Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
5 Kasım 1903
Sevgili Søren,
Dün gece Héloise’i gördüm rüyamda. Gücünü aşkından, tutkusundan alan bu kadından etkilenmemek ne mümkün? Onu, Abelard’ından ayrı düşüren tüm olaylardan ve derin kederlerden sonra bile umudunu yitirmedi Héloise. Belki de sevgilisinden hiç yanıt alamayacaktı, ama o yazmaktan çekinmedi. Tüm varlığını tek bir dileğe gömdü adeta: “Kâğıt üzerinde daha da yakınlaşırız, daha yumuşak, daha sıcak sesleniriz birbirimize.” Aramızdaki fark şuydu: O, en azından Abelard’ın hayatta olduğunu biliyordu mektubunu ona gönderirken. “Oysa Søren neredeyse yarım asırdır yok,” dedim rüyamda Héloise’e, “ne anlamı var yazmamın, kâğıt üzerinde bile yakınlaşma imkânımız katiyen yokken?” Dev dağların ardından doğan güneşi andıran bir gülümsemeyle karşılık verdi, yine rüyamda: “Kendine yaklaşman, kendine daha yumuşak ve sıcak seslenmen için bir fırsat bu.” Yıllardır gözüm gibi baktığım suskunluğumun ne anlam taşıdığını yeni yeni keşfetmeye başlıyorum. Sessizliğim dile geliyor artık, onun içinde birikenler kendi dillerini, kendi sözcüklerini icat etmiş sanki. Duyulmak için çareyi Héloise suretine bürünmekte buldular.
Bilirsiniz, gençliğimden beri vazgeçemediğim tek alışkanlığım sabah yürüyüşlerimdir. Artık yaşlandım, iyice yavaşladım, yürüyüşlerin hem mesafesi hem de süresi giderek kısaldı; ama hâlâ günümün en güzel dakikaları bunlar. Zira bu yürüyüşlerde, ruhumun size rastlamayı hayal etmekten asla yılmayan o parçası serbest kalıyor. Fritz’in Antiller’e tayininden önce yollarımızın kesiştiği (bilerek mi yapıyorduk bunu acaba?) günleri anımsıyorum. Uzaktan sizi görüp heyecana kapılırdım; her defasında inatla yüzümü işgal eden tebessümü sizden saklamak için başımı yere indirip geçerdim yanınızdan. O saniyelerde sizinle göz göze gelmemek için verdiğim bu çetin mücadele tenimi cayır cayır yakmaya yeterdi. Son zamanlarda, bir gündüz düşü eşlik ediyor bana bu yürüyüşlerde. Yeniden karşıda beliriyorsunuz. Kalbimin ritmi hızlanıyor. Her zamanki coşkulu gerilim bu defa bambaşka tezahür ediyor. Nereden ve nasıl bana nüfuz ettiğini çözemediğim bir güç beni hareketsiz bırakıyor, olduğum yere çakılıp kalıyorum; fakat artık sınırlarından taşan, konuşma arzusuyla kavrulan suskunluğum bir anda bedenimi yırtarak yanınıza koşuyor ve kulağınıza şu sözleri fısıldıyor: “Ruhunuzun girdaplarını, çelişkilerinizi, biteviye cebelleştiğiniz melankoliyi, zekânızın zırhında nefessiz kaldığınızı ve inancınızın yükü altında eridiğinizi en başından beri görüyordum. Oyununuzu en başından beri anlamıştım. Bu oyunda üzerime düşen rolü sadakatle oynadım; çünkü size güvenim mutlaktı.” Uzaktan izliyorum içimden fırlayan genç Regine’nin itirafının üzerinizdeki etkisini; omuzlarınız gevşiyor, bakışlarınız yumuşuyor, gözleriniz nemleniyor. Bu buğulu sahne buharlaşırken ağır ağır yürümeye devam ediyorum. Nefesimi tıkayan o düşünce takılıyor yine bu sahnenin ardına: Keşke hayattayken size bunları söyleme şansım olsaydı…
