“Biz insanlar bir çok yanılma payı, zayıflığı, kusuru olan ama ayrıca çok büyük bir esneklik ve yaratıcılığa sahip hafıza sistemleriyle dünyaya geldik.” Oliver Sacks

KÜLTÜR

Santiago Şili Seyahati

 

24 yaşındayım. Buenos Aires’te okuyorum.  Bir gece bir türlü uyku tutmamış evde Patricio Guzman’nın Nostalgia a la Luz (ışığa özlem) belgeselini izliyorum. Chacabuco toplama kamplarında, Pinochet’nin askerleri tarafından işkence edilip acımasızca öldürülen 3200 siyasi hükümlünün kemikleri, Atacama çölünde kumlara karışmış. Çölde hiç bir şey kaybolmuyor, yakınlarının “parçalarını” arayan kadınlar her gün gelip sonsuz kumları, kürekleri ve elleriyle kazıyorlar.

 

Buenos Aires’ten Şili’ye gitmek o zamana kadar hiç aklıma gelmemiş, Neruda’nın ve Bolaño’nun ülkesi nedense bana çok uzak. Belgesel bitiyor. Ama gece hala uzun. Pinochet öncesi, Şili’yi düşünüyorum: insanların, aralarından canavarların çıkabileceğine daha bir türlü ihtimal vermedikleri ve umudun karanlığı bastırdığı zamanları.

 

Yüksek lisans programında, Şili’li Valparaiso’lu bir arkadaşım var. Adı Tamara. Bir kere ders sonrası beni, San Telmo’daki bir milongaya götürmüş, çantasından çok kullanılmaktan yıpranmış bir çift tango ayakkabısı çıkarıp siyah elbisesinin altına giymişti. Carlos Gardel’in eski bir plağının, sahnenin kenarında duran ufak ahşap bir masada çaldığı bu milonga, daha önce gittiklerime hiç benzemiyor. İçeride bir tek turist bile yok, salonun ortasında bir kaç yaşlı çift aralarında gülüşüp konuşuyorlar. Tamara’nın hocası 78 yaşında bir gözü katarakttan ötürü görmeyen Miguel ve onun arkadaşları salı ve perşembe akşamları iki saatliğine bu ufak salonda buluşuyorlarmış. O akşam, ders bittiğinde ikisi masaya gelmişler bir şişe şarabı bir çırpıda bitirivermişlerdi. Tamara, bize doğup büyüdüğü Valparaiso’yu, ve hala orada yaşayan tango tutkunu anneannesi ve dedesini anlatmıştı. Gecenin sonunda San Telmo’dan Palermo’daki evime dönmek için bindiğim 64 No’lu otobüste kafamı cama yaslayıp Tamara’nın bütün dünya kıyılarının kraliçesi diyerek (reina de todas las costas del mundo) özlemini çektiği şehrini hayal etmiştim.

 

Evde geçirdiğim o uzun gece, Guzman’nın belgeselinde gördüklerimden sonra insanlığa olan inancım en alt seviyedeyken öylece uyumak istememiştim. Birden aklıma Tamara’nın o gece mutlaka izlemem için tavsiye ettiği Joris Ivens ve Chris Marker’ın “A Valparaiso” belgeseli geldi. Youtube’da bulduğum yarım saatlik belgeseli izledikten sonra çok heyecanlandığımı ve mutlaka Valparaiso’ya gitmem gerektiğini düşünerek uykuya dalmıştım.

 

Ağustos geldiğinde, Türkiye’de herkes yazlıklara doluşmuş güneşin ve denizin keyfini çıkarırken, Buenos Aires çok soğuk. Sınavlar sonrası dönem bittiğinde, kış tatili başlayınca ben de biletimi aldım. Sürekli seferleri rötar yapan veya daha da kötüsü iptal olan Aerolineas Argentinas’la ilk olarak Mendoza’ya uçup, daha sonra Şili havayolu şirketi LAN’la Santiago’ya gidecektim. Kafamda, Santiago’da üç gece kalıp devamında otobüsle Valparaiso’ya geçmek vardı. Bu yazıyı, bu seyahati gerçekleştirdikten beş sene sonra yazıyor olmamdan ötürü, şimdi sadece hafızama güvenmek zorundayım. Geçmişteki seyahatlerimi hatırlamak istediğimde kendimi günlük tutmamaktan ötürü çok suçluyorum. Şu an benim için Şili’ye dair her şey epey bulanık. Neyse ki, hafızamın bir köşesinde saklanan bazı görüntülerin gerçek ve bana ait olduklarını destekleyecek somut kanıtlarım var ve hepsi masada önümde duruyorlar: seyahat boyunca topladığım haritalar, otel, müze, lokanta broşürleri, pastane peçeteleri, otobüs uçak biletleri ve çektiğim fotoğraflar.

