Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Deniz Feneri’ni bitirdikten iki yıl sonra, babasının ölüm yıldönümünde, Keats’in ünlü dizesini (“life to him would be death to me”) yankılarcasına günlüğüne şunu yazar Virginia Woolf: “Onun hayatı benimkini sonlandırırdı. Ne mi olurdu? Yazı yok, kitaplar yok -tahayyül bile edilemez.”[i] Yazar-düşünür babanın hayaleti Deniz Feneri’nde doymak bilmeyen ilgi açlığıyla karısının enerjisini emip bitiren felsefe profesörü Mr Ramsey olarak geri döner. Karısı ölünce “yaşlılığını, güçsüzlüğünü, kimsesizliğini tek bir yumak yapmış” bu kez romanın sanatçısına, (on yıldır aynı Mrs Ramsey’nin resmi üzerinde çalışan) Lily Brescoe’ya musallat olmuştur: Senden istediğim şeyi verinceye kadar resmine el süremezsin. Lily’nin fırçasını dik tutabilmek için, ondan önce erkeğin dehasına ayna tutmasını bekleyen o ısrarlı talebe (“kendini hepten, bütünüyle ona vermesi için bu yalvarışlar”), o talebi karşılayamadığı için hissettiği suçluluk duygusuna (“Ramsey’den esirgediği o yakınlığın ağırlığı altında eziliyordu”), o isteğe karşılık veremediği için kapıldığı yetersizlik duygusuna (“ben kadın değilim ki, olsam olsam huysuz, aksi, kurumuş kalmış bir geçkin kızım o kadar”) direnmesi gerekir.
Ama Woolf’taki tek hayalet bir erkek hayaleti değildi. Bir de “Kadınlar İçin Meslekler”de sözünü ettiği, yazmaya başlar başlamaz omzunda beliren, ona durmadan bir kadın gibi yazması gerektiğini hatırlatan bir “evdeki melek” var: “O son derece anlayışlıydı. Muazzam derecede cazibeliydi. Bencillikten tamamen uzaktı. Aile hayatının zorlu sanatında ustaydı. Gün be gün kendini feda edip dururdu […] öyle bir yapısı vardı ki kendine ait ne bir kararı ne de isteği olabiliyordu; onun yerine hep başkalarının düşüncelerini ve dileklerini anlayıp paylaşmayı tercih ediyordu.” Yazarla kağıdı arasına giren, kanatlarının gölgesini sayfasına düşüren bu hayalet edebiyat tarihinin içinden çıkıp gelmişti. Zaten adını da Coventry Patmore’un Victoria dönemi kadın idealini yücelten “Evdeki Melek” şiirinden alır. Ama bir erkeğin muhayyilesinde doğmuş, erkeklerin muhayyilesinde serpilmiş olması (Woolf’un deyişiyle “kurmaca yaradılış”ı), annenin uzamını ele geçirmediği anlamına gelmiyor. Günlüğünde babası için kurduğu cümlenin bir benzerini “Kadınlar İçin Meslekler”de bu hayalet için de kurar Woolf: “Bana öyle eziyet etti ki sonunda onu öldürdüm”den hemen sonra: “Ben onu öldürmeseydim, o beni öldürecekti”.[ii] Cinayetin bir yazı cinayeti (“yazı hokkasını kaptığım gibi ona fırlattım”) ve bir mesleki zorunluluk (“evdeki melek”i öldürmek kadın yazarın mesleğinin bir parçasıdır”) olduğunu söylüyordur Woolf.