Dürüst olmak gerekirse, babamın vefatından sonra gönderdiğiniz mektubu, Fritz’in kalbini kırmamak için, açmadan geri gönderme önerisini kabul etmiştim. Ama daha o anda, birkaç sene içinde yeniden Kopenhag’a döndüğümüzde size bir açıklama borçlu olduğumun farkına varmıştım. Babama ne kadar saygı duyduğunuzu bilirdim; dahası, sevilen bir babanın kaybının insanı nasıl derinden yaraladığını ve allak bullak ettiğini sizden daha iyi anlayan yoktu. Bana destek olmak istediğinizi sezmiştim ve mektubu öylece size iade etmenin kabalık olduğunu o an idrak etmiştim. Ne var ki, Fritz’e karşı gelememiş, önerisine katılmıştım. Nasıl olsa günün birinde buluşur, ilerlemiş yaşlarımızın ağırbaşlılığı ve bilgeliğiyle, kalplerimizin mağaralarına sürgüne gönderdiğimiz hakikatleri incelikle birbirimize açarız diye düşünmüştüm. Gündüz düşlerimde ne kadar da cesurum, gördüğünüz gibi! Giderek bir plana evrilen bu düşünceyi, hayatın öngörülmez felaketlerinden korumak ancak hayal gücü dahilinde mümkünmüş ne yazık ki… Teselli bulduğum bu düşüncenin hiçbir yerinde bu kadar erken sonsuzluğun şefkatine göçeceğiniz ihtimali elbette yoktu. Sonlulukla, zamansallıkla, varoluşun daimî devinimiyle ilişiğinizi bu kadar erken keseceğinizi aklımın ucuna bile getiremezdim.
Abiniz Peter Christian Kierkegaard’un tam 1 Ocak 1856’da Fritz’in eline ulaşan mektubu aniden dünyamı paramparça etmişti. Mektup, 11 Kasım 1855’te vefat ettiğinizi ve kitaplarınız ile yazarlık haklarınız dahil, mirasınızın yasal varisi olduğumu bildiriyordu. Yeryüzünün tümüyle yabancı, ücra bir köşesinde daha önce hiç hissetmediğim bir yalnızlık ve köksüzlük sanki beni bu dünyanın yedi kat üzerine fırlatmıştı bir anda. Uzuvlarım bedenimden uzaklaşmış, bir kukla gibi havada asılı kalmıştım. Dünyanın tüm koşuşturması, gürültüsü, pamuk ipliğine bağlı anlam kurguları, büyük ya da küçük her tür tasa bir anda boşluğun uğultusunda emilip boğulmuştu. Elimdeki mektubu katlayıp yerine koyarsam, tüm bunlar hiç olmamış gibi, hayat eski haline dönebilir miydi? Yıllarca Fritz’e hissettirmeden tek başıma boğuşmak zorunda kalacağım çaresizlik tam o an çöreklenmişti ruhuma. Tereddüt ettiğimi gören Fritz her zamanki nazik üslubuyla, “Hayatım, bu teklifi reddetmek, yapılacak en sağduyulu şeydir” demişti. Haklıydı. Öyle de yaptık. Sadece broşu ve bana yazdığınız mektupları istemekle yetindim.
Bu haberin ardından aylarca uyku girmedi gözüme. Onca yıldan, oynadığınız o zalim oyunlardan, taktığınız o maskelerden, büründüğünüz o tuhaf edebi kılıklardan sonra, nazarınızda Regine Kierkegaard olduğumu fark etmiştim. Nihayet! Beni hâlâ nişanlınız olarak gördüğünüzü ve hâlâ sevdiğinizi anlamıştım. Fakat, beni hayattayken kendinizden uzaklaştırmak için elinizden geleni ardınıza koymayıp ölümünüzde kendinize çekmeniz nasıl bir aşk kavrayışının ürünüydü? Benim olmak için yokluğumu arzuladınız, sizin olmam için yokluğunuzu armağan ettiniz. İronilerin Prensi’nden başka ne beklenirdi ki?