 

Masanın üstündekilere bakarken aklıma Yunanlı şair Simonides’in hikayesi geliyor. Katıldığı bir ziyafetle ilgili şiir yazması istenen şair dışarı çıktığında ziyafetin yapıldığı binanın çatısı çöker ve herkes yıkıntıların altında kalır. Geri salona girdiğinde odanın belli köşelerine, kolonlara iyice odaklandığında ziyafete katılanları oturdukları yerleri düşünerek hatırlayabildiğini fark eder. Hayalimizde söz konusu mekanın belirli noktalarını ziyaret ettiğimizde hatırlamak istediğimiz olayları, anları, kişileri anımsamamızı sağlayan daha sonra Cicero’nun geliştirdiği bu teknik palacio de la memoria (hafıza sarayı) olarak da biliniyor. Şimdi Simonides’in salonun kolonlarına odaklandığı gibi önümde duran kalıntılara odaklanarak bir seyahat boyunca gördüklerimi ve neler düşündüğümü biraz olsun hatırlayabilir miyim? Artık ne yaparsam yapayım önümde duran bütün bu ıvır zıvıra bakarak şimdiki zamanın sesiyle geçmişi kurgulamak zorundayım. Yazacağım her cümle hafızamda yaptığım yeni bir yolculuğun bir parçası olacak.

 

Güneşin çekilmesiyle kararmaya başlayan odamda, masa lambamı açıp Santiago şehir haritasını elime aldım. Gözlerimi dikkatli bir şekilde üzerinde gezdirdiğimde, Metro (M) işaretine yakın bir sokağı siyah keçeli kalemle işaretledim. Burası sabaha karşı, Santiago Arturo Benitez Havaalanından, taksiyle gelip, yerleştiğim şehir merkezindeki otel.

 

Odaya yerleşir yerleşmez, masanın ucuna yerleştirilmiş su ısıtıcısında ısıttığım suyla kendime kahve hazırladım. Kahveyi içerken gideceğim yerleri acele bir şekilde bir kağıda yazmıştım. Otelden çıkmadan evvel, yazdığım yerlerin isimlerinin altına, kapıda duran görevli benim için çok anlaşılmayan bir el yazısıyla adresleri eklemişti. Kendimi bir an önce dışarı atmak için hazırdım. Bir pazartesi sabahı olduğu için sokakların çok kalabalık olduğunu hatırlıyorum. Ben arabalara, dükkanların vitrinlerine bakarken, yağan yağmurdan korunmak için takım elbiseli, siyah şemsiyeli ve ellerinde Türkiye’de görmeye alışık olduğum Bond çantalarıyla telaşla yürüyen bir sürü adam geçiyordu. Elimde, yağmurdan ıslanmış adres listesiyle ne yapmak istediğime bir türlü karar veremeyip geçen kalabalığı incelemek için bir banka oturmuş geçenleri izlerken birden dünyanın neresine gidersem gideyim, işlek bir meydanın kaldırımlarına iliştirilmiş, bir bankta göreceğim görüntünün, bugün o meydanda gördüklerimin aynısı olacağını hissettiğimi anımsıyorum. Yalnız başıma çıktığım bu yolculukta, bunları düşünürken kalabalık bana bir sıcaklık hissi vermiş güvende hissettirmişti. Uzun süre yerimden kalkamayıp, dalıp gitmiştim.

