Kassel’de yaşayan ressam ve akademisyen Arnold Bode tarafından İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’yı dünyayla sanatsal açıdan yeniden bağlamak amacıyla 1955’te başlatılan documenta, beş yılda bir Kassel şehrinde gerçekleşen muazzam büyüklükteki bir güncel sanat sergisi. CAMP Notes on Education ile Zeppelin University’nin ortaklığında açık çağrıyla gerçekleşen “New impulses for an equality conscious diversity framework in cultural policy” [Kültür politikalarında eşitlik bilinciyle çeşitlilik geliştirmeye yönelik yeni eğilimler] başlıklı yaz okulu kapsamında on farklı ülkeden gelen, sanat dünyasından profesyoneller, akademisyenler ve sanatçılar olarak documenta’nın 15. edisyonunda buluştuk. Bu vesileyle atölyeler, mekân ziyaretleri ve sanatçı sohbetleriyle geçen beş gün boyunca Barın Han’da bulunan PASAJ İstanbul’un kurucularından Zeynep Okyay ile görüş alışverişinde bulunma imkânı elde ettim. Zeynep’in “İşaret etme ve işaretin zaman içinde yok olmasına izin verme” olarak ifade ettiği, küçük çapta etkili olmayı hedefleyen süreç odaklı çalışmalarını son derece ilham verici buldum ve 5Harfliler’in ilgisine sunmak istedim.
Sevgili Zeynep, öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğin için teşekkürler. Biraz kendinden ve sanata yaklaşımından bahseder misin?
Ben teşekkür ederim. Hem seninle bu söyleşiyi yapmak hem de bu söyleşinin yayımlandığı platformun 5Harfliler olması çok değerli.
Ben Zeynep Okyay, bir kültür çalışanı ve küratörüm. 2007’de Felsefe üçüncü sınıf öğrencisiyken garajistanbul’da çalışmaya başladım. Teorik bir eğitimden geçiyordum ve pratiğe ihtiyacım vardı. Çalışma hayatından keyif aldığımı görünce Kültür Yönetimi okuyup işin püf noktalarını öğrenmek istedim. Sonradan anladım ki kültür sanat ortamı ancak pratikle öğreniliyor, hele ki Türkiye gibi belli normların henüz oturmadığı, dilin, iş tanımlarının, etiğin ve hakların sınırlarının tam belirlenmediği, ideal olanla ve pratiğin birbirinden bu kadar uzak düştüğü bir coğrafyada. Yüksek lisansın başlarında —yıl 2010, Avrupa Kültür Başkenti’yiz— sınıf arkadaşım Elif Bursalı, arkadaşları Suna Tüfekçibaşı ve Seçil Yaylalı ile birlikte bağımsız bir sanat alanı kurma sürecindeydi. Beni de ilk etkinliklerine davet etti ve sonrasında bu işi beraber yapma kararı aldık. O zamandan beri PASAJ bağımsız sanat alanını birlikte yürütüyoruz. amberPlatform’un üyesiyim, özellikle koordinasyon sürecinde sorumluluk aldığım projeler var. Bağımsız sanat ortamı üzerine, bu alanın esnekliği ve hassasiyetiyle birlikte sunduğu potansiyelleri görünür, bilinir ve tanınır kılmak üzerine çalışıyorum. Kullandığımız terminolojiyi önemsiyorum. Alanda devamlı tekrar edilen, özellikle kültür sanat fonlarının yineleyip durduğu içi boşaltılmış kelimeler yerine karşılıklı paylaşabileceğimiz, yaratabileceğimiz ifade biçimlerini arıyorum. Bence konfor alanlarımızdan çıkıp muhatabımızla ortak bir dil kurmak önemli. Yeni, eski kelimeler, yerel deyişler ilgimi çekiyor, bunları sözlük formatında bir araya getirip geliştirmek için çabalıyorum.
PASAJ İstanbul nasıl oluştu? Gayeniz nedir?