Tam 48 senedir bu hikâyeyi düşünüyorum, beni “Kierkegaard’un Regine’si” yapan hikâyeyi. Bu süre zarfında kitaplarınızı yeniden okudum. Vefatınızın ardından yayınlananları da. Yeğeniniz Henrik Lund’un getirdiği, hakkımda günlüğünüze yazdığınız notları ise kalbime ve belleğimin duvarlarına kazıdım. Tüm bu sözcük yığınında, hitap ettiğiniz, yücelttiğiniz, bazen kızdığınız, bazen çocuksu bulduğunuz, bazen ilham perisine dönüştürdüğünüz, gözyaşlarını, coşkusunu, size hayranlığını ve hatta anlayışsızlığını sevdiğiniz tüm bu Regine’ler arasında kendimi aradım durdum. Anlattığınız hikâyenin içindeki yerimi bulmaya ve bunun ne kadarının benim hikâyem olduğunu ayırt etmeye çalıştım.
Fritz’in vefatından sonra pek çok araştırmacı benimle tanışmaya ve söyleşi yapmaya geldi. Günlükleriniz ve düşünce defterleriniz de yayınlanınca, kitaplarınıza serpiştirdiğiniz ipuçlarının ardındaki hikâye tüm görkemiyle belirmişti artık. Merak ediyorlardı; Kierkegaard’un tüm yazılarını adadığı, dünyevî hayatta kavuşamamalarına rağmen, ömrünün sonuna kadar sevmekten asla vazgeçmediği şu meşhur Regine Olsen kimdi? Ne var ki, akıllarını çelen bu sorunun altında yatan niyet, hiç şüphesiz, Kierkegaard’u anlamaktı. Benden dinlemek istedikleri esasen sizdiniz. Ben, ancak sizin anlattığınız şekilde, sizin hikâyenizin bir parçası olarak ilgi çekiciydim. Hakkımda çoğunlukla edindikleri izlenim (çünkü titiz bir özenle bu izlenimi edinmeleri için uğraşıyordum) şuydu: “cana yakın, sevimli, naif bir kadın Bayan Schlegel, biraz da içe kapanık ve çekingen, ama her fırsatta kocasından methiyelerle bahseden, ona her zaman saygılı ve sadık; konu, Kierkegaard’la yaşadıklarına gelince uzaklara dalıyor, onun hakkında konuşmaya pek gönül indirmiyor…” Neden mi? Çünkü Kierkegaard’un hikâyesinin görkemle parlaması için benim suskunluğum elzemdi. Bunun bilincinde olduğum için az konuşuyor, hikâyenizin ana hatlarını, bakış açınızdan sapmadan tekrar ediyor, yaşananları kendime saklamak istermiş gibi mesafeleniyor, sözde kırılganlığımdan taviz vermiyordum. Oysa içim kıpır kıpırdı. Bir keşif serüvenine çıkmıştı Bayan Schlegel / Bayan Kierkegaard / Bayan Olsen; kim olduğunu, kendi sesini, hikâyesini, acısını ve mutluluğunu Kierkegaard’un sözcük ordusuna meydan okuyarak geri alacaktı. Kendi hikâyesinde egemenliğini ilan etmeli, kendisini kurgulama hakkını ele geçirmeliydi önce. Gençliğinin en büyük kahramanı Jeanne d’Arc şimdi bu misyonda ona rehberlik edecekti!
