Bebeğimin doğduğu ilk günden ziyade eşimle yalnız başımıza kaldığımız ikinci günü daha net hatırlıyorum. Hastaneden eve küçücük bir bebekle gelip, dizi izlediğimiz, bira içtiğimiz, seviştiğimiz salon koltuğuna oturunca dünyanın en çaresiz iki insanı gibi hissetmiştik. Neden bilmem sonraki günlerimiz de ortamızda bir bebekle o koltukta sabah akşam nöbetleşe uyuyarak geçti. Ailelerimiz yaşlı ya da hasta ya da meşguldü. Biz de sonuçta onlara güvenip çocuk sahibi olmamıştık. Biraz gurur biraz korku dolu geçen günlerde ikimizin de aklına bebeğimizi beşiğe yatırmak hiç gelmedi.
Bebeğimle yalnız geçirdiğim on üç ayın sonunda salgın ortaya çıktı. Bu on üç ay boyunca içimden hep şu sözleri sayıkladım: “anne olmak doğal akışında ilerlemeliydi, ben neden bu kadar zorlanıyorum?” Sorumun cevabını Nihan Kaya, Alice Miller (en sevdiklerim olduğu için belirttim) ve sayısız kitapta aradım. Fakat bu kitaplar yalnızca anneme öfke duymama neden oldu. Öyle ya annem beni 40 günlükken bakıcıya bırakıp çalışmaya başlamıştı. Ben bunu yapamazdım, bebeğimle “güvenli bağlanmalı” ondan her türlü ayrılık kaygısını esirgemeliydim. Annemle ilişkim bebeğim olduğunda neden bu denli sarsıldı onu hala çözemedim. Sanırım bir bebeğiniz olduğunda beyniniz duygudaşlık kurabilmek için sizi tekrar çocukluğunuza götürüyor. Benimle aynı hisleri yaşayan birçok insanla karşılaştım ve bu sonuca vardım.
Her neyse, atladığım çok önemli bir husus vardı; çocuk büyütmek ilk çağlardan itibaren kolektif bir şeydi. Üstelik mağara dönemine, köy yaşantısına dönmeye de gerek yoktu. Bir önceki nesle bakmak yeter de artardı. Komşuculuk, akrabacılık, eş dost, entrika, ev işi, o, şu, bu vardı. Sizce –istisnai durumlar hariç- annelerimiz bizim kadar yalnız mıydı? Onlar benim gibi otuzundan sonra bir takım varoluşsal sorunlarını değerlendirip, sosyo-ekonomik özgürlük falan için değil, yalnızca istediği için evlenmemişti belki bilemiyorum.
Bir şehrin ortasında, kimsenin birbirini tanımadığı bir apartman dairesinde yaşarken “yalnız ve çaresiz” olmanın ne olduğunu tam anlamıyla deneyimledim. Sosyal medyada sonsuz anne sütü içeriği, güvenli bağlanma yöntemi, ekrandan uzak tutulup çeşitli etkinlikler sayesinde ailesiyle “kaliteli” zaman geçiren bebek görselleri ve tüm bunlar sayesinde kendini sorgulayan ben… Her televizyonu açtığımda vicdan azabıyla dolan, sütü yetmediğinden mama vermek zorunda kalan, elişi kâğıtlarıyla etkinlik hazırlayacak hali kalmayan bir ben. Gün oluyordu ki bırakın saatleri dakikaları sayıyordum. Açıkçası şimdi geriye dönüp baktığımda neden kendimi bu denli zorladığımı bilmiyorum. Çok daha erken işe başlayabilir, biraz olsun kendime zaman ayırabilirdim.
İşte tam işe başlayıp geçmişte kendime çok yüklendiğimi itiraf edecekken salgın yüzünden yeniden evimdeyim. İşverenim uzaktan çalışmamı beklerken (çünkü milyonlarca insan aynı durumdaymış ve onlar nasıl çalışıyormuş) annem ve eşimin annesi de “al çocuğunu otur evinde, ne bileyim, ben hiç sıkılmazdım çocuklarımla” gibi son derece acımasız öğütler vermekteler. Açıkçası bir anne de kendi evladına çocuk bakımına ilişkin evladı istemedikçe tavsiye vermemeli. Bu tavsiyelerin kime ne faydası var bilemiyorum bu denli değişen bir çağda. On sene öncesine dek sosyal medya yoktu, otuz sene önce doğru düzgün televizyon yoktu. O zamanlar etrafta insanlar vardı. Şimdi bir anne, bir baba ve bir çocuk saatlerce evde… Ki o saatler inanın kitaplar okumaya, oyunlar oynamaya, etkinlikler yapmaya yetiyor ve üstüne de fazlasıyla artıyor. Bir noktada kendimizi Domuz Peppa’nın neşeli dünyasında buluyoruz. Domuz Peppa ve ailesi en yakın aile ahbabımız gibiler. Anne domuz, baba domuz ve yavru domuzlar ve de bir takım çiftlik hayvanlarından oluşan çizgi film günlük serotonin ihtiyacımı karşılayan yegâne şeye dönüştü. Bazen ben de onlarla çamurda hoplayıp zıplamak, renkli dondurmalar yemek ve yerde güm güm güm tepinmek istiyorum.
Alınan tedbirler nedeniyle – tam da uyku vaktinde – parka çıkardığım çocuğumla dakika dakika özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışıyoruz(!) Sevgili evladım üç beş insandan başka kimsenin yüzü ve mimikleri neye benziyor bilmiyor. Sanırım ayların tecrübesinden sonra kırışan gözlerin bir tür gülümseme olduğunu fark etti.
Belki bu yazıyı okuyanlar isteklerimi ve beklentilerimi sorgulayacaklar. Aslında her şey bir yana – değişen ruh halim sağ olsun – somut bir dileğim yok. Yeri geliyor karantinayı evde yalnız geçirseydim sonsuz saat dizi izler, ölene kadar içer, saatlerce uyurdum diyorum. Bazen de sonsuz dizilerin bittiği, uykuların uyunduğu, sarhoşlukların sündüğü ütopik dünyamın beni diplere sürükleyeceğini düşünüyorum. Her şeye rağmen enerjisi, kıkırdamaları, dansları ile beni hayata bağlayan bir çocuğum olduğu için şanslı hissediyorum. Belki o olmasaydı klavyenin önüne geçip tek satır yazamazdım. Bunu tüm samimiyetimle itiraf ediyorum. Ama geri kalan her şeye çok kırgınım. Geçmiş yaşantıların çocuk bakımı tecrübelerine, hemcinslerimin ideal anneliklerine, kısıtlanmış yaşantıma, kısırlaşmış üretkenliğime, salgın yüzünden kapandığım evime. Benim gibi hisseden tek bir kadın daha varsa ona buradan aslında kendi duymak istediklerimi en yüksek sesimle bağırmak istiyorum: çok iyi biliyorum ki epey zor, aşırı zor, üstesinden geleceğimizi umut ediyorum ve seni anlıyorum, kucaklıyorum, seviyorum.
Ana görsel: Peppa ve ailesi.