ABD’de olaylar hızlı gelişiyor. Weinstein’a dava açan New York başsavcısı 4 kadının cinsel taciz suçlamaları sonrası istifa etti. Birkaç hafta evvel Pulitzer ödüllü yazar Junot Diaz, çocukken tanıdığı bir büyüğü tarafından tecavüz edilmesini ve hayatı boyunca bu ihlalin travmasıyla nasıl yaşadığını anlattığı bir yazı yazdı (çevirisi burada). Bu metni birkaç açıdan önemli buldum. Tecavüz deneyimini paylaşmak ve bunu kamusal alanda yapmak müthiş zor bir iş. Bir erkeğin, hele de ünlüyse, tecavüz hikayesini anlatmasıyse oldukça nadir rastlanan bir durum. Bu yazıyla beraber Junot Diaz göçmen topluluklarda çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının gerçekleşme ihtimalinin diğer topluluklara oranla daha yüksek olduğuna ve bu durumun tarihselliğine dikkat çekiyor. Bir de tabii, hayatta istediğiniz kadar ‘başarılı’ olun, isim yapın, ödüller alın, maskenin ardında kalanlar, yani yüzleşemedikleriniz hep peşinizden geliyor. Bir ruhun ve bedenin dünyada duyumsadığı herşeye pencere oluşturan bu türden bir ihlali menteşelerinden söküp kendine yeni bir manzara açmasının koşullarına dair iyi bir fikir ediniyoruz.
Yazıda Diaz’ın maruz kaldığı ihlalin, tecavüzün bedeni ve ruhu nasıl parçaladığına dair pek çok düşündürücü, sarsıcı ifade var. Çektiği ıstırabın yanında sarsıcı olan bir şey daha var ama: Aradan geçen yıllar içinde hayatlarına girdiği kadınlara kendi travmasının bedelini ödetişi. Metin boyunca pek çok kadını kendi iyileşmesinin aracı gibi gördüğü, onların sevgisine aç ve hatta muhtaçken diğer yandan onları nasıl kandırdığını, kalplerini kırdığını, samimiyeti ve duygusal bağı sürekli reddederken onları maruz bıraktığı ihmali okuyoruz. Metin kendi yaşadığı ihlalin bedelini ödeyen bu kadınların duygulanışlarını, hikayelerini kavrayamadan ilerliyor; onları geri planda, sahnenin duvarlarında asılı çerçevelere mahkum ederek, ve nihayetinde, ‘itiraf’ını esasen okurlarına, yani hayranlarına seslenerek kuruyor.
Yazının yayımlanmasının hemen ertesinde iki tane gönlüme su serpen değerlendirme okudum. İçimde, perdelerin arkasında beliren o ‘peki buradaki kadınlara ne oldu’ sorusunu dert edinmiş ve üstüne düşünmüş iki metin. İkisi de Diaz’ı dürüstlüğü ve cesareti için tebrik ederek başlıyor. The Black Youth Project yazısında, sonunda bir erkek çıkıp da #MeToo kampanyasına katıldığında, ondan daha fazlasını istemek, onu eleştirmek boktan bir davranışmış gibi görünüyor ama benim kuşkulu ve mütereddit halimin de bir tarihselliği var diyerek yazısına devam ediyor: “Siyah ve kahverengi tenli kadınlar, trans ve kuir dahil olmak üzere, aile içinde, arkadaşlık ilişkilerinde ve travmatize olmuş adamlarla kurdukları romantik ilişkilerde hep onların hikayelerinde dipnotlara yerleşen yük hayvanı muamelesi görüyorlar, ve onların hayat yolculuklarında şiddete ve saçmalıklarına maruz kalan öncelikli muhatap oluyorlar. Bir erkeğin ıstırabının, acısının, kaybının ve karanlığının ölçüsü, iskelesi, ışığı, sahnesi ve finansal desteği oluyoruz. Ve eğer bir iyileşme yolundalarsa onların aydınlanma, öğrenme, şifa ve büyüme aracı. Bizim duygularımızsa sürekli öteleniyor ya da indirgeniyor. Eğer hesap vermeye, iyileşmeye itersek onları, ya da onların travmalarından kaynaklı davranışlarından ötürü incindiğimizde tepki verirsek, sanki hatalı olan bizmişiz gibi hissettiriliyoruz. … Bu yükleniş, sanki bir erdemmiş gibi biz kadınların boğazından aşağı tıkılıyor.” Black Youth Project, Diaz’ın metninde tarif ettiği kadınların hepsinin beyaz olmayan kadınlar olduğuna dikkat çekiyor; yani hepsinin kendi sömürge tarihleri ve üstüne binen cinsel ve başka türlü şiddet geçmişleri var.
