Yeditepe İstanbul’un sapsız baltası Yusuf’u hatırlar mısınız? Hani tek gayesi mahallenin romanını yazmak olan. Ailemle örsü kösteği yükleyip İzmir’e taşındığımız zaman, ki 8-9 yaşlarıma takabül eder, pek cazip gelmişti bu aylağın meşguliyeti. Ancak vaki olup da kocaman bir kadın olduğum şu zamanda Yusuf’un Sazanların Tarihi’ni yazdığı mahalleye gidip karşısına dikilerek: “Kolaydı öyle mahallede Sazanların Tarihi’ni yazmak, gel de bizim mahallede yaz bakalım!” diye hesap sorardım muhtemelen. Yusuf Gülseçen’den ümidi kesince, günümüz seyahat bloggerları gibi, Instagram hesabı açsa “gezilen şehir: 55” diye bir biyografisi olması muhtemel Marco Polo’yu bekledim. Neticede elli beş şehir gezmiş, yolu elbet düşerdi bu mahalleye.
“Bu mahallede kadınlar, tan yeri ağarmadan yola çıkmak zorundadırlar işlerine yetişebilmek için. Aynı saatlerde işe gitmek üzere otobüs dolmuş sırası bekleyen erkekler trafından doldurulan toplu taşıma dahil olmak üzere bir çok mekan adeta kadınlara kapalıdır. Bu yüzdendir ki sabahın erken saatlerinde kentin her karışının kendilerine tahsis edildiğini varsayan erkeklerle mücadele etmek zorunda kalan kadınlar, bina saçaklarına tüneyen serçelere benzerler bu mahallede.”
Marco Polo yaşadığım mahalleyi bu şekilde tasvir eder miydi bilmiyorum. Belki de Yusuf Gülseçen gibi mahalle kültürünü över, hatta işi bir adım öteye taşıyarak, muhtemelen bir kez olsun tutuşturmadığı sobanın güzellemesini 3. hamur kağıt sevdalısı çükmerkez dergilerden birinde paylaşabilirdi.
Şunu baştan dile getirmekte fayda görüyorum, kallavi kentsel teori kitaplarına konu olan kentleşme süreçlerini, insanların avlusundaki dut ağacına değin her şeyin tarumar edilmesini görev bilmiş heyula ile savaşan ve kentin çeperinde hala kadın ve genç olma sınavlarını veren biri olarak kenar mahallelerinde ne olup bittiğinin farkındayım. Derinleşen eşitsizliklerle handiyse klişe haline gelmiş, zengin ve fakir arasındaki o uçurumdan yuvarlanan birinin bir zamanlar sadece zedelenmelerle canını kurtarırken; artık lime lime olacağının da farkındayım. Benim bu yazı vesilesiyle üzerinde durmak istediğim husus ise ne mahallenin ne de mahalle kültürünün asla üzerine methiyeler düzüldüğü kadar masum, sıcak ve samimi olmadığıdır.
Belki de yazıya, nispeten kadınların daha güçlü portrelendiği bir yapım üzerinden başlamam ilk başta talihsiz karşılanabilir. Ama on sekiz yıldır yaşadığım yerde karşılaştıklarım tam da bu yapımın ekranlarda olduğu döneme denk düşüyor. On sekiz yıldır çocukluğumu, ilk gençliğimi ve yetişkinliğimi devirdiğim mahallede her kondu kendi başına dert soluyor ama geriye dönüp baktığımda, 26 yaşına bastığımda ancak idrak edebildiğim, merdivenin ilk basamağına tekrar döndüğümde feminizme dair bir satır okumadığım zamanlarda, bana nasıl oyun bozan feminist olacağımı öğreten, sonra da mahallenin kokuşmuşluğuna, çürümüşlüğüne dayanamayan bir ana kızdan bahsetmek istiyorum.
İzmir, denilince akla ilk olarak mutluluktan, refahtan ve huzurdan dört başı mamur hayatlar yaşayan insanlar geliyor. Bütün o şehri alabildiğine süslü gösteren dış cephe boyasını kazıdığınızda ise elinizde dökülen toprak sıva ile karşılaşıyorsunuz. Mahallelerin, oraya taşınan insanların geldikleri yerle anıldığı bir yerde yaşıyorum. Üst mahalle Sivaslı, bir alt sokağımız Mardinli… Çoğu insanın sıradan kabul ettiği okula gitmek ya da arkadaşları ile vakit geçirmek gibi pek çok şeyin asıllarına halel getireceği endişesi taşıyan ve çocuklarının hele de kızlarının her an dejenere olacakları endişesiyle boyunlarını pencereden çıkarttırmayan insanların yaşadığı yerde. Karşı komşumuzun kızı Refiye, adeta bu çürümüşlüğü tül gibi yırtmak için dünyaya gelmiş, sonra da o güzel on altı yaş zihni methiyeler düzülen mahallenin mahkemesini kaldıramamış, göçüp gitmişti. Kendisi gibi 9-10 yaşında olan emsalleri sandalyeye çıkıp çorba pişirirken, salatalar yapıyorken; Refiye’nin sokakta oynaması nasıl bir tehdit unsuru oluşturuyorsa artık, yaşadıkları apartmanın sahibinin karısı, biteviye Refiye’den neredeyse on yaş büyük kızlarının dahi terbiyesini bozduğunu söyler; başka başka komşular o “sıcacık” mahallenin güzide insanları on iki yaşına basan Refiye’nin oğullarının derslerini ihmal ettirdiğinden yakınırlardı. Doğru ya memelerimiz sivrilmişti hepimiz bir tehdit unsuruyduk. Beyaz okul gömleklerimizden neremizi nasıl traşlıyacağımıza dair mutlaka fikri olan mahallelli on beşine yeni basan bu kız çocuğuna anlamlandıramadığım bir kin besliyordu. Annesi babasına dayanamayıp evden ayrıldığı vakit, kız çocuklarının boynunu dışarı çıkarttırmayan ana babalara inat kapı kilitli olunca topludan kaçıverirdi. Yemlik gibi saçlarını hiç kesmezdi. Bir yol, mahalledeki bir düğün için başkalarının kullanmadığı eskileri yıkayıp paklayıp kuşandığımız hatta saçımızı da akşamdan sarıp toplamıştık. Böyle giderse ana babalarımızın başına dert olacağımıza dair kaos teorileri sardığı vakit ben artık liseye başlamış, elime ne geçerse içercesine okumaya başlamıştım. O sırada Refiye ve ailesi de yaşadıkları bodrum katından kirayı ödeyemedikleri için çıkartılmış, ilçe mezarlığının dibindeki bir apartmana taşınmışlardı.
Refiye ve kuru çöpü toprağa sokuverse dallanıp budaklandıran, eli bereketli, çalışkan annesi ile bağlarımız hiç kopmamıştı. En son ev ziyaretimizde hatırlıyorum Refiye’yi, bir de anneler gününde elimde fincan takımıyla eve dönerken yine o muzır bakışları ile “ne o kız liseye başlayınca çeyiz mi düzdürüyolar sana” deyişini. Sivrilen memelerimizden, okul gömleğimizin içine giydiğimiz atlete kadar her şeyin sorgulandığı mahallede Refiye’nin intihar haberini balkondan balkona konuşulurken havaya karışan “müstehakını bulmuş” bağırışları ile öğrenmiştim. Aradan geçen on bir seneye rağmen hala kulağımda. Bir mahalle on altı yaşındaki kızı şu dünyaya sığdıramazken, rica ediyorum Yusuf Gülseçen, sen mahallenin romanını yazma.