Birbirimize anlatacaklarımız azaldı. Evler, artık bir çoğumuz için günün her saatini geçirmek zorunda kaldığımız mekanlara dönüştü. Salgın hala gündemimizin en önemli parçası olmaya devam ederken otuzlu yaşlarının ortalarına gelmiş ve dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan beş kadın mimara Covid-19 öncesi ve sonrasına dair yaşamlarından kesitler anlatmalarını, evde kimlerle yaşadıklarından, yeni rutinleri olup olmadığından, hayatlarında neler değiştiğinden bahsetmelerini istedim. Ama asıl merak ettiğim salgın nedeniyle evin içinde devam eden yaşamın mekânsal algılarını nasıl değiştirdiğiydi. İnsanın yokluğu mimari algılarımızı etkiliyor mu? İçinde dolaştığımız şehir ya da sokak, her gün önünden geçtiğimiz bir kafe ya da bina bu süreçte bakış açımızda bir farklılaşma yarattı mı merak ettim. İşte cevaplar:
Tuğçe: Yaklaşık 3 senedir İtalya’da, Lecco’da yaşıyorum. Bir mimarlık ofisinde çalışıyorum, çalıştığım ofis Milano’da olduğu için hafta içi her sabah ve akşam trenle seyahat ediyordum. Hafta sonları genelde bir günü haftalık gıda alışverişi, kişisel uğraşlarla geçirirken bir günü de tırmanış, yürüyüş gibi doğada vakit geçirilebilen aktivitelere ayırıyordum.
Salgın başladığından beri evde eşimle beraberiz. 4 Mayıs itibariyle neredeyse 2 aylık bir süreden sonra karantina kuralları biraz gevşetildi İtalya’da ve artık spor yapmak için dışarı çıkabiliyoruz. Ve açık yeşil alanlara, rekreasyon alanlarına vasıta kullanmadan ulaşabilmek her zamankinden kıymetli artık.
Evde kaldığımız bu dönemde yeni rutinim evden çalışmak oldu. Onun dışında yolda geçirdiğim zaman bana kaldığı için her gün daha uzun süreler yoga pratiği yapabilir oldum. Ayrıca online takip ettiğim ve haftalık vakit ayırdığım mimarlıkla ilgili 2 tane kurs var. Normalde öğle yemeklerini ofiste yerken şimdi genelde hem öğlen hem akşam yemek pişirmemiz gerekiyor. Neyse ki daha uzun uzadıya sakince yemek pişirebiliyorum. Ama evden çıkıp yürüyerek ormana gidebilmeyi ya da göl kenarında vakit geçirebilmeyi özlüyorum.
Daha önce kullanıldığını görmediğim bazı mekanların bu süreçte kullanıldığını gözlemledim. Dolayısıyla vereceğim örnekler insanlar yokken değişmekten ziyade sürecin getirisi olarak insanlar tarafından kullanılmaya başlayan, belki tek alternatif olduğu için potansiyelleri bu süreçte keşfedilmiş mekanlar olacak. Mesela karşı apartmanın ortak terası; yürüyüş yapmak için, güneşlenmek için ve telefonla konuşmak için tercih edilir oldu. Bundan önce orada birini gördüğümü hatırlamıyorum. Sonra yine karşı apartmanın 3. kattaki balkonu, daha önce olmayan çeşit çeşit çiçek ve bitkiyle doldu. Belki işe gittiğim için kaçırıyordum ama her sabah bitkileriyle ilgilenen biri olduğunu fark ettim. Bizim apartmanın arka bahçesindeki komşu karantinanın ilk günlerinde güzel bir temizlik yaptı bahçede. Sonra kızıyla sık sık oyun oynamaya çıktılar. Hatta bir hafta sonu yer asfalt olmasına rağmen örtü serip ufak bir piknik bile yaptılar. Biz de birkaç kere kahve içmeye indik. Bir başka komşu bir sabah tüm spor malzemelerini indirip saatlerce spor yaptı orada. Yine normalde kimsenin inmediği âtıl bir alandı. En son başka bir apartmanın otopark gibi kullanılan orta avlusunda oynanan çocuklar gördüm. Kamusal alanlara erişimin kısıtlı olması insanlarda açık yeşil alanlarda yaptıkları eylemleri evlerine, teraslarına ya da yakın çevrelerine taşıma mecburiyeti yarattı diye düşünüyorum. Bu bir çeşit adaptasyon. Bu süreçte en çok yaşadığımız şehirlerdeki açık alanların önemi üzerine düşünüyorum.