PASAJ’ın kurulma amacı sanatçılara ticari yapının dışında deneyimleyebilecekleri bir özgürlük alanı yaratmaktı. Kısa süreli sergilerle daha fazla sanatçıya görünürlük sağlamayı amaçladık. Bağımsız bir sanat alanı yürütmenin kendi içinde ödülleri ve büyük zorlukları var. Sanata müthiş düşük bütçeler ayrılan ve yok denilecek kadar az sayıda hibe verilen bu ülkede paylaşımcı bir yapıdan pek de söz edemiyoruz. Çok rekabetçi ve benmerkezci bir ortam ve markalaşma çabası var. Tanınmayan sanatçı desteklenmiyor veya yeni denilen genç sanatçı, yeni kan gibi pazarlanıyor. Biz iki taraf da olmak istemedik. PASAJ’ın programında yer alan kişilerin cinsiyet çeşitliliğini, çeşitli kuşaklardan ve arka planlardan olmalarını önemsiyoruz. Şu anda sanatçı, küratör ve kültür yöneticilerinden oluşan yedi kişilik bir ekibiz. On iki yıllık sürecinde ekibe katılanlar ve ayrılanlar oldu. Şu anda ekipte ben, Elif Bursalı, Seçil Yaylalı, Selin Atik, Aslı Dinç, Nuray Özdoğan ve Giorgio Caione birlikte çalışıyoruz.
PASAJ’ın odağında sosyal ve katılımcı sanat pratiği var. Biz çağdaş sanatın herkes için olduğuna, herkesin bundan keyif alabileceğine inanıyoruz. Bizce bu, sanatı salt sergi alanlarına ve dört duvar arasına yerleştirerek ulaşabileceğimiz bir durum değil. Sanatın farklı seyirci ve katılımcılara ulaşması için farklı yerlerde konumlanabilmesi gerekiyor. PASAJ ilk kurulduğunda bir pasajın içinde yer alıyordu, sonra 10 metre karelik bir lokantaya taşındı, sonrasında Karaköy’de bir han odasında yer aldı. Şimdi de faaliyetlerini Çemberlitaş’ta yine bir han odasında sürdürüyor.
Phoenix arkeoloji araştırma projesinin güncel sanat alt programında küratör olarak çalışıyorsun. Bu proje U-Pen Üniversitesi’ni temsilen Asil Yaman’ın kazı başkanlığında gerçekleşiyor. Sosyoloji, arkeo-botanik, kırsal mimari ve kültürel miras gibi başka alt programlar da var. İşi genel anlamda tanıtır mısın, nerede ne yapılıyor?
Phoenix Arkeoloji Projesi (PAP) Marmaris Bozburun yarımadasının son köyü Taşlıca’da gerçekleşiyor. İnsan nüfusundan katbekat fazla hayvanın yaşadığı, çobansız hayvancılığın ve yerel tohumla geleneksel tarımın devam ettiği Taşlıca, antik tarım terasları, yeme içme kültürü ve oraya özgü dokuma tekniğiyle özel bir yer. Bu kültür tehdit altında çünkü köy sürekli göç veriyor. Bölgeye yeni gelenler eskiye karşı saygılı olmadığından yanlış yapılaşma boy gösteriyor. Biz çağdaş sanat programı olarak mekânı değerleri ve sorunlarıyla ele almak istiyoruz. PAP bu bölgede kıymetli bir bilimsel çalışma yürütüyor. Çağdaş sanat programında hedefimiz sanat ve arkeoloji arasındaki diyaloğu yerelde bir araya getirmek. Program, arkeolojik araştırmalardaki tüm verileri sanat çalışmalarına kaynak malzeme olarak sunmayı, araştırma ve bilgi üretiminin çağdaş sanat pratiği üzerindeki etkisini incelemeyi amaçlıyor. Topluluğun katılımı ve etkileşimi için etkinlikler düzenlemeye hazırlanıyor.
Taşlıca köyünde ne gibi güncel sanat işleri yapıyorsun?
Ben programdaki üç sanatçı Aslı Dinç, Aslıhan Güçlü ve Ayşe Özaydın ile birlikte programın yapısını ve eylem planını hazırlıyorum; onlara üretimlerinde eşlik ediyorum. Ayrıca bir Taşlıca Sözlüğü üzerine çalışıyorum. Taşlıca sakinlerinin dili ve sesleri kullanma şekilleri beni çok etkiledi. Köyden Fatma Turgut, bir keresinde “Bizim dilimiz sudan gelir,” demişti. Bu arada bölgenin bir başka sorunu susuzluk. Bu cümle hep aklımda dönüyor. Ben de yöredeki sözlü dili ve onu kullananları daha iyi anlayabilmek için ses kayıtları alarak bir sesli sözlük oluşturmaya başladım. Umarım bu, yıllar içinde gelişip evrilir.
Şehirde üretmek ile köyde üretmek arasında ne gibi farklar veya benzerlikler var? Birini diğerine tercih ettiğin durumlar oluyor mu?