Daha yeni okuduğum bir başka kişisel anlatıdan, itiraftan bir alıntı tam yerine oturacak. Black Panther hareketinin uzun yıllar sözcülüğünü yapmış liderlerinden biri olan Eldridge Cleaver’ın Soul on Ice (Askıda Ruhlar, 1968) adlı kitabı 1950’lerde uyuşturucudan hapse girdiğinde yazdığı yazı ve mektuplarla başlayıp, Marksizm, ateizm, Allah, siyah özgürlük hareketi ve diğer politik meselelerle ilgili uyanışlarıyla devam ediyor. Kitabın başından itibaren odak noktasında olan ve çözümlemeye çalıştığı konulardan biri de beyaz kadınlara duyduğu hayranlık ve nefret. Cleaver şöyle yazıyor: “Bir noktada beyaz kadınlara yönelik acımasız ve tavizsiz bir tavır takınmam gerektiğine ikna oldum. … Ve bir tecavüzcü oldum. Tekniğimi ve modus operandimi geliştirmek için gettodaki siyah kadınlardan başladım – siyah gettonun, karanlık ve dehşetli eylemleri normun dışına sapma olarak değil de, gündelik hayatın kötücüllüğünün bir parçası olarak kabul eden halinden faydalandım. Yeterince deneyim edindiğimdeyse beyaz kadınlara geçtim.” Bu satırları 25 Haziran 1965’te Folsom Hapishanesi’nde yazıyor. Bugün bu cümleleri Türkçeye çevirirken benim ellerim titriyor, bu korkunç ‘politik tavra’ maruz kalan kadınlar kim bilir neler yaşadı?
Bu isimsiz kadınlar neredeler, onları dinleyen, anan var mı? Cleaver’ın, Diaz’ın onları maruz bıraktığı sevgisizliği, hoyratlığı ve öfkeyi ifade edebildiler mi? Yokda kendi kırgınlıklarını, öfkelerini lanetli bir miras gibi başkalarına mı aktardılar? Nasıl yollar çizdiler kendilerine? Keşke onların süreçlerine dair, hasar görmüş bir adamın travmasını onun için taşıyan kadınların hayatlarına dair bir şeyler duyabilsek…
Bahsettiğim diğer metnin yazarı Maiysha Kai değerlendirmesinde bize kendi deneyiminden hareketle fikir veriyor aslında: “Bunca hasarlı adamla yaşadığım ilişkiden sonra en azından şu an için görülmeye, sevilmeye katlanmam mümkün değil. Tam da Diaz’ın yazdığı, ‘Tipik travma psikolojisi: yaklaş ve çekil, yaklaş ve çekil. Ve süreçte birilerinin canını yakıyordum tabii,’ durumundan ötürü. Kimseye böyle bir acı yaşatmak istemediğim için kendimi ilişkilerden uzak tutuyorum.” Ve devam ediyor: “Her kadın adına konuşamam elbette ama bence kadınlar çoğunlukla, yaşadıkları travmanın bedelini öncelikli olarak kendilerine ödetiyorlar. Böyle bir travmadan hayatta kalmış kadınlar da romantik ve cinsel ilişkiler vasıtasıyla onaylanma peşindeler, ama o onaylanma sürecinde yakınlığı, samimiyeti reddetmiyor bilakis kucaklıyorlar. … Erkeklerin kayıtsızlığı, ihmalciliğiyse sürekliliğiyle birlikte zulme dönüşüyor.” Pek çok kadının aklından geçen ve okurken kafa sallayacağını düşündüğüm bir durumu da şöyle ifade ediyor Kai: “Hayatı kompartmanlara ayırarak yaşamak genelde erkeklere ayrılmış bir imtiyaz.”
Diaz’ın yazısını birkaç defa okudum ve içimde palazlanan, bir türlü sükun bulmayan o rahatsızlığın peşine düştükleri, huzursuzluğumun sebebini bu kadar güzel dillendirdikleri için bu kadınlara minnettarım. İki hafta evvel başka bir gelişme oldu: Yazar ve profesör Zinzi Clemmons 26 yaşındayken düzenlediği bir yazarlık atölyesinde Junot Diaz’ın kendisini zorla öptüğünü açıkladı. Üstüne başka kadınlardan, Diaz’ın o bahsettiği öfke nöbetlerinin bir yüzüne maruz kalan kadınlardan sesler yükseldi. Yıllarca mücadelenin sonunda kendimize açtığımız kamusal alanın ve biriktirdiğimiz, birbirimizden devşirdiğimiz o alanı kullanma cesaretimizin bir sonucu bu.
Peki, sizin deneyimleriniz ne söylüyor? Bir yandan böyle hikayeleri duymaya açken, diğer yandan bu anlatıların dipnotu, isimsiz sahne dekoru olmak sizlere ne ifade ediyor? Başka ne şekillerde yaşıyoruz ve taşıyoruz bu adamların travmalarını, hoyratlığını, ihmalciliğini?
Zinzie Clemmons’ın iddia ettiği gibi Diaz’ın zaten afişe olacağı için önce kendisinin herşeyi ortaya dökmesi, olayların ya da yazının sahiciliğinden ne eksiltiyor tam olarak? İtiraf, kendini afişe etme nasıl bir eylemliliği talep ediyor? Kendini açmak, samimiyet nasıl bir dil, bir ilişkilenme biçimi gerektiriyor?
Diaz’ın yazısının sonunda vurguladığı, eyleme geçmek için hakikatin söylenmesi gerektiği fikri bizi neremizden vuruyor? Biz ne tür bir dürüstlüğün peşinde, nasıl bir iyileşme talep ediyoruz?
Ana görsel: Heumarkt Köln’de bir ip cambazı, 1946.