Bu yazıda ben de Deniz Feneri’ni bir anne hayaletiyle başa çıkmanın romanı olarak okuyacağım. Romanı yazmadan önce hep ölen annesinin sesini duyduğunu, ondan ancak romanı bitirdiğinde kurtulduğunu söylemişti Woolf: “Artık sesini duymuyorum, onu görmüyorum […] sanırım psikanalistlerin hastalarına yaptığını kendim için yaptım. Uzun zamandır ve derinden hissettiğim bir duyguyu dile getirdim. Dile getirince de onu açıklamış ve bir kenara koymuş oldum.”[iii] Yirminci yüzyılın hemen başında, Woolf’un kendi ailesinden de yankılar taşıyan Ramsey ailesinin İskoçya’daki yazlığında geçer Deniz Feneri. Bir ailenin on yıl arayla iki gününün öyküsü. Bir kadın sanatçının yaratıcılığa adım atmasını konu alan ilk modernist Künstlerroman (sanatçı romanı). Ramsey ailesinin yakın dostu Lily Brescoe’nun otuzüç yaşında başladığı Mrs Ramsey resmini, esin perisinin ölümünden on küsur yıl sonra kırkdört yaşında bitirmesinin öyküsü. Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nden onbir yıl sonra gelen Sanatçının O Kadar da Genç Olmayan Bir Kadın Olarak Portresi. Woolf’un bir yıl sonra Kendine Ait Bir Oda’da kuracağı cümlenin (“Kadın oluşumuzu geri dönüp annelerimize bakarak algılarız”) otobiyografik ön-çalışması. Geriye dönüp anneye bakmanın, hayatı hep başkalarına bakmakla geçmiş, hep aynasına talip olduğumuz kadına bu kez bir bakış kazandırmanın, onu “evdeki melek” uzamından çekip çıkarmanın romanı. Ama aynı zamanda anneyle vedalaşmanın, kendi yaratıcı bakışını o yas çalışmasından çekip çıkarmanın romanı. Ölüyü yazıya gömen bir Orpheus öyküsü:[iv] “Ama ölüler, diye düşündü Lily, resimde bir güçlükle karşılaşarak bir an durakladı, bir-iki adım geri çekildi. Ya, bu ölüler! diye mırıldandı; insan onlara acıyor, onları bir yana itiyor, onları biraz küçümsüyordu bile. Onlara ne istersek yaparız.”[v]
2
Deniz Feneri’inden hemen önce yazdığı bir denemede “elinde örgüsüyle camın kenarındaki yaşlı kadın”ı merak etmekten söz etmişti Woolf: Kimdir o, düşünceleri nelerdir, macerası nedir?[vi] Bu merak sorusu, “Kadınlar İçin Meslekler”deki o yanıtsız soruyla birlikte (“Ah, peki ama ‘kendisi’ nedir? Yani kadın nedir?”) Deniz Feneri’nde Lily Brescoe’nun da başlangıç sorusudur: “Kimdir bu Mrs Ramsey?”, “Acaba nasıl biri?”, “Mrs Ramsey’deki bu başkalık neydi acaba?”, “Onun o görkemli görünüşünün ardında acaba ne gizliydi?” Pencere kenarında örgü ören, bir yandan da evdeki hayatı dokuyan, örgü şişlerini bazen bir kalem, bazen bir kalkan, bazen bir silah olarak kullanan (“elindeki şişler durmadan gidip gelirken Mrs Ramsey kendinden emin, dimdik, hayalinde oturma odasını, mutfağı istediği gibi döşedi”), bütün yaratıcı enerjisini aile hayatının zorlu sanatına adamış bu kadın kim? Woolf’un Deniz Feneri’nde bir “çoğul bakış”la kuşattığı, birçok kişinin bakış açısına, bir kişinin farklı zamanlardaki bakış açılarına, bir kişinin bilincinin başkasındaki yankılarına yer vererek yanıtlamaya çalıştığı soru da budur. Bir kadın için yegane mutluluğun evlilikten geçtiğini düşünen (“evlenmemiş bir kadın yaşamın en güzel yanını kaçırmış sayılır”), evde düzenli soluk alıp veren çocuklar olmadan mutlu olamayan (“en mutlu olduğu zamanlar, kucağında küçük bir çocuğu olduğu zamanlardı”), aynı yazgıyı çevresindeki kadınlara da dayatan bu kadın kim? Erkeğe mi tutunuyor (“erkek zekâsının kurduğu, insanı hayran bırakan bu yapıyı kendine destek aldı, ona tutundu”), yoksa merhametini sadece erkeklere gösterdiğine göre (“sanki bir eksikleri varmış gibi erkeklere hep acırdı – kadınlara da hiç acımazdı, sanki onların bir şeyleri vardı”) erkeğin aslında eksik olduğunu mu düşünüyor? Boyun mu eğiyor (“kendini, onun ayakkabılarını bile bağlamaya layık değilmiş gibi hissetti”), yoksa onu “endişeli bir çocuğu yatıştıran bir bakıcı gibi” idare mi ediyor? Lily Brescoe’yu aynı anda hem rahatlatan (“bu yüce güç, bu kutsal yetenek kadar hiçbir şey onu rahatlatmamıştır, yaşamın dertlerini unutturmamış, yaşamın sıkıntılarını mucize gibi yok etmemiştir”) hem de ürküten (“bu kadında insanı ürküten bir şey vardı“, “kurbanlarını sunağa sürüklediğini duyumsadı”) bu kadın aslında kim? Bir iyilik meleği mi, yoksa başkalarının hayranlığına muhtaç olduğundan mı bu kadar iyi? Sınırsız bir verme yeteneği mi var, yoksa sınırsız vericiliğiyle çevresindeki kadınları yetersiz hissettiren, aslında onları kıskanan bir kadın mı? Fedakâr bir anne mi, yoksa kızlarını nedimeleri olarak gören bir ana kraliçe mi? Güçsüz mü, yoksa buyurgan mı? Mutlu bir madame tricote mu, yoksa “örgü şişlerini durmadan işleten” bir madame tricoteuse[vii] mü?