Çok sevdiğim bir cümleniz var, şöyle demişsiniz: “Felsefenin dillendirdiği şu mesele doğrudur: Hayatın geriye doğru anlaşılması gerekir. Oysaki insanlar öteki ilkeyi unuturlar: Hayat ancak ileriye dönük şekilde yaşanır. Bu ilkeden hareketle, ne kadar derinlemesine düşünürseniz düşünün, zamansal yaşamın asla tam manasıyla kavranamayacağını anlarsınız; çünkü tam da durup geriye doğru bakabileceğimiz bir konum yoktur.”[1] Varoluşun deviniminde nihai bir konuma kilitlenmenin imkânsızlığını vurguladınız hep. Zamansallığın akışı bizi sürekli ileriye fırlattığı için, bakışımızı ister kendimize ve hayatımıza ister geçmişimize ve yaptığımız seçimlere çevirelim, gördüğümüz şey de sürekli değişecektir. Ne var ki, Tin olan insan sadece zamansallıktan ibaret değil; zamansallıkla ebediyetin bir sentezidir. Yine sizden öğrendiğim üzere, bu sentezle kurduğumuz ilişki hangi uca daha meyilliyse, umutsuzluğumuzun farklı bir biçimiyle karşılaşırız. Siz sentezin hangi ucuna kaçıyorsunuz, sevgili Søren? Tek bir kararı ebedileştirerek hayatın akışından kurtarmak isteyen siz değil miydiniz? Tek bir kararın etrafında örmediniz mi tüm hayatınızı? Diğer tüm seçimlerinizi, bu kudretli kararı daha iyi anlama ve temellendirme maksadıyla yapmaya ve tüm yazdıklarınızda onu farklı ihtimallerin sahnesinde yeniden canlandırmaya girişmediniz mi? Yazın hayatınızı, birbirinden farklı pek çok tuhaf karakterin aynı hikâyeyi farklı şekillerde yankıladığı bir maskeli baloya dönüştüren de bizzat bu karar değil miydi?
Anladığınız üzere, benimle evlenmeme kararınızdan söz ediyorum. Sürekli akan, değişen zamansal hayatta bir sabitlik bulmuştunuz sanki, tutunmuştunuz, dönüp dolaşıp bu kararı yeniden değerlendiriyor ve hep haklı çıkarıyordunuz kendinizi. Yazar nihayet sözcüklerin gürül gürül akacağı kutsal pınarı keşfetmişti, şimdi bu temayı ince ince işleyip hayatını bir şiir gibi dokuyabilirdi. Üstelik bu kararın içinde pek çok şey saklıydı, bir hazineydi adeta: kendini feda etmenin estetiği, âşık olduğu tek kadını yitirmenin acısı, imanın ıstırabı, şövalye ruhunun cesareti, sadakatin sonsuzluğu ve üstüne üstlük, babanın melankolik mirasına mahkûmiyet. Tüm bu virajlardan geçerek, inişli çıkışlı, çok sağlam bir hikâye yaratmıştınız. Fakat inşa ettiğiniz anlatısal mimarinin akustiği sizi sürekli kendi sesinizle besliyordu ve bunun, sizi sözcüklerime karşı sağır ettiğini fark etmiyordunuz bile.
Beni kendinizden korumak için bu kararı verdiğinizi söylüyordunuz. Melankolik mizacınızın beni eninde sonunda mutsuz edeceğini, beni mutsuz etmenin sizin için dayanılmaz bir ıstırap olacağını öne sürüyordunuz. Dahası, ruhunuzun güçlü çağrısı sizi yazarlığa çekiyordu, evlilik hayatının önündeki bu ilahi itiraza boyun eğmenin sizi daha dürüst kıldığından bahsediyordunuz. Dünyevi aşkın coşkusuna kapıldığım için sizi anlayamadığımı ima ediyordunuz… Oysa sevgili Søren, ifade ederken bile sizi bitap düşüren, gün yüzüne çıkarmaktan imtina ettiğiniz melankolik mizacınızın nelere sebep olabileceğini tüm berraklığıyla görebiliyordum. Her sözünüze kulak kesilen, her hareketinizi dikkatle izleyen, sizi anlamak için hiçbir çabayı esirgemeyen benden bunu sakınabileceğinizi nasıl düşünebildiniz? Hayaletleriniz ve canavarlarınız çok tanıdıktı benim için; babam da uzun yıllar melankoliyle mücadele etmişti. Bu deneyimin bana öğrettiği en önemli şey, melankolinin sabırlı bir şefkatle ve bir an bile tereddüde düşmeyen kuvvetli bir sevgiyle sakinleştiğiydi. Sizi böyle sevdikçe mutlu olduğunuzu ve huzur bulduğunuzu; fakat aynı zamanda bu mutluluğun ve huzurun sizi korkuya ve dehşete sürüklediğini de görüyordum. Zira melankolinizdi yuvanız, mutsuzluğun konforuydu güvenli bölgeniz. Bu mutsuzluğa dayanma gücünü yazmaktan alıyordunuz. Yazarak melankoliyle mücadele ediyordunuz. Oraya sığınacağınızı, bir sevgiliye seslenmekten ziyade şiirsel hünerlerinizi cömertçe sergilediğiniz ilk mektuplarınızda sezmiştim. Durmadan, soluklanmadan, kendinizi tüketircesine yazmayı seçeceğinizi hissediyordum. Bunun dinsel bir misyon taşıdığına ikna etmiştiniz kendinizi; yazarak varoluşun çelişkilerini gördüğünüze, çelişkilerle ilişki kurdukça şeffaflaştığınıza, şeffaflaştıkça kendiniz olduğunuza, kendiniz oldukça Tanrı’ya yaklaştığınıza, imanın tutkusu yoğunlaştıkça sınandığınıza inanmıştınız.