 

Şimdi masamın üzerinde duran Kolomb öncesi sanat müzesinde çektiğim fotoğraflarla, rulo yapıp lastiklediğim bazı alışveriş fişleri gözüme ilişiyor. Müzeye gitmeden evvel, Tamara’nın tavsiye ettiği Simon Bolivar üzerinde Que Leo (Ne okusam) adlı kitapçıya uğramışım. Kitapçı faturasında bir kitap aldığımı görüyorum. Burada hem yağmurdan korunmak için hem de Bolaño’ya ait elimde olmayan bir kaç kitaba bakmak için epey bir vakit geçirmiştim. O sene Buenos Aires’te, Bolaño’nun Nocturno de Chile’sini okuyup sonrasında da Borges’in yıllarca çalıştığı Arjantin Milli Kütüphanesinde yazarın üçüncü romanı olan La literatura nazi en America (Amerika’daki nazi edebiyatı) ile ilgili yapılan bir konuşmayı dinlemiştim. Bolaño’nun daha okumadığım bir çok kitabı vardı, özellikle arkadaşlarımın ısrarla tavsiye ettiği Vahşi Hafiyeler’i (Los detectives salvajes) çok merak ediyordum. Ama o sabah kitapçıda, elim bir türlü Bolaño’nun romanlarına ve öykülerine gitmedi. Yazarın doğduğu ülkedeydim. Sanki onu oracıkta görmek istiyordum. Mesela, karşımda insanların rahat bir şekilde kitapları incelemesi için yerleştirilmiş deri koltuklardan birinde oturmalıydı. Yanına gittiğimde hiç şaşırmadan bana bir şeyler söylemeliydi. Bu söyledikleri, şehrin sokaklarında bir arayış içerisindeki halimi sakinleştirip, gördüklerimi sorgulamama yardım edecek kısa ve öz bir şeyler olmalıydı. Şimdi bu yüzden desem de o an kesinlikle bilinçsizce, Anagrama yayınevinden çıkan La Universidad Desconocida (Bilinmeyen Üniversite) adlı bir şiir kitabına gözüm takıldı. Orada okuduğum ve bu yazıya başlamadan önce evde kitaplıktan çıkarıp sayfası kıvrılmış bir şekilde bulduğum şiire bakıyorum. Sayfaya bir metro bileti iliştirmişim. Tekrar okuyorum. Şiir, Simonides’in baktığı ziyafet salonu gibi kendini ele veriyor. O günün geri kalanında gördüklerim, düşündüklerim aklıma geliyor.

 

Dentro de mil años no quedará nada

de cuanto se ha escrito en este siglo.

Leerán frases sueltas, huellas

de mujeres perdidas,

fragmentos de niños inmóviles,

tus ojos lentos y verdes

simplemente no existirán.

Será como la Antología Griega,

aún más distante,

como una playa en invierno

para otro asombro y otra indiferencia.

 

******

 

Bin yıl içerisinde

Bu yüzyılda yazılan şeylere dair hiç bir şey kalmayacak

Kaybolmuş kadınların

Dağınık cümlelerini, izlerini

Kımıldamayan çocukların yazı parçalarını

Okuyacaklar.

Yavaş ve yeşil gözlerin

Basitçe artık var olmayacaklar

Yunan antolojisi gibi olacaklar

Hatta daha da uzak

Kışın bir plaj gibi

Başka bir şaşkınlık ve başka bir duyarsızlık için

 

 

Ana görsel: Claudio Bravo, Piedras y papel (taşlar ve kağıt)

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo

Öykülerinde yarattığı, birçokları tarafından fazla tuhaf ve grotesk bulunan dünyasının, etrafındaki tüm yazarlardan ne kadar farklı olduğunu ve ismini, onunla aynı dönemde ve coğrafyada yaşamış yazarlarınkiyle yan yana getirmenin neredeyse imkânsız olduğunu fark ettim.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska

Poniatowska bugün hâlâ Mexico City’de San Ángel mahallesindeki evinde yeni yazılar yazmaya ve son romanı üzerinde çalışmaya devam ediyor.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart

İnsanların günlük rutinlerini, bu insanlara eşlik eden evcil hayvanların davranışlarını, eşyaları merak eden bir yazar.

SANAT

YBenim Büyüleyici Dostum Nil
Benim Büyüleyici Dostum Nil

Bir sabah mutfak masasında kahvemi içerken kendimi çocukluğumda beni en çok etkileyen kız arkadaşım üzerine düşünürken buldum.

Bir de bunlar var

Çok yalnızdım be Atam, sonra Yeni Türkiye’de uyandım
Bu Yazıyı Okumak İçin Okuma Bilmenize Gerek Yok
Gidiyorum Ben Sen Hoşçakal

Pin It on Pinterest