Bir kadını toplumsal cinsiyet normlarına yerleşen (“kurmaca yaradılış”), ama aynı zamanda o kurmacaya tam sığmayan yanlarıyla, çoğul sorularla kuşatarak anlatan bu kadar zengin bir roman bulmak zordur. “İnsanın görmek için elli çift gözü olmalı”, diye düşünür Lily Brescoe, “o kadını her yanından adamakıllı görebilmek için bu kadarı bile yetmezdi”. Acaba genç yaşta çekilen bir aşk acısı yüzünden mi geleneğin rutinine sığındı? Mutlu muydu, yoksa bambaşka bir hayat sürebilecekken yorgun düşürülmüş, yaratıcı enerjisi soğurulmuş, erken yaşta tükenip gitmiş (“ama sanki benim yaşamım ne işe yaradı?”) bir kadın mı? Mrs Ramsey’i hem o kurmaca bölgede yakalamak, hem de bu dünyanın üzerine yığdığı yüklerden kurtulup hafiflediği ender anları bir kurtarıcı bakışla canlandırmak istiyor gibidir Woolf. Deniz fenerinin iki kısa bir uzun ışığıyla göz göze geldiğinde ne hissetmiştir? Hiç görmediği ülkeleri düşlediğinde, kıyıda kırılan dalgaların sesini dinlediğinde, bir şiiri bir çiçekten diğerine geçer gibi bir orasından bir burasından okurken, ne?
Karanlıkta kalmış bir anne bölgesini başka yollardan da kurtarmayı denemişti Woolf. “A Sketch of the Past”te kıyıya vuran dalga sesleriyle iç içe geçmiş ilk anılara, zihninde bir anne imagosuyla eşleşmiş bir sözcük-öncesi zihinsel dalgaya, ses-renk-ışık imgeleriyle beliren ilksel sahnelere ulaşmaya çalışır. Deniz Feneri’nde aynı bölge (Lily’nin Mrs Ramsey’le hem bir erotik yakınlığı hem de bir anne-kız bağını andıran ilişkisinde) bir “tek beden” olma arzusuyla belirir: “Çünkü onun aradığı o bilinen şey değil, tek bir beden olmaktı.” Lily’yi aynı anda hem rahatlatan (“yaşamın sıkıntılarını mucize gibi yok etme”) hem de ürküten (“kurbanlarını sunağa sürükleme”) bir bölgedir bu. Deniz Feneri hem o okyanussu duygunun (“bir sürahiye doldurulan sular gibi, insanın sevdiği şeyle birleşerek tek bir şey oluşu”) hem de o duyguyla vedalaşmanın romanıdır. Lily’nin resmini tamamlayabilmesi için hem esin perisine bir bakış kazandırması, hem de gözyaşları içinde o tek beden olma arzusundan vazgeçmesi gerekir. Fırçası her titrediğinde sığındığı o koruyucu sığınaktan, o “taparcasına sevdiği” ama “gölgesiyle bile ona buyuran” güçlü figürden, karşısında kendini yetersiz hissettiği (“Lily bu zenginliği kendi ruhunun yoksulluğu ile karşılaştırdı”) görkemli anneden uzaklaşması, Mrs Ramsey’inkine hiç benzemeyen kendi tuhaf kadınlığını üstlenmesi gerekir: “Tutturduğu yol, ressamlık yolu, garip bir yoldu. İnsan gidiyor, gidiyor, ilerliyor, ilerliyor, sonunda bir de bakıyor, denizin ortasında daracık bir tahta parçası üstünde tek başına kalmış.”