İrem: 10 yılı geçti, İstanbul’da yaşıyorum. Salgından önce de serbest çalışıyordum aynı zamanda yüksek lisans öğrencisiyim. Bir süredir tezim için araştırma yapmak amaçlı kütüphanelerde geçiriyordum zamanımı ki çok sevdiğim mekanlardır. Geriye dönüp bakınca aslında bol bol vakit geçirmeye başlamıştım sevdiğim mekanlarda.
Karantinayı eşimle geçiriyorum ama evde tüm gün beraber değiliz kendisi işinden dolayı dışarıya gidip gelmeye devam ediyor. Aynı zamanda salgınla beraber evden çalışma sistemine geçen bir arkadaşım (evde 2 yaşındaki oğlu çalışmasına izin vermediğinden) gündüzleri bana geliyor çalışmak için. Açıkçası bu durum benim için de biraz daha az anormal kılıyor dışarıdaki hayatı.
Karantinada en büyük ve en sıkıldığım yeni rutinim her öğünü hazırlamak ve düşünmek ve çeşitlendirmek zorunda kalmak. Bu sadece öğün değil beraberinde gelen bulaşık yükü de var tabii. Ayrıca alışveriş döngüsü de çok yorucu: Savaşa gider gibi dışarı çıkmak, marketten bir an önce alınacakları alıp eve gelmek ve her şeyi tek tek dezenfekte etme süreci. Bunlar ciddi zaman alan aktiviteler. Bir de bana dışarıdaki durum çok gerçeküstü geldiği için kafamı toplayıp tezime odaklanamıyorum ama kendime yüklenmedim bu konuda çünkü gerçekten zor bir dönemden geçiyoruz. Daha çok kafamı dağıtan ne varsa onla ilgileniyorum ev işlerinden arta kalan zamanlarda.
Mekânsal algı konusundaysa, evet dışarının post-apokaliptikvari insansız görüntüsü zaten başlı başına ayrı bir konu ama benim daha çok iç mekân algımda oldu değişim. İçinde yaşadığımız apartman dairesi dışarı çıkamayınca ciddi bir dört duvar arasında olma algısı yarattı bende. Ev dar gelmeye başladı. Balkonun ne kadar kıymetli bir mimari öğe olduğu daha çok anlaşıldı sanırım toplum tarafından. Amma velakin o kıymetli balkon bile ufacık küçücük gelmeye başladı bana. Bir bahçe ne güzel olurdu böyle bir dönemde.Ve şehre dönersek de benim için karantinadaki İstanbul, zihnime kazınan bu fotoğraftır. Galata köprüsü çoğu güzergahımın ana geçiş noktasıdır ve şimdiye kadar böylesine boş hiç görmemiştim.
Gizem: 1 sene 1 ay 1 haftadır Londra’da yaşıyorum. Salgından önce de şimdi evden çalıştığım gibi Heatherwick Studio’da proje bazlı çalışıyordum. Her iş günü 45 dakika otobüs ve o tıklım tıkış “Northern Line” metrosuyla işe gidip, aksamları -artık kaçta biterse mesai- aynı şekilde dönüyordum. Hafta içi metroda okuduğum kitap süresince kendime zaman ayırabildiğim, hafta sonları ise 2 dakikalık güneşten kertenkele misali faydalanmaya çalıştığım bir süreçti benim için. Yine de Londra seçeneklerin çok bol olduğu bir şehir, işkolik bir mimar değilseniz her güne bir aktivite, sergi, tiyatro sığdırabilirsiniz.
Karantinayı erkek arkadaşımla beraber geçirmekteyiz. Ve bu konuda resmen minnettarım. Bundan önce saçma bir muhitte, kutu gibi bir evde, kedimle yalnız yaşıyordum.
