsi dediğin caddede sokakta telaşla yürür, gideceği yere odaklanır, binalara, bedenlere, çiçeğe böceğe, seslere fazla yüz vermeden süzülürdü. Özlem söz konusu olduğunda ise nerede ne zaman ne için durup neye bakacağınızı bilemezdiniz. Yolun kendisi apayrı bir maceraya dönüşürdü.
Bir “S” olsa Özlem ve onu da kendi yazmaya kalksa kuyruğuna gelmeden kıvrımlarından birinde durur bakar olurdu. Yıldızlara yazılsın.
Bir başka yol arkadaşım da Zehra. Zehra’yı Boğaziçi kadın grubunda tanıdım. Önce fısıltısı geldi, “aramızda türbanlı bir arkadaş var, evli olduğu için bütün toplantılara katılamıyor”. Zehra toplantıya geldiğinde en çok onunla güldüğümü hatırlıyorum. Kahkahasında dünyayı yerinden oynatacak bir avaz saklandığını sezmiştim. İlkokulun ilk üç senesini okuduktan sonra okuldan alındığını ve yaşıtlarından boylu poslu olup erken serpildiği için de 14’üne varmadan evlendirildiğini sonraları öğrendim. Eşsiz azmi ve çalışkanlığı ile tüm diplomaları evlendikten sonra dışardan almış, üstüne üstlük de ancak nadide okullarda okuyan kalburüstü ailelerin kızlarının girebildiği Boğaziçi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştı. Kadının isterse neler yapabileceğini gösteren canlı bir abide olarak aramızda dolaşıyordu. Son sınıfa gelmeden Zehra kaderini değiştirecek başka şeyler de yaptı ve eğitimine önce New York, sonra da Paris’in seçkin okullarında devam etti. Sosyoloji, antropoloji, edebiyat ve tarih alanında çok önemli çalışmalar yapmasının yanı sıra, toplum bilimin temel eserlerinden bazılarını eşsiz Türkçe’siyle dilimize kazandırdı. Zehra’nın çalışmaları, yaşam mücadelesi ve kahkahasından başka en çok da okurluğundan etkilenmişimdir. Bir metni eline aldığında sanki ıssız bir adadaymış da o metnin şifrelerini, meramını kendisinden başka çözecek kimse yokmuş gibi okur. Kulağına fısıldanan bir sırmış gibi okuduğu harflerden süzülen anlamlara dikkat kesilir, o harflerin zihninden başka bir de bedeninde dolaşmasına izin verir. Önem verip de Zehra’ya okutmadığım hiçbir metnim yoktur. O “bu olmuş, Halide” derse dünyalar benim olur.
Bir harfe dönüşse Zehra, kancaları birbirine geçmiş birkaç tane “S” olarak zuhur eder eminim, kadınlığında birkaç hayatı kucaklamaya yetecek bir neşeyle üstelik. Dostluğuyla mükafatlı olduğum için çok şanslıyım, bin yaşasın.
Ruken’le ise uzak diyarlarda tanıştım. Uzunca bir zaman yok olup, bir gün çıkagelip evinizde pencereyi açan, odayı havalandıran, ocağa çay koyandır o. Bir dahaki gelişine kadar pencereyi de çayın altını da açık bırakmak istersiniz. Yazı ve memleket çilesinin bizi bir buluşturup bir ayrı düşüreceğini bilmezdik ya da bilmezden gelirdik o zamanlar. Birbirimize annelerimizi anlatmayı sevdik en çok. Diyarbakır küçelerini avucunun içi gibi bilen Zübeyde Hanım’la Saraybosna korzolarının müdavimi Yasemin’i buluşturdu muhabbetimiz. Onun güzelim araştırmasından en çok, mesafeli olduğum tarihsel arşivlerinin ehil ellerde nasıl ete kemiğe büründüğünü, yalazlandığını öğrendim. Bir de antropolojinin epeydir ihmal ettiği akrabalık ilişkilerinin iliklerimize kadar bizi, siyasi hayatımızı belirlediği gerçeğini. Ayrıca uzun zaman boyunca adeta sınıf körü bir halde yaşadığımı da yine Ruken’in zihniyle dokunduğu her olguyu anında tayflarına ayıran eşsiz bakışından doğru kavradım.
Bir “S” olsa Ruken, öncelikle bunun doğru yazılıp yazılmadığından şüphe duyar. “R” ve “Ş” ile bitişikliği üzerine düşünür ve bu “S”nin rezonanslı, cinsiyetli, sınıflı, etnili şecerisini ne yapar eder çıkarır ve tane tane anlatır. Hocalık bu kadar mı yakışır! Öğrencisi, arkadaşı olduğum için bin şanslıyım.