Deniz Feneri’nin olağanüstü gücü, romanı baştan sona kat eden “çoğul bakış”ından, hem karakterin hem anlatıcının sesini aynı anda duyuran “serbest dolaylı anlatımı”ndan olduğu kadar, bir sanatçı romanını bir yas romanı olarak kuran yapısından da kaynaklanır. Yasın içinde bir vedalaşma (“Lily, Mrs Ramsey silinip gitti, diye düşündü. Artık onun isteklerini çiğneyip geçebilir, onun dar görüşünü, çağdışı düşüncelerini daha iyi bir biçime sokabiliriz”), vedalaşmanın içinde bir bağımsızlık (“Artık Mrs Ramsey’e karşı durabileceğini duyumsamıştı. Bunu yap derdi, insan hemen onu yapardı. Pencerenin önünde James’le birlikte otururken gölgesi bile insana buyururdu”) vardır. Lily’nin on yıl aradan sonra resmini bitirmeye yakın kurduğu cümle (“Ölülere ne istersek yaparız”) bir çocuğun değil, bir sanatçının cümlesidir. Uzun sürmüş bir yasın ardından gelen bir Orpheus cümlesi: “Böylece Mrs Ramsey’nin tüm varlığı, güzelliği bile tozlanıp zamanı geçmiş bir şey oluverdi.” Ancak vedalaşmadan sonra gelen bir yaratıcı bakış: “Basamaklara baktı; bomboştu; tuvaline baktı; busbulanıktı. Ani bir devinimle, her şeyi tüm açıklığıyla görüvermiş gibi, oraya tam ortaya bir çizgi çekti. İşte olmuştu; tamamlanmıştı. Yorgun argın fırçasını bırakarak, evet, diye düşündü, gördüm sonunda – I have had my vision.” [viii]
Romanın bu son bölümünde sadece yas değil, Woolf’un eleştiri yazılarında dile getirdiği bir yaratıcılık kuramı da vardır: “Öyle sevdalılar vardır ki herşeyi parçalarına ayırıp içinden istediklerini seçerler, sonra onları yan yana koyup birleştirirler, böylece o şeylere gerçekte varolmayan bir bütünlük vererek bir sahneden ya da bir insan topluluğundan (artık o şeylerin, o insanların hepsi yok olmuş, hepsi bir yana gitmiştir) hâlâ insanı düşündüren ve sevdalandıran o derli toplu bütünlerden birini yaratırlar.” Mrs Ramsey o yeni “bütün”e bir koruyucu sığınak olarak değil, bazı seçilmiş (ya da kurtarılmış) parçalarıyla girer. Kumsalda oturmuş mektup yazdığı sıradaki yalınlığı (“orada oturmuş, kayanın altında yazı yazan şu kadın herşeye bir yalınlık getiriyordu”), örme-dokuma-kaynaştırma yeteneği (“onu, bunu, herşeyi birbirine kaynaştırıyor”du), bir ânı kalıcı kılmak için verdiği savaş (“Yaşam kıpırdama burada dur!”), bir şiiri bir çiçekten diğerine geçer gibi okurken zihninde oluşan dalgalanma. Bu dört kurtarılmış parça, Woolf estetiğinin de temel öğeleridir. “Kadınlar İçin Meslekler”de “zihinsel dalga”yı “bir düşünceyi, dilediğince biçim alana ya da hayat bulana dek zihninde aşağı yukarı, ileri geri yuvarlama” olarak tanımlar. Daha erken tarif Deniz Feneri’nde, Mrs Ramsey’nin “Luriana Lurilee” (Charles Elton) şiirini okuduğu sahnededir: “’Çin gülleri hep açmış, içleri arı sesi’ sözcükleri zihninde bir yandan öbür yana uyum içinde dalgalanmaya, gidip gelmeye başladılar, dalga dalga çarptıkça da, küçük renkli ışıklar gibi, kimi kırmızı, kimi mavi, kimi sarı zihninin karanlıklarında ışıldıyorlar ve sonra sanki tümseklerinden havalanıp oradan oraya uçuşuyor, haykırıyor, haykırdıkça da yankılar uyandırıyorlardı.” Bu “zihinsel dalga” bir düşünme (ve yazma) tekniği olarak Woolf’ta hep kalmıştır. Deniz Feneri’ni yazdığı sırada Vita Sackville’e yazdığı mektupta (“Bir görüntü, bir duygu zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor; yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor”) anne imagosundan çekip çıkarılmış bu temel özelliğiyle belirir.
3
Bir de yazınsal anneler var. “Kadın oluşumuzu geri dönüp annelerimize bakarak algılarız” cümlesini Kendine Ait Bir Oda’da “yazınsal anne”nin yokluğundan söz etmek için kurmuştu Woolf. Kadın yazarların “arkalarında bir geleneğin bulunmayışının ya da hiçbir işe yaramayacak denli kısa ve yarımyamalak bir geleneğin bulunuşunun yarattığı güçlük”ten söz ediyordu. Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi’ndeki yaratıcılık kuramına daha kuram ortada yokken düşülmüş bir şerh vardır burada. Kadın yazar bir “etkilenme endişesi”ne değil, yaratıcılığa yalnız başladığı, yaratıcılığın kendisini daha da yalnızlaştıracağı endişesine (Woolf’un deyişiyle bir “gulyabani”ye dönüşme korkusuna) doğmuştur. Arkasına baktığında gördüğü cümleler taklit edebileceği cümleler değildir: “Maymun, taklit edilemeyecek kadar uzaktadır.” Bu endişeli yalnızlık Deniz Feneri’nde “kuşku fırtınaları” yüzünden fırçasını dik tutmakta zorlanan, biri yaklaşıp resmini görüverir korkusuyla durmadan çevreyi kollayan, o zaaf anlarında “Mrs Ramsey’nin dizlerine kapanmaktan kendini güç alıkoyan” Lily Brescoe’da da yankılanır.