Bunu aslında sanatçılara sormak lazım. Kendi durduğum yerden cevap verirsem, çok fark var. Sadece köy olduğu için değil, Taşlıca gerçekten çok farklı bir yer, ben daha önce hiç böyle bir yerde bulunmadım. Köy yalnızca birkaç sokaktan oluşuyor, köy içi ulaşım dakikalarla sınırlı. Diğer yandan dağlar ve virajlarla dolu kocaman bir yarımadada bulunması, şehir merkezine uzaklığı, engebeli yollarıyla bir o kadar zor bir coğrafya. Ben her yerin kendi çekiciliği olduğunu düşünürüm. Yolculuklarda birileri “Burası çirkin,” dediğinde biraz içim acır. Yaşanan her yer oralı için özeldir, evdir. Bulunduğum yerleri bu nedenle birbirine tercih etmiyorum. Ama tabii Taşlıca gibi bir yerde hazırlıklı olmalısınız, ulaşabileceğiniz bir nalbur, kırtasiye, malzeme dükkânı yok. Dışarıdan gelen insanlarla işbirliği yapmak ya da katılıma dayalı bir proje kurgulamak isteniyorsa —ki benim deneyimlediğim buydu— biraz zaman geçirmek, güven kazanmak gerekiyor. Bu aşamaya yavaş yavaş geldiğimizi düşünüyorum.
Geçicilik, ziyaret ve ev sahibine saygı gibi kavramlardan bahsettin. Günümüz sanat dünyasında bunların karşıt kavramlarıyla ilişkisi ne? Örneğin kalıcılık, sürdürülebilirlik ve yerleşme, bir eşyayı veya mekânı sahiplenme gibi illa olumsuz anlamlar atfetmeyebileceğimiz meselelere kıyasla, küratörlük anlayışı olarak benimsediğin bu kavramların içerimleri neler?
Ben sanatçılarla sanat geçmişi olmayan kişilerin karşılaşabileceği ortamlar yaratmaya çalışıyorum. Bunun gerçekleştiği yerler de kamusal alanlar. Veya kamusal alana erişimin sınırlı olduğu İstanbul gibi şehirlerdeki yarı kamusal alanlar. Sanatçı çoğu zaman bu mekânlardan geçer, diğer insanlar içinse burası evdir, mahalledir. Ben sanatın illa sahiplenmesi gerekmediğini düşünüyorum. Bana kalırsa sanat ödünç alır. Bu nedenle çoğulcudur, çokseslidir; örneğin bir konsept veya fikir farklı şekillerde defalarca ifade edilebilir. Bir yere yerleşmek zorunda değildir, dönüşüme açıktır, gittiği yere göre şekillenir, öğrenir, evrimleşir.
Bugünkü piyasanın sanat anlayışında “yeni” olan çok önemseniyor. Çoğu zaman tanımadığımızı, bilmediğimizi yeni zannediyoruz. Diğer taraftan her şey söylenmişse söylediklerimiz önemsiz mi sayılacak? Bence ödünç alma fikri burada önem kazanıyor, halihazırda mevcut olanı ödünç alıyorum, ama onun sonsuz sayıdaki geçmiş ve geleceğinin de farkında oluyorum.
“Bağımsızlar” işinden de bahseder misin?
Bağımsızlar, Türkiye’deki bağımsız sanat ortamlarını haritalayan bir proje. Bağımsızlık anlayışı üzerine bir dizi buluşma gerçekleştirdik ve kuracağımız haritanın meta data’sı üzerine çalıştık. Yürütücü ekipte kültür sanat alanında çalışan ben dahil dokuz kişi var: Ekmel Ertan, Daniele Savasta, Didem Ermiş, Günseli Baki, İpek Çankaya, Özgül Kılınçarslan, Saliha Yavuz, Sarp Keskiner, Yeliz Kahya. Şu anda yüz iki bağımsız kurum haritanın üzerinde konumlanmış durumda. Umarız katılım gün geçtikçe artar. Bir arada olmayı, alanın ne kadar büyük ve çeşitli aktörlerle dolu olduğunu göstermeyi, dayanışma için bir tablo oluşturmayı istedik. Amacımız çokdisiplinli bir yapı kurmaktı: Sadece görsel sanatlar odaklı değil, performans, edebiyat, müzik, sinema gibi alanlara da açıldığı kadar, bostanlar veya fırınlar gibi odağına bağımsız üretim, alternatif paylaşım ve ekonomiyi alan her türlü organizasyonu davet etmek istedik. bagimsizlar.org’un her cuma Açık Radyo’da, Açık Dergi’de yirmi beş dakikalık bir radyo programı da var.
Biraz da documenta 15’i konuşalım istiyorum seninle. Genel izlenimlerin neler?