Karantina zorunlu bir şekilde, sanıyorum hepimize, yeni bir rutin öğretti. Burada yaşayan neredeyse herkes bazı alışkanlıklarının ilginç bir şekilde çok daha iyiye gittiğinden bahsediyor ve ben de buna katılıyorum. Bunun en büyük örneği yeme-içme alışkanlığı. Karantinanın ilk haftası süper marketlerden alışveriş yapmak imkânsız bir hale geldi. Herkes panik içinde stok yapmaya çalıştığından ne içeri girebilmek ne de aradığını bulmak mümkündü. Bu durum bizi başka arayışlara itti haliyle. Aynı süreci restoranlara meyve- sebze sağlayan firmalar farklı bir şekilde yaşadı ve ortaya şu an kullandığımız internet üzerinden meyve- sebze ve temel gıda siparişi vereceğin, kalitesi cidden yüksek bir sürü yeni sağlayıcı çıktı. Aldığımız gıda malzemesinin kalitesi “zoraki” olarak ciddi bir şekilde yükseldi. Yeni rutinin merkezi ev ve aslında mutfak. Biz kim yorgunluktan ölmüyorsa ya da eve erken gittiyse o pişirsin derdinden uzaklaşıp, şu an yapabiliyorsak “hadi beraber pişirelim” in keyfini çıkarıyoruz. Aynı şey hükümetin “evden günde 1 tip egzersiz için çıkabilirsiniz” tavsiyesi çerçevesinde de yaşandı. İlginç bir şekilde çoğu insan egzersiz yapar oldu. Ben de bisiklete binmeye başladım, bundan sonra yapabildiğimce bisikletle işe gitmek istiyorum. Ne kadarı kalıcı olur bilinmez ancak birçok insan, ben dahil, çalışma haftasını 4 güne düşürmeyi, en azından 1 gün evden çalışmayı denemeyi konuşur oldu. Ofisler de bu konuda çok ılımlı, bunu yapabilir miyiz çalışması yapmaya başladılar.
En çok özlediğim ve yapmak istediğim şey arkadaşlarımla bir kadeh bir şey ya da güzel bir yemek için buluşmak. Sosyalleşmeyi özledim arkadaşlarımla. Zaten yurtdışına taşınmak, hele de benim gibi çok yeni gelmiş biri için oldukça izole edici, mevcutta olan birkaç arkadaşın, sosyalleşme aktiviten çok kıymetli bu durumda.
Değişen mekân algısından söz edersek, çok net olan, açık kamusal alanların öneminin anlaşılmış olması. Biz burada (olabildiğince) şanslıydık hava konusunda. Karantinadan önce leş gibi olan hava karantinaya başlamamızla birlikte güneşli pırıl pırıl bir hal aldı. Londra zaten yeşil bir şehir, parklar şu an dolup taşıyor, ancak herkes 2’şer metre arayla konumlandığından insanları parka serpmişsin gibi bir görüntü var. Ve biz mesela evde o açık yeşil alanı arar olduk, bir sonraki ev için bahçe kesin olmalı kararını verdik. Taşınma ve ev sahibi olma hep konuştuğumuz şeylerdi ancak bir anda gerçeklik kazandı, üzerine düşündüğümüz süreç kısaldı. Şu an yaşadığımız apartman dairesi yetmez oldu, ki Londra şartlarını düşünürsek çok şanslıyız. Mutfak evin içinde büyüdü, kanepe batar oldu, her şey daha rahat olmalı kararını verdik. Kuzey cephesinde yaşamamız rahatsızlık vermeye başladı. Çalışma hayatının verdiği koşturmacada ev gelip geçici bir kabukken daha bir benimsendi. Bu fotoğraf Londra hayvanat bahçesinden. Kapıları kapalı tabii ama çalışanlar sanırım insanlara biraz moral olsun diye bu zürafaları dışarı, Regents Park tarafına çıkarmış. Gerçekten de moral oldu…
Hatice: Kosova, Peja şehrinde 1 senedir yaşıyorum. Kosova’da bulunan Osmanlı dönemine ait bir caminin restorasyonuna devam ediyordum. Günüm şantiyede ve şantiye çevresindeki mekanlarda geçiyordu. Hafta sonu için de yakın şehirlere gidiyordum. Karantina ile düzenli film ve dizi izlemeye başladım. Yaşadığım yerde sosyalleştiğim birkaç butik mekân var. Güzel bir kahve içip mekân sahipleri ile sohbete koyulmayı özlemiyor değilim.