Peki bu denklemde bir kadına, bir sevgiliye, bir eşe yer var mıydı? Olmadığını ben de sizinle beraber fark etmiştim. Sevilen kadının bu denklemdeki rolü ancak feda edilmektir; çünkü sevilenin kurban edilmesi en büyük sınanmadır. Sizin imanınız sınanmaları öğretiyordu. Sizi bundan vazgeçirmek, cüretimin sınırlarını aşıyordu. Fakat kendi imanıma tutunmaktan vazgeçmemeliydim: sevginin gücünü, bir kadının bağlılığının, güveninin ve umudunun kudretini işaret ediyordu inancım; onu takip etmek de benim boynumun borcuydu. Kurban etmenin ya da kurbanlaşmanın yüceltilmediği, Tanrı’nın illa şu fâni kullarını tarumar edecek sınavlara tabi tutmadan da onlara mucize misali imkânlar sunabileceğine inanıyordum. Sürekli tekrarladığımız “Tanrı’da her şey mümkün” cümlesi tam da bunu kast etmiyor muydu? Ben size inanmaya, güvenmeye, sadık kalmaya devam ediyordum; çünkü Tanrı’da her şey mümkündü. Siz ise lanetlendiğiniz inancına saplanıp kalmış ve Tanrı’nın sunacağı diğer ihtimallere kapanmıştınız. Bu yüzden direndim size; hemen gitmenize ve sevgiden böyle apar topar kaçmanıza engel olmaya çalıştım. Ne var ki bunun sizi daha da kızdırdığını hemen anlamıştım. Size böyle meydan okumam, böyle yalvarmam, böyle bağlı kalmam hoşunuza da gitmişti. Böyle sevildiğiniz için mutlu olmuş ve böyle sevildiğiniz için kızmıştınız! Sonraki adımınızın daha zalim olacağını öngörmemek mümkün değildi; sırada hem kendinizi hem de beni sınayıp cezalandırmak vardı.
Kendinizi aşağılık bir adama dönüştürme, sizden nefret etmemi sağlama ve nihayetinde beni ayrılığı arzu eder hale getirme planınız tıkır tıkır işlerken hem itibarınız paramparça oluyor hem de sevdiğiniz tek kadını bu şekilde incitmenin acısını iliklerinizde hissediyordunuz. İşte tam buradan geliyordu hikâyenizin ihtişamı: âşık olduğunuz kadının onurunu ve mutluluğunu ne kadar önemsediğinizi; yaptığınız zalimliğin kadını “özgür kılmak” için ne kadar gerekli olduğunu; kadının karşı koyamadığınız yalvaran bakışları altında onun nefretini kazanmaya çabalamanın ne kadar dirayet gerektirdiğini; nezaketle bu işin içinden sıyrılmak varken giriştiğiniz bu planın ne kadar olağanüstü bir cesaret gösterisi olduğunu; ve tüm bu zorluklara rağmen aldığınız bu kararın ne kadar haklı olduğunu sürekli kendinize tekrarlayacak bir edebi mekanizma tertip etmiştiniz. Bir yandan ıstırabı, suçluluğu ve sorumluluğu, diğer yandan aşkı, özlemi ve şövalye erdemini yoğurup katlayan, katladıkça derinleştiren, derinleştirdikçe bir vakum gibi içine çeken bir mekanizmaydı bu. Peki ne yoktu bu mekanizmada? Sözcüklerim ve sesim yoktu! Sadece suskunluğum vardı. Oysa suskunluğumun sebebi, oyununuza kanmış olmam, size tümüyle teslim olmam ya da çaresiz kalıp boyun eğmem değildi. Suskunluğum, güvenimin simgesiydi: “Tanrı’da her şey mümkündür.”
