Birkaç saniyeliğine de olsa kendinizi elinizde bir beyin, dilinizde ünlü Alman atasözü ‘insan ne yiyorsa odur’ (ki bu sözün, biraz daha derinlemesine araştırma yapılmış olsaydı, Alman kültürünün ölesiye sömürdüğü ve beslendiği kaynaklardan biri olan Antik Yunan’dan apartılmış bir deyim olduğu bilinirdi) derken hayal edin. Bu süreci takip eden mantıksal çıkarım şu olacaktır: Beyin yersem daha zeki olurum! Anneniz peşinizde “Evladım, beyin yapar, ye işte” diye o oda senin bu oda benim köşe kapmaca oynadığınız günler zihninizde canlanmadıysa, o zaman şanslı veletlerdenmişsiniz bunu da bilin.
Lafı uzatmadan söze geleyim, bu yazıyı kaleme almamın altında Elif Safak’ın yazdığı ‘14 sene sonra et yemeye nasıl başladım?’ isimli yazı var. Ciddi bir bilinç yüklemesi yapmış Elif Şafak. Maliyet hesapları, vicdan yoklamaları, et tüketim modelleri, dostlara sadakat, küçük burjuva alışkanlıkları derken ‘Her yemek yediğimizde aslında politik bir karar veriyoruz’ demeyi de unutmamış. Sağ olsun! Postmodern politikacılar hesabı, üçüncü yolun yolcusuyum ben derken, etliye sütlüye dokunmadan etimi de sütümü de yerim demekten de geri durmamış. Dönem dönem et yemeyi bırakan bir insan olarak bu denli apolojetik bir yazı okumayalı bayağı bir olmuştu açıkçası.
Öncelikle, bir insanın vejetaryen ya da vegan olmasının altında pek çok neden olduğunu, vejetaryen ya da vegan arkadaşlarımla giriştiğim tartışmalardan biliyorum – ki onlar da birbirleriyle bayağı derinlikli alıp veriyorlar. Kimisi et yemenin ataerkil kültürü yeniden ürettiğini, aşırı saldırgan bir erkeklik pratiği olduğunu düşünüyor. Kimisi bunu daha da ileri götürüp, et tüketiminin toplumsal cinsiyet ikiliğini ve eşitsizliğini yeniden ürettiğini iddia ediyor. Kimisi Elif Şafak’ın da belirttiği ekolojik ve ekonomik sebeplerden, kimisi endüstriyel üretimin hayvan katliamı olduğunu düşündüğü için, kimisi et tüketiminin türcülük olduğunu düşündüğü için, kimisi insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümünü eleştirdiği ve bunun bir parçası olmak istemediği için vejetaryen ya da vegan olduğunu dile getiriyor. Başımın üstünde yerleri var çünkü bu onların en derin politik fikirleri ve savlarına yürekten inanmış bu insanlar beni de kısmen ikna ediyorlar. Ee, o zaman Elif Şafak ile sorunun ne diyecek olursanız, kendisinin her politik konuyu olduğu gibi bunu da bir yaşam tarzı söylemine dönüştürmesi ve bunu da kendi seçimini haklı çıkarmak için ‘Etoburların renkli dünyası’ diye lanse etmesi benim derdim. Yazılarını okuduğumda kulağımda eski bir komünistin “bakın ekonomik neoliberalizmin renkli dünyasını keşfettim, aşırıya kaçmadığımız sürece her şey çok güzel” diyen sesi çınlıyor sanki. Zizek’e bağlamayacağım, çok sıkıcı oluyor, ancak 1990 sonrası ekolün politik olan her şeyi kültürle ikame edelim, bakın ben de köklü bir kültür keşfettim naraları da kabak tadı veriyor.
Naif bir üslupla “neden insanlar isim verdikleri şeyi kesip öldürüyor sonra da yiyorlar” demiş ya, insanın aklına kültürün kökenleri üzerine hiç düşünmemiş mi Elif Şafak diye gelmeden etmiyor. Hangi kültür masummuş ki ‘etoburların kültürü’ bundan muaf olsun?! İnsanoğlu değil midir yerleşik olmadan çok önce yandaşı ile savaşmayı, hemcinsini öldürmeyi öğrenen? Avlanma değil midir bir erkek işi olan ve erkeklerin saldırgan tavırlarının daha da gelişmesine yol açan? Erkek değil midir kutsal aile adına kadını katleden? Durum ortada: Erkeklerin dünyasında öldürme deneyiminin iktidarı, savaş-barış karşıtlığı ve onun sentezinden oluşur.
Barış değil Elif Şafak’ın kaleminden dökülenler. Kaleyi içeriden fethetmek ise hiç değil kendisinin duruşu. Etoburluk kültürünü sil baştan dönüştürmek ise ineklere verilen besin niteliğini değiştirip daha az metan gazı salmalarını sağlamaktan ya da hayvanları özgürce dolaştırmaktan geçmiyor. Ne fark ediyor ki daha az metan gazı saldıklarında, yine hayvanlar öteki olarak nesneleştiriliyor, araçsallaştırılıyor. Belki yüreği kan ağlayan liberaller kendilerini çevreye daha az zarar verdikleri için ya da hayvanlar ölmeden önce kırlarda ve otlaklarda temiz hava alma şansına eriştikleri için daha iyi hissediyorlar.
Demem o ki, isim vermenin ismi olan bir varlığı öldürmek kadar şiddet ve tahakküm içeren bir eylem olduğu, içinde yaşadığımız kültür düşünüldüğünde, özür niteliği taşıyan, biliyorum ama yine de yapıyorum sinikliğini taşıyan yazıları kamuoyuna hassasiyetleri yüksek üçüncü yol olarak sunmak bence çok bayat ve rahatsız edici. Bırakın da eti yiyen yesin, kendini savunsun ya da vicdan azabı duysun. Saflar belli olsun!