Zeynep antropoloji disiplinine nasip olmuş bir başka eşsiz zekâ ve yetenektir. En dramatik olanından en sıradan olanına kadar her durumun ve duygunun taşıdığı hikâye ve kahkaha damarını elinin tersiyle bulur ve o çok sevdiğim müstehzi edasıyla önünüze serdeder. Şifa niyetine. O, canınızı en sıkan konudan dahi ne yapıp ne edip sizi sağ salim ve tebessümle çıkarandır. Zeynep’le geçen zaman, konu ve durum ne olursa olsun, uzamda ve zamanda çok özel bir an yaşadığınız hissi kalır. Anı imler, ironiyi bulur, şifreleri çözer. Benzersiz kumaşı janjanlıdır; hafiyeliğin ve şifacılığın dokusu iç içedir adeta. Belki de ancak annelere nasip olan bir sadelik ve hafiflikle hem de. Pek çok şeyin yanısıra kendisinden özellikle görsel düşünmeyi öğrenmeye çalışıyorum. Zeynep’in tek bir fotoğraftan dahi külliyat çıkarmaya yetecek kadar içgörüsü, donanımı ve araştırma azmi var. İkinci adı da Devrim ya, biricik kızına kendi soyadını verdi. Sayısız bürokratik sorunlara yol açmasına rağmen bunu anasoylu akrabalık ilişkisini hayata geçirme gayreti açısından ve kadının adını silmeye çalışan düzeneğe karşı çok anlamlı buluyorum. Ayrıca Zeynep’in anneannesinden söz etmesini ve buralardan hem şimdiki hayatına hem de biricik kızı Ada’yı nasıl yetiştirmesi gerektiğine dair bir ilmek şifresi araması vardır, çok hoştur.Tüm önemli anlarda, başımız sıkışınca yüreğimiz daralınca Şükriye Hanım’ın konuya dair özlü bir deyişini hatırlar, cömertçe paylaşır. Bir anneanne bilgeliğine sığınırız. Biliriz ki neye üzülsek içinde bulunduğumuz ve benzeri durumların mislisini atlatmış bilge bir kadın var önümüzde. Rahmetle anarım.
Bir “S” olsa Zeynep, kancaları birbirine tutturulmuş “S” zincirlerinden bir atlas yapar. Bir deseni Şükriye Hanımsa, diğer yanında Ada ve aynı zamanda sayısız insanın sararmış siyah beyaz fotoğraflara gömülmüş ve sözsüz bırakılmış hayatlarına ses veren eşsiz ve onurlu bir gayretin cisimleşmiş hali olarak kendisi durur. Bu atlasın bir parçası olmaktan gurur duyuyorum. Çok ama çok şanslıyım.
Son olarak ömrümün son yedi küsur senesini geçirdiğim Safranbolu’da karşıma çıkan eşsiz üç kadın arkadaştan söz etmek istiyorum. Ergül, Gül ve Selmin.
Ergül’ü şahane mekânı Taşev’de tanıdım. Buraya gelişimin ilk senesi dolmamıştı henüz. İstanbul geçmişimizden konuştuk, benzer yerlerde gezmiş nasılsa birbirimizle tanışmamıştık. Nasip Safranbolu’ymuş dedik karşılıklı gülerek. Nitekim hemen arkadaş olduk, neşemizi hüznümüzü paylaşmaya başladık. Bazı kadınları görür görmez tanırsınız; dağarımızda biriktirdiğimiz kadın dostluğunun bütün işaretlerini taşırlar. Ergül’le fincan fincan kahve içmişliğimiz var ama en çok da 2015 senesi karlı bir kış günü Taşev’e gittiğimde bana bahçedeki ağaçların hikâyesini anlatışını hatırlarım. Hikâyelerin çoğunu unuttum ama o gün onun anlattıklarından aklımda kalan bu şehirde anlaşılmayı ve anlatılmayı bekleyen bir hayat olduğuna dair güçlü bir histi. Bunu Ergül bilge duruşuyla bana ustaca ve üzerime gelmeden usulca hissettirmişti. Nitekim çok geçmeden Ergül, beni Safranbolu’daki en büyük dikili ağacıyla tanıştırdı, Gül. Gül’ün mekânına ilk girdiğimde, sofrasına oturduğumda memleketin hanımefendilik adına biriktirdiği ne kadar haslet varsa hepsinin cisimleştiği bir huzurda olduğum hissine kapıldım. Üstelik insana ağırlık vermeyen bir görgünün, adap usul bilmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırladım. Aradan geçen zamanda da hiç yanılmadığımı anladım. Dünyanın kendi payına düşen şifrelerini kendi bahçelerinde, güzelim mekânlarında zerafetle yeniden düzenleyen kadınlardı ikisi de. Şanslıydım. Sonra sahneye ortak dostları Selmin girdi. Selmin, Gül’ün Safranbolu’da kurduğu hayata imrenip buraya yerleşme kararını alan güçlü bir başka kadındı. Selmin’in mesleğini uluslararası düzeyde de başarıyla icra etmeye yeterli olmasından başka, eşsiz enerjisinde, neşesinde, bilgisinde gözümüze değil Safranbolu’yu, dünyanın bulunduğu her köşesini bayındır edecek bir kudret barındırdığını sezmenin sevincini yaşadım.
Ergül, Gül ve Selmin’den bir “S” harfi hayal etsem, bu Safranbolu’nun S’si olur öncelikle. Bana demir attığım bu mekânda kadın dostluğu, bilgeliği ve neşesini cömertçe sundukları, paylaştıkları için çok şanslıyım.
Kadın dayanışması yaşatır!
Ana görsel: Joanna Helander, Ladies Looking, Ruda Śląska, 1977