“Eğer imanım olsaydı, Regine ile kalırdım”[2] diye yazmışsınız… İmanınız olsaydı, dünyevi hayatta benim olmanın ve Tanrı’nın olmanın bir “ya/ya da” meselesi olmadığını görürdünüz. Sözünü ettiğiniz sıçrama ya/ya da mantığının ötesine güvenmekle ilgili değil midir? Bu mantığın alt üst olduğu noktada mucizenin ufukta belirme ihtimali doğmaz mı? Sevgilim, size güvenle bağlanan, koşulsuzca kalbini açan, sizi hem maskelerinizle hem de gizlemeye çalıştığınız masumiyetinizle seven bir kadının aşkı mucize değil de nedir?
Yıllar sonra tüm yazdıklarınızı yeniden okurken ve bu muazzam edebi labirentte kendimi ararken, özdeşleşebileceğim bir kadın buldum nihayet: Agnete ve Denizadamı’nın öyküsünü kendi yorumunuzla yeniden anlattığınız o sayfalardaki Agnete’de kendimi gördüm. Denizadamı’nın baştan çıkaramadığı Agnete’ydim. “Agnete o anda bir kere daha ona bakar, korkuyla değil, şüpheyle değil, talihiyle gurur duyarak değil, arzudan başı dönerek değil; mutlak bir inançla, mutlak bir tevazuyla, önemsiz bir çiçek gibi, kendini gördüğü gibi, ve bu gözle bakarak, mutlak bir güvenle, kalbindekileri onunla paylaşır.”[3] Agnete gibi suskun kalmaktı bana düşen. Sizin hikâyenizin ihtişamı biraz da benim suskunluğumdan kaynaklanıyordu. Dile gelmek isteyen suskunluğum, hikâyeyi bir de bu sesle anlatmak istedi.
Her zaman sevgi ve bağlılıkla,
Regine
Ek
Kierkegaard, bu hikâyeyle Regine’yi felsefe tarihinin en meşhur “nişanlısı” haline getirir ve kadının adının hep kendisininkiyle anılmasına vesile olur. Ne var ki, okurlara ulaşan hikâye Kierkegaard’un bakış açısından yazılmıştır; haliyle onun hesaplaşmasını, hezeyanlarını, kaygılarını ve duygularını taşır. Regine’nin sesini duymamızı sağlayan, onun bu birliktelikte neler yaşadığına, neler hissettiğine, bu ayrılık süreciyle nasıl baş ettiğine ışık tutacak hiçbir şey yoktur elimizde. Regine, Kierkegaard’a yazdığı tüm mektupları yakmıştır. Yukarıdaki kurgusal mektupta da belirtildiği üzere, Kierkegaard’la ilişkilerine dair soruları, kendi duygu dünyasına temas etmeden, kendisini ele vermeden ve Kierkegaard’un versiyonuna sadık kalarak cevaplamıştır. Regine susmuştur. İçselliğini felsefi sorgulamanın merkezine yerleştiren, dolayısıyla özel hayatını malzeme edinen bir düşünürün karşısında, konuşma fırsatı sunulduğunda bile susan bir kadın vardır.