Serginin altmış küsur yıllık tarihinde, documenta 15’te küratörlüğü ilk defa bir kolektif üstlendi. Endonezyalı bir kolektif olan ruangrupa, dünyanın her yerinden birçok kolektifi davet ederek beraberce bir program hazırladılar. Misafirin ev sahibine dönüştüğü bir organizasyon yapmak istediklerini söylüyorlardı; bu çok değerli bence. Dışında kalma, başkasından da bekleme. Olayın içine gir, sahiplen ve inisiyatif al. Onca bilinmeyenle içinden geçtiğimiz COVID sürecine rağmen ruangrupa olabildiğince birlikte ve yerinde planlamış tüm organizasyonu. Bazı üyeleri çok önceden gidip Kassel’e yerleşmiş, davet ettikleri sanatçılara bütçe ayırarak üretim sürecinin son aşamasını documenta’da tamamlamalarını sağlamışlar. documenta 15’in çatısını oluşturan lumbung kavramı tam da böyle bir şey zaten, benim anladığım kadarıyla. Endonezcede lumbung pirinç ambarı anlamına geliyor. Hem alternatif bir ekonomi oluşturmaya yönelik kaynak paylaşımını hem de onun etrafında oluşan değerleri temsil ediyor. Gerçi içindeki öznelerin ötesinde ben documenta’nın, kurum olmanın doğası gereği, ruangrupa’nın yapmak istediğini anlayabileceğine ve tam anlamıyla uygulayabileceği bir platform sağlayabileceğine inanmıyorum. Çünkü documenta arzu etse dahi hiçbir zaman bir kolektifin alabileceği riskleri almayacak, onun gibi anonim olamayacaktır. Diğer taraftan zaman zaman talihsiz durumlarla karşılaşıldı, bu çapta bir organizasyonda sorunlar illa ki oldu, ama bu kadar fazla sayıda sanatçı ve kolektife görünürlük sağlaması, yıllarca yasaklanmış, dolaşıma girmemiş arşivlerin erişilebilir kılınması ve sonunda onların konu edindikleri mesele ve değerlerin itibar görmesi çok değerli. documenta’nın içinde veya etrafında çıkan, kimi zaman alevlendiğini gördüğümüz tartışmaların üstünü örtmeden, krizler hakkında etraflıca konuşmayı önemsiyorum. Etkisi herhalde yıllarca sürecek documenta 15’in.
Öte yandan documenta etrafında gelişen tartışmalı söylemlerin, sanat ortamının belki de en değerli unsuru olan seyirciyi çok da önemsemeden, saf dışı bırakarak yapıldığını düşünüyorum. Neden hiç kimse seyircinin ne düşündüğünü, ne istediğini sormuyor? Bu soru aklımı kurcalıyor. Daha demokratik ortamlara ihtiyacımız var, tartışma henüz başlamışken yetkililerin verdiği kararlara uymamız bekleniyor. Bu, yaşadığımız çağın tavrı. Bunun sanat alanında sürdüğünü görmek üzücü. ruangrupa bir sanat kolektifi olarak diğer kolektiflerle bu döngüyü kırabilme potansiyelini taşıyan bir topluluk yaratmışken her şeyin tekrar etmesi kurumların hantal, kontrolcü, risk almayan yapıları hakkında çok şey söylüyor.
documenta’nın ana mekânlarından olan, katıldığımız yaz okulunun da yer aldığı Hafenstrasse 76’daki bez flamalarda yazan metinlerle ilgili ne düşünüyorsun?
“My biography seems more interesting than my art” [Özyaşamöyküm sanatımdan daha ilginçmiş gibi görünüyor] yazıyordu bir flamada örneğin. Sanıyorum ki sanat ortamında olup da bununla empati kurmayan yoktur. Neye göre tüm bu açık çağrılarda takdir görüyoruz, hangi olmazsa olmaz misafir sanatçı programına katılmalı, hangi bienal ve müzeden davet almalıyız? Hangi kurum tarafından nasıl sertifikalanıyoruz, sonra o sertifikaları hayatımızda, evimizde nerelere koyuyoruz? Cevaplar benim için bazen komik, bazense pek acımasız.
Son olarak yakın zamanda izleyiciyle buluşacak olan çalışmalarından bahsetmek ister misin?
Tıktıka diye bir podcast fikrim var. Web sitesi bile hazır: www.tiktika.net . Bir yıldır başlamaya çalışıyorum. Her an gerçekleşebilir.
Ana görsel: Ekmel Ertan ve Seçil Yaylalı, 61 Meters of Kahya Bey Street, PASAJ Tarlabaşı. (Fotoğraf: Seçil Yaylalı)