Karantina nedeniyle evimin manzarası ile daha çok haşır neşir oldum. Ve fark etmediğim detayları gördüm. Dışarıdaki yapılaşma ve doğa salonumun bir parçası haline geldi zamanla. Bu bana inanılmaz haz verdi. Penceremden gördüklerimi fotoğrafladım, resmini çizdim, karaladım. Ara sıra dışarıya yaptığım ufak yolculuklarımda ise başlangıçta şehrin merkezi kimsesiz ve kasvetli geldi, fakat sonrasında meydandaki binaların saçak detaylarına, bina renklerine kadar inceler oldum. Bu dönemde baharın da gelmesi bendeki farkındalığın artmasına katkıda bulundu sanırım.
Ayşegül: Kuzey Amerika, Boston’da yaşıyorum. 2011 yılında geldim yani neredeyse 9 sene oldu. Geçen sene Boston’un biraz kuzeyine taşındık kendi evimizi alıp. Salgından önce evdeydim çünkü 9 aylık bir kızım var. Ondan öncesinde de bir kaza geçirmiştim yani çalışmayalı 1 yıl oldu. Küçük bir mimarlık firmasında çalışıyordum ve genelde konut ve küçük ticari mekân tasarlıyorduk. Ayrıca burada bitirdiğim Boston Architectural College’da mimari bilgisayar programlarıyla ilgili bir ders veriyordum. Karantinayı minik kızım Ayşe (8,5 aylık), büyük kızım Ada (2,5 yaşında), eşim ve kedimiz Macha ile geçiriyorum. Karantinadaki yeni rutinimiz sürekli bir yemek yedirme döngüsü diyebiliriz. Uyumayan kızlarım arasında bir ona bir diğerine koşuşturuyoruz. Normalde büyük kızım kreşteydi ama karantina nedeniyle mart ortasından itibaren -şimdilik- haziran sonuna kadar evde. Bebekle evde olduğum için zaten zamanımın büyük bir bölümünü evde geçiriyordum. Biraz hainlik olacak ama karantina benim son 1 yılımı fazla değiştirmedi, eminim anneler beni anlar. Tek farkı artık market alışverişine de gitmiyorum ve arada bir görüştüğümüz arkadaşlarımızı da göremiyoruz.
Sanki şu aralar en sevdiğim yer evimizin avlusu. 1970’lerde Tudor stilinde yapılmış, bitişik 30 daireden oluşan bir toplu konutta oturuyoruz. Her bir daire bodrum, 1.kat (giriş katı) 2. kat ve çatı katından oluşuyor. Daireler dikdörtgen şeklinde ortasında avlu olan ve ön cepheden bir girişi olan bir düzende yapılmış. Yemek masasından dışarı baktığımda yeşili, ağaçları ve çiçekleri görmek bana huzur veriyor. 30 daire olmasına rağmen karantina öncesinde de avluda fazla insan olmuyordu. Açık bahçe değil avlu olması insanda daha sıcak ve güvenli hissi yaratıyor. Eğer Amerika’nın yoğun ve eski yerleşme yerlerinden olan Boston gibi bir şehirde yaşıyorsanız burada yeni ev bulmak zor çünkü yer az ve inşaat pahalı. Ev alışverişine çıktığınızda 50’lerden kalma evler bile yeni sayılıyor ve az katlı çoğu ev ahşap.
Birbirinden farklı tüm bu yaşamların ortak dilinde açık alanların önemi var. Ev artık insanlara dar geliyor, hemen herkes bahçeli, geniş balkonlu, teraslı vb. açık alanlı bir mekânda yaşamak istiyor. İnsanlar iş telaşı içindeyken farkına varamadıkları doğanın önemini fark etmişe benziyor. Ben de bu satırları şöyle çiçek açmış bir ağacın altında yazmayı çok isterdim doğrusu.
Görsel: Nasreen Mohamedi, 1972.