Bu suskunluğun nedenlerini düşünmek, Regine’nin içini dökmeye yeltendiğinde neler söyleyeceğini tasarlamak, bu hikâyeyi kendi gözünden nasıl anlatacağını hayal etmek hep çok ilgimi çekti. Bu mektupta Regine’nin suskunluğunun sesi olmaya çalışırken, bu suskunluğa bir ses dayattığımın da farkındayım tabii. Üstelik dayattığım sesin hâlâ Kierkegaard’a uyumlu bir tonu olduğunun da. Nihayetinde hayalimdeki Regine bir “iman şövalyesi.”[4] Bu endişeleri bir kenarda tutarak şunu itiraf etmeliyim: “Regine böyle bir mektup yazar mıydı? Yazsa nasıl yazardı? Neler derdi?” Bu soruların önünü açmak ve Regine’yi, Regine’leri düşünmeye başlamak için bu kurgusal deneyin önemli olduğunu hissettim; beni bu fragmanı yazmaya iten de bu histi.
Ana görsel: The Painter and the Model (Ressam ve modeli), Antonio Bueno, 1952.
[1] Kierkegaard’s Journals and Notebooks, Vol. 2: Journals EE-KK, editörler: Niels Jørgen Cappelørn, Alastair Hannay, David Kangas, Bruce H. Kirmmse, Vanessa Rumble, K. Brian Söderquist, 2. cildin editörü: George Pattison, çeviri hakları: The Søren Kierkegaard Research Center Foundation ve The Howard and Edna Hong Kierkegaard Library; Princeton University Press, New Jersey, 2008, s. 179.
[2] Søren Kierkegaard, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, çev. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2021, s. 180.
[3] Søren Kierkegaard, Korku ve Titreme, çev. Nur Beier, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2014, s. 123.
[4] Regine’yi bu şekilde kurgulamanın Kierkegaard’un kadınlara ilişkin yazdıklarını da farklı bir biçimde değerlendirmeye alan açacağını düşünüyorum. Kadınlarla ilgili düpedüz mizojin yorumlarla dolu eserleri vardır Kierkegaard’un; fakat bunlar takma isimlerle yazdığı eserlerdir. Takma isimli eserlerde, dolaylı iletişim stratejisini kullandığı için bu eserlerde öne sürülen görüşleri bizzat Kierkegaard’a atfetmenin hata olacağı kanısındayım. Dahası, bilhassa Korku ve Titreme’de Kierkegaard’un iman şövalyesi olarak andığı kadınlar vardır. Kierkegaard’un feminist bir çerçeveden nasıl yorumlanabileceğine dair daha detaylı bir tartışma için Dera Sipe tarafından yazılan “Kierkegaard and Feminism: A Paradoxical Friendship” başlıklı makaleye bakabilirsiniz. Dera Sipe, ““Kierkegaard and Feminism: A Paradoxical Friendship”, Concept, 27, 2003. Online Erişim: https://www.sorenkierkegaard.nl/artikelen/Engels/004.%20Kierkegaard%20and%20Feminism.pdf
Konuyla ilgili daha geniş bir kaynakça isteyenler içinse şunlar sıralanabilir:
- Encounters with Kierkegaard, A Life As Seen By His Contemporaries, derleyen Bruce H. Krimmse, çev. Bruce H. Krimmse ve Virginia Laursen, Princeton University, 1996.
- Georg Lukacs, “The Foundering of Form Against Life”, Soul and Form, çev. Anna Bostock, The MIT Press, 1974.
- Joakim Garff, Kierkegaard’s Muse: The Mystery of Regine Olsen, çev. Alastair Hannay, Princeton University Press, 2017.
- Joakim Garff, Søren Kierkegaard: A Biography, çev. Bruce H. Krimmse, Princeton University Press, 2005.
- Mikael Colville-Andersen, “Either-Or – Søren Kierkegaard & Regine Olsen: The Greatest Story Never Told”, https://colvilleandersen.medium.com/either-or-søren-kierkegaard-regine-olsen-the-greatest-love-story-never-told-7972ee6409b7
- Søren Kierkegaard, Tekerrür, çev. Nur Beier, Alfa Yayınları, 2021.