Yazma eylemini gündelik hayat arşivi oluşturmak için sürdürme kararlılığında olan kadınların 12 Eylül anlatıları, yeni tür oto/biyografinin, feminist oto/biyografinin öncü örnekleri olarak düşünülemez mi?

SANAT

Penelope’nin Gergefi

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

Bir yazıya başlamak zor. Hele böyle nerdeyse Eylül’den beri üzerine okuduğun düşündüğün bağlantı yumakları üzerine yazacaksan, bir gün yazıp ertesi gün silmeyi alışkanlık haline getiriyorsun, bu alışkanlık yazı planını karıştırıp duruyor, yeniden yapıp bozmak yazma zevkini azaltıyor, metnin kendi belleğinin