Kokulu hatıra defterleri, günlükler ve renkli kalemler sayesinde hepimizin çocuk yaşlarda oturup birkaç öykü veya anı yazmışlığı, en azından birkaç şey karalamışlığı vardır. Hala günlük tutmaya devam edenlerimiz, yazmaktan hiç vazgeçmeyenlerimiz de vardır mutlaka. Çocukluğumda kaleme aldığım sıkıcı okul anılarından ve aşırı acıklı birkaç kurgu denemelerinden sonra yazı yazmayı kenara bırakıp yaşamıma naçizane bir okur olarak devam edenlerdenim. Ama 2017 yılının ağustos ayında annemin ilik kanseri olduğunu öğrendiğimde, uzun bir aradan sonra başlığını ‘hikâye’ olarak kaydettiğim bir yazı dosyası açıp yoğun duygularımı bir yerlere aktarma ihtiyacı hissetmiştim. Yazımın bir kısmını burada paylaşmak istiyorum:
Burası hastane odası… İçeride adı ‘sıhhi havalandırma’ olan koskoca bir kutu var. Gürültüsüyle de hacmiyle de her yeri dolduruyor. Bize burayı gösterirlerken –yüksek enfeksiyon riski nedeniyle- pencere açmanın ve birden fazla refakatçinin odaya girmesinin kesinlikle yasak olduğunu defalarca söylediler. Zaten şu havalandırma kutusu odaya bir kişinin daha girmesine izin verecek gibi değil. Saat başı yasak olmasına rağmen kapıyı ardına kadar açıp, koridorun karşısındaki pencereden kafamı uzatıyorum. Tek nefeslik pencere adını verdiğim penceremse güzelim bir avluya bakıyor. Annem yürümeye başlayınca ona da gösterdim manzarayı. Artık, karşı bloktaki tuvalet pencerelerinin, avlunun çimenli ve taşlı döşemesinin, çaprazdaki tuğla bacanın her detayını ezberlemiş bulunmaktayım. Manzaramızın en nadide parçası olan büyük çınar ağacına bakan annem “aklıma bir çocukluk anım gelip duruyor” dedi. Çocukken köyde oyuncak falan olmadığından kendisine çiçeklerden, yapraklardan ve ağaç dallarından oyuncaklar yaparmış. Mesela çukurca bir yaprak aslında bir tencereymiş, kurumuş çiçekler kaşıklara benzermiş. Kafamda bir çeşit ‘kurumuş bitkiler mutfak takımı’ hayal ediyorum. Ne zaman güç bela koridora çıkıp avluya bakınsak aynı şeyleri anlatıyor. Sanki tamamen kendi içine kapanmış, çocukluk anılarına sarmalanmış durumda. Eh, haliyle beni de kendi anılarımla baş başa bırakıyor. Akşam iş çıkışlarında kreş servisimde annemin gelip beni almasını beklerdim. Servisin kapısından bana sarıldığında burnuma kırmızı rujunun, sigarasının ve deri ceketinin kokusu gelirdi ki bu benim anne kokumdu. Her akşam yemeği sonrasında, bitmeyen ısrarlarıma dayanamayıp bana resimler çizerdi. Kabarık elbiseli, topuklu ayakkabılı prensesler, upuzun saçlı denizkızları falan… O an hiç bitmesin isterdim. Kaleminin her hareketini dikkatle izlerdim.
Geçen gün -sıhhi havalandırmanın gürültüsü yüzünden- bağırarak “anne yahu, çocukken bana ne güzel resimler çizerdin, hatırlıyor musun? “ diye sordum. Cevap olarak anneannemin çok güzel inekler çizdiğini söyledi. Anneannemin çok güzel inekler çizebildiğini o gün öğrendim. Çocukken çokça zaman geçirdiğim ve hafızamdaki anneanne, incecik hamur açıp baklava yapar, hamurunu açarken gençlik hikâyelerini anlatır -çoğu büyükbaş hayvanları ve köpekleri ile ilgili- ve sabahları da erkenden kalkıp bolca çiçek sulardı. Küçük bahçesine her yaz başka başka çiçekler ekerdi. Bildiğim ne kadar çiçek adı varsa ondan öğrendim zaten.
Sonuç olarak, bu zor günler daha da zor günleri beraberinde getirdiyse de şimdilerde yavaş yavaş sağlığına kavuşan annem hala hayatta olduğu için çok mutluyum. Ama biliyorum ki içimizde hala en sevdiklerini kaybetmemiş olanlar varsa bile mutlaka hayatlarının bir bölümünde acı kayıplar yaşayacak ve bundan sağ çıkmayı öğrenecekler.