Woolf’un babasından söz ederken anıştırdığı Keats dizesini (Keats’in Milton üzerine yazdığı “onun hayatı benim ölümüm olurdu”sunu) yaratıcılık kuramının merkezine koymuştu Bloom. Etkilenme Endişesi’nde aynı dizeyi şiir tarihinin, şairlerin başka şairler yüzünden çektiği acının tarihi olduğunu anlatmak için alıntılar. Edebi yaratıcılığın doğasında güçlü oğulun şiirsel babayla girdiği ölüm kalım savaşı olduğunu söylüyordur: Ya baba oğulun uzamına el koyacak ya da oğul yaratıcı revizyonuyla kendi uzamını yaratacak, o durmadan geri dönen hayaleti kendi uzamında yaşamaya zorlayacaktır.[ix] Aynı kitapta şiir tarihiyle biyografi arasındaki benzerlikten de söz eder Bloom. Nasıl “gerçek biyografi kişinin kendi ailesi yüzünden çektiği ıstırabın tarihiyse”, şiir tarihi de halefin selefi yüzünden çektiği ıstırabın hikâyesidir.
Peki, “kadın oluşumuzu geri dönüp annelerimize bakarak algılarız” Bloom’un yaratıcılık kuramını tersine mi çeviriyor? Güçlü gelenek bir etkilenme endişesine, geleneksizlik bir yalnızlık korkusuna yol açıyorsa, çatışma poetikası yerini bir dayanışma poetikasına, yazınsal babadan kopuş yerini bir yazınsal anne arayışına mı bırakıyor Woolf’ta? Dönüp dolaşıp aynı büyük bölünmeye mi geldik? Erkek yazarın payına metinlerarası endişe (“özgünlüğün keskin tadı”), kadınınkine hep aynı anayurt arayışı mı düşüyor?[x] Kendi özgün bakışını, o keskin modernizmini (“bir neslin araçları sonraki nesil için kullanışsızdır”) böyle mi geliştirmişti Woolf? Kadınların kadınlardan el aldığı bir kadın edebiyatını, bir “kendine ait edebiyat”ı mı öneriyordu?
Bu yazıda ben de biyografiyle edebiyat tarihini iç içe düşünmeye çalışıyorum. Deniz Feneri’ni (1927) Kendine Ait Bir Oda’dan (1928) bir yıl önce kaleme almıştı Woolf. İlkinde geri dönüp kendi annesine, ikincisinde edebiyat tarihinin engellenmiş figürlerine, yazınsal annelere bakar. Deniz Feneri’ndeki “otobiyografik” yorumundan, Lily Brescoe’nun yaratıcılığa Mrs Ramsey’nin bazı parçalarını kurtararak, ama sonunda onunla vedalaşarak adım atabildiğinden söz ettim. Peki, ya edebiyat tarihi?
Bir kadın selef arayışı Woolf’ta daha ilk öykülerden itibaren belirir. “Joan Martyn Hanımefendi’nin Günlüğü”nde (1906) onbeşinci yüzyıl sonunda taşradaki bir konakta yaşayan, yaşamının son günlerini bir kış akşamında ateş başında toplanan aile üyelerine hikâyeler anlatan bir yaşlı kadın olmayı isteyen, otuz yaşında geride bir günlükten başka bir şey bırakmadan ölüp giden bir hayali Joan Martyn vardır. “Bir Romancınının Anıları”nda (1909) ondokuzuncu yüzyılda karmaşık ruh halini çözebilmek için otuz altı yaşında eline kalemi alan, kitapları küçük kütüphanelerin en üst raflarına atılmış bir Bayan Winsett. Kendine Ait Bir Oda’da bu erken figürlere, uzun kış gecelerinde bir yandan örgü ören, bir yandan çocuklarına şiirler mırıldanan bir dişi Anon eklenir. Kimliği bilinmeyen bu yazı-öncesi anonim ses, bir kadın olarak hayal edilen bu ozan-anlatıcı, matabaanın öldürdüğü bu sözlü kültür figürü (“Anon öldü”), Woolf’un ölümüyle yarım kalan “Anon” (1940) adlı denemesinin de konusudur. Edebiyat tarihinin parçası olamamış, yaratıcılık soyağacına eklenememiş, bir yazınsal silsilenin parçası olamamış “zenime”[xi] figürleri. Yazıda o silinip gitmiş sese bir yer açmak istiyordur Woolf. Ama Woolf’taki en çarpıcı selef figürü, engellendiği için hiçbir zaman doğmamış bir figür, Kendine Ait Bir Oda’nın sonuna damgasını vuran, Shakespeare’in hayali kızkardeşi Judith Shakespeare’dir. Erkek kardeşi kadar yetenekli, onun kadar hevesli, onun gibi tiyatro aşkıyla Londra’nın yolunu tutan, ama önünde açılan imkânlarla değil, önüne dikilen engellerle karşılaştığı için bir kış gecesi genç yaşta canına kıyan, geride tek bir dize bırakmadan yitip giden bir Judith Shakespeare. Woolf için “engellenmemiş zihnin”(“yeryüzünde yapıtını eksiksiz dile getirmiş biri varsa o da Shakespeare”dir, “içinde tek bir engel, tek bir öğütülmemiş yabancı madde yoktur”) simge şairiydi Shakespeare. Woolf’u bir hayali kadın öncel yaratırken kanonun bu merkezi figürüne başvurmakla eleştirenler olmuştur. Yazarların bu en ünlüsü, ama hakkında en az şey bilineninden bir “çift cinsiyetli Shakespeare” yarattığını, dahası bu merkezi figürü bir dişil öncele dönüştürdüğünü söyleyenler de oldu.[xii] Kendi cümleleri şunlardı: “Çünkü hiçkimse görüş alanımızı kapamamalı; ve gerçeği göğüslersek, çünkü şu bir gerçektir ki, tutunacak bir kol yoktur ve tek başımıza yol alırız ve yalnızca kadınların ve erkeklerin dünyasıyla değil, gerçeklikle ilişki içindeyizdir; o zaman beklediğimiz olanak doğacak ve Shakespeare’in kızkardeşi olan ölü ozan, birçok kez toprağa yatırdığı bedenine bürünecektir. Kendinden önce erkek kardeşinin yaptığı gibi tanınmamış kadın öncülerinin yaşamından kendi yaşamını çekip çıkaracaktır.”
Kendinden önce yazan kadınlara olan borcunu (“tüm kadınlar Aphra Benn’in mezarına çiçekler koymalılar”) birçok kez dile getirmiştir Woolf. Ama Judith Shakespeare figüründe bir başka vurgu vardır. Figür geçmişe ait gibi durur; oysa geleceğe aittir. Bir selef değil, bir halef figürüdür. İzlenecek değil, yaratılacak önceldir. Bir “Charlotte Brontë’nin torunlarıyız” ya da (Jane Austen’a olan büyük sevgisine rağmen) “Hepimiz Austen’ın paltosundan çıktık” vurgusundan çok, bir hazırlık çağrısıyla biter Kendine Ait Bir Oda. Bir öncele eklenme isteğinden çok (“tutunacak bir kol yoktur ve tek başımıza yol alırız”), o önceli yaratma çağrısı: Bizler kendimizi yaratırken Judith Shakespeare’i de yaratacağız. Bu hazırlık olmaksızın o ölü ozanın doğabileceğini umamayız.
Ama esas çarpıcı cümle, Bloom’un çatışma poetikasının kalbine yollanan esas ok, Woolf’un selef-halef fikrini umursamayacak kadar kendine güvenle konuştuğu “Genç Bir Şaire Mektup”tadır: “Ama buna bir inanırsan, kendini lider ya da takipçi […] olarak ciddiye almaya başlarsan, işte o zaman eserleri hiç kimse için en ufak bir önem ya da değer arz etmeyen, güvensiz, ısıran, tırmalayan küçük bir hayvancık haline gelirsin. Kendini aksine çok daha mütevazı ve çok daha az muhteşem, ama bana göre çok daha ilginç bir şey olarak gör; içinde geçmişin bütün şairlerinin yaşadığı, içinden gelecek tüm şairlerin doğacağı bir şair olarak düşün.”[xiii] Daha az mı mütevazı, daha az mı muhteşem, emin değilim. Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’dan üç yıl sonra benzersiz düzyazı şiirini, Dalgalar’ı yazarken kurduğu bu cümlelerde, Bloom’un yaratıcılığın merkezine yerleştirdiği o ölüm kalım savaşı, metinler arasındaki o ölümüne kavga, o mu beni doğurdu yoksa ben mi onu yarattım endişesi yatışmış gibidir. “Onun hayatı benim ölümüm olurdu” değil, “İçinde geçmişin bütün şairlerinin yaşadığı, içinden gelecek tüm şairlerin doğacağı bir şair olarak düşün.” Endişenin “yatıştığını” söyledim, daha doğru sözcük (bir Anon dokunuşuyla) “yükseltildiği” olabilir. Eğer yeterince güç kazanırsak, diyor gibidir Woolf, ölüler bizde yaşar, biz de ölünce başka yazarlarda. Kendine Ait Bir Oda’nın hayali Mary Carmichael’ı gibi “geniş bir soyun desteğinden yoksun” olmasına rağmen “karşısına çıkan her bir sesle beslenebilen” bir Lily Brescoe’nun “Ölülere ne istersek yaparız”ını böyle de okumak mümkün. Woolf’un kendi romanını da öyle: Uzun sürmüş kendi yasının ardından Deniz Feneri’ni Lily Brescoe’nun resmini bitirdiği yaşta (44) tamamlar Virginia Woolf.
Bu yazıların ilkinde (“Örme Biçimleri”) sorduğum soruyu (“hazır bulduğu bir kadınlık bölgesine sığınmak için mi yazıyordu Woolf, yoksa o kadınlık bölgesini yeniden tanımlamak, aynı anda hem yazının hem kadınlığın tanımını değiştirmek için mi?”) şimdi daha iyi cevaplayabiliriz. Kanon denen şeye fazla takılmayın, diye eklediğini de hayal ediyorum Woolf’un: Yazarken “tam ve eksiksiz bir şekilde kendim” olabilirsem, yeterince alışılmadık, yeterince titreşimli, yeterince güçlü bir yazıysa eğer, Jane Austen’ın cümleleri de orada yaşar, William Shakespeare’inkiler de. Konuk ağırlamaktan çekinmeyen keskin bir modernizm. Eurydike’ye bir bakış kazandıran, kendi bakışını oradan çekip çıkaran bir Orpheus.
Görseller:
Yazıya eşlik eden kareler, Céline Sciamma’nın Alev Almış Bir Kızın Portresi’nden. Filmde üç kadının (Parisli ressam Marianne, Milanolu bir soyluyla evlendirilmek üzere olan Héloïse ve malikânenin hizmetçisi Sophie) Ovidius’un Dönüşümler’ini, Orpheus’un geri dönüp Eurydike’ye baktığı, böylece onu sonsuza kadar yitirdiği pasajı okudukları bir sahne var. Üç kadının yorumu farklıdır. Sophie dehşete düşmüştür: Ona geriye dönüp bakmaması söylenmişti, bunu nasıl yapar? Marianne Orpheus’un seçiminin bir âşığın değil, bir şairin seçimi olduğunu söyler. Orpheus, Eurydike’nin hatırasını seçtiği için geri dönüp bakmıştır. Sonuncu yorum, filmin Eurydike’si, Héloïse’inkidir: Orpheus’un dönüp kendisine bakmasını isteyen belki de Eurydike’dir.
Son karede Marianne’ı yıllar sonra yaptığı Orpheus resminin önünde görüyoruz. O zamana kadar gelenek Orpheus’la Eurydike’yi Hades’ten çıkarlarken ya da Orpheus’u tekbaşına, geri dönüp Eurydike’ye bakarken resmetmiştir. Marianne’ın resmindeyse bir vedalaşma sahnesi vardır. Orpheus Eurydike’ye bakıyorsa, Eurydike de Orpheus’a bakıyordur.
[i] Bir Yazarın Günlüğü, çev. Oya Dalgıç, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 174.
[ii] “Kadınlar İçin Meslekler”, Benlik Üzerine Denemeler, çev Esra Çakıruylası, Ayrıntı, 2017.
[iii] “A Sketch of the Past”, Moments of Being, yayıma haz. Jeanne Schulkind, Harvest, 1985, s. 81.
[iv] Bu yazıda Orpheus’u bir sanatçı arketipi olarak alıyor, esin perisiyle (Eurydike) ilişkisine odaklanıyorum. Vergilius’tan Ovidius’a (Blanchot’dan Atwood’a) birçok yazarın yorumladığı mitolojik öykünün klasik sahnesi şu: Orpheus bir yılan tarafından sokularak ölen karısı Eurydike’yi yeryüzüne geri getirmek için ölüler diyarına iner. Bir koşulla Eurydike’yi kurtarmasına izin verilir. Yeryüzüne ulaşana kadar arkasına dönüp Eurydike’ye bakmayacaktır. Orpheus önde Eurydike arkada tam yeryüzüne ayak basacaklardır ki Orpheus Eurydike’nin gelip gelmediğini görmek için arkasına bakar. Eurydike’yi ikinci kez, sonsuza kadar kaybeder.
[v] Deniz Feneri, çev. Naciye Akseki Öncül, İletişim, 2000.
[vi] “Kitap Nasıl Okunmalı?”, Benlik Üzerine Denemeler, s. 75.
[vii] Madame tricoteuse Fransız ihtilali sırasında giyotinin etrafında bir yandan infazları seyreden, bir yandan da örgü ören kadınlara verilen ad. Charles Dickens İki Şehrin Hikâyesi’nde düşmanlarının adlarını örgüsüne işleyen karanlık Madame Defargue’ı bu figürden esinlenerek yaratmıştı. Figürün ne kadarı kamusal alandan dışlanan yoksul kadınların sınıfsal öfkesini, ne kadarı erkeklerin muhayyilesinde büyüyen bir korkunun, eve kapatılmış madame tricote’nun birgün karanlık bir madame tricoteuse olarak geri döneceği korkusunu yansıtıyor, araştırmak ilginç olur. “Korku” kısmı önemli, çünkü bu karanlık örgücünün dilde de izleri var: “Kader ağlarını örüyordur”daki, “başına çorap örmek”deki, “ağına düşürmek”deki, “örümcek kadın”daki ürkütücü kader de dişildir.
[viii] Günlüğünde Deniz Feneri’nin sonuyla ilgili bir sorundan söz eder Woolf: “Sorun Lily’le Mr. R’yı nasıl bir araya getireceğim ve sonunda ikisinin ilgilerini nasıl birleştireceğim?” Kendine güven kazanmış bir Lily’nin son anda resmine eklediği çizgide bencil-zorba babayı bu kez bir başka özelliğiyle (“kitabına gömülmüş adam”) resmin içine çekme çabası var, ama yazıyı fazla uzatmamak için bu konuya burada girmiyorum.
[ix] Etkilenme Endişesi’ne (çev. Ferit Burak Aydar, şiir çevirileri Emine Ayhan, Metis, 2008) feminist edebiyat eleştirmenlerinden iki farklı yanıt gelmişti. Birinci yanıt, yaratıcılık tarihini bir baba-oğul çatışması olarak düşünen kuramın kadınları dışarıda bıraktığı, demek ataerkil bir kuram olduğudur. İkinci yanıt, kuramı ataerkil toplumdaki yaratıcılık dinamiklerini açığa çıkaran bir analiz olarak ele almaktan yanadır. Sandra M. Gilbert-Susan Gubar’ın Tavanarasındaki Deli Kadın’ı (çev. Nil Sakman, Aylak Adam, 2016) ikinci grupta yer alır; sunuşta Bloom’a bir teşekkür de vardır. Kitabın (Woolf’un cümlelerini ilerleten) temel tezi, Victoria dönemininin arkalarında bir gelenek olmadan yazan kadın yazarlarının bir etkilenme endişesine değil, bir “yazarlık endişesi”ne doğdukları, bu endişeyi ve eve kapatılmış olmanın öfkesini tavanarasına sakladıkları deli kadın figürlerine yansıttıklarıdır. Gilbert-Gubar’ın Bloom kuramındaki ikinci revizyonu, kadın yazarın “sadece selefinin dünyaya bakışıyla değil, [o erkek selefin] kendisine bakışıyla da uğraşmak zorunda” kaldığıdır.
[x] Burada aklıma Senem Tüzün’ün o sert, bir o kadar da etkileyici Ana Yurdu filmi düşüyor. Bir anne ile roman yazan kızının öyküsü.
[xi] Leyla Erbil’in Cüce’sinde Zenime (“bir kavme ait olmayan soysuz kadın”) yazdığı darmadağınık sayfaları başlık, tarih ya da sayfa numaraları koymadan Leyla Erbil’e teslim eder. Cüce’yi bir dişil ma sesini gömüldüğü yerden çıkarma isteği kat eder.
[xii] “Thinking Back Through Our Mothers: Virginia Woolf Reads Shakespeare”, Beth C. Schwartz, ELH, cilt 58, sayı 3, Güz 1991, John Hopkins University Press, s. 721-746.
[xiii] Mektup dönemin genç şairlerinden, bir süre Virginia ve Leonard Woolf’la birlikte Hogarth Press’te çalışan şair John Lehmann’a yazılmıştır. Benlik Üzerine Denemeler, s. 60.