Bu depresif geçen hastane günlerinin birinde şans eseri Alyssa Monks’a ait bir video izledim ve bana çok iyi geldi. Son derece duygusal ve kişisel konuşmasında, ona ilham veren ve en büyük destekçisi olan annesini kaybetmesi sonrasında sanata bakış açısının nasıl değiştiğinden söz ediyordu. O zamanlar yaşadığım zor günleri atlatmam için bana cesaret verdi.
Yedi çocuklu kalabalık bir ailenin sekizinci çocuğu olarak dünyaya gelen Alyssa Monks, kendini bildi bileli resim yapmayı seven ve 14 yaşında da sanatçı olmaya karar veren bir ressam. Görsel sanatlarda ‘hyperrealism’ olarak adlandırılan aşırı gerçekçi resim akımından esinlendiği devasa boyutlarda yağlı boya tabloları var. Floransa’da sanat eğitimi alıp ardından New York Sanat Akademisinde de yüksek lisansını tamamlamış. Özellikle suyun içinde insan resmetme konusunda uzmanlaşmış. Duş ve küvet gibi izole ortamları mekân olarak seçen ressam, suyun etkisini arttırmak için de unlu, yağlı karışımlardan buhara kadar farklı tekniklerden faydalanıyor. Bir web sitesine verdiği röportajında neden yağlı boyayı tercih ettiğini ise şöyle açıklıyor: “Yağlı boya öylesine dizginlenemez ve öngörülemez ki, otuz yıllık tecrübe sonrasında bile denenecek sonsuz yöntem var. Kalıcı ve harika bir kokusu var ve o kadar zengin ve çok yönlü ki insana sonsuz seçenek sunuyor.”
Alyssa, ailenin en küçük çocuğu olarak hayatta kalmanın zorluklarını annesinin büyük desteğiyle resim yaparak aştığını söylüyor. Kariyerinin en parlak döneminde de seramik sanatçısı olan annesiyle çokça zaman geçirip fikir alışverişinde bulunuyorlar. Akıl hocası ve ilham kaynağı olarak gördüğü annesi hakkında yine aynı röportajda şöyle söylemiş; “Sanatımı etkileyen en büyük şey annemin yaşamı ve ölümüydü. Hayatı boyunca çok üretkendi ve yaptığı her şeye kendi yaratıcı tavrını ve deneysel tekniklerini de taşıdı. Ona yakın olmak, nasıl yaratıcı olunacağını öğrenmenin en iyi yoluydu çünkü her zaman işe yaramasa bile yeni şeyler denemeye istekli olmak ve bu süreçten zevk almak demekti. Hayattan nasıl zevk alınacağını ve ne yaparsa yapsın yaptığı şeyi sevmeyi bilirdi.”
Alyssa’nın annesine 2011 yılında akciğer kanseri teşhisi konuyor ve teşhisin takip ettiği senenin ardından da annesi maalesef ölüyor. Ani gelen hastalık sürecinde annesinin günlük ritüellerinin gittikçe zorlaşması ve nihayetinde yaşamının son bulması sanatçıyı büyük bir bunalıma sürüklüyor. Kusursuz gerçekçilikte resimlerle uğraşmak bir yana içinde resim yapma isteği bile kalmıyor. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın içindeki sanatçı ortaya çıkamıyor. Aşağıdaki resminin de o döneme ait duygularının bir dışavurumu olarak ortaya çıktığını söylüyor.
Annesiyle birlikte içindeki ilham da ölen Alyssa, artık sanatçı bile olmadığını düşündüğü bir çıkmaza giriyor. Stüdyosundaki resimleri yırtıp parçalayarak, boyalarıyla ormana giderek içindeki acının özgürce ortaya çıkıp bir şeylere dönüşmesini bekliyor. Önce daha pastoral ve kendi tarzından oldukça farklı, melankolik tuvaller ortaya çıkıyor.
Daha sonra ormanı içselleştirip tuvallerine yalnız doğayı değil insanları da dâhil etmeye başlıyor. Artık izole ortamlarda, suyun içinde resmettiği kusursuz insanların değil de kusurlarıyla ve doğayla, yaşamla iç içe olanın peşinden gittiğini söylüyor.
Konuşmasının beni en çok etkileyen son kısmında, yaşamımızdaki öngörülemez acı kayıpları olduğu gibi kabullenmemiz gerektiğini söylüyordu. Hırslarımıza yenik düşmeden, içinde bulunduğumuz durumu kusurlarıyla kabullenmemizi, içimizdeki boşluğa teslim olup, hayatımızın amacını keşfetmemizi… Ona göre hayatımızın asıl amacı da bu; yaşamla-yaşayanlarla bağ kurmak ve onları merak edip keşfetmekten vazgeçmemek.
Sanatçının websitesi, TED videosu ve röportajı.
Ana görsel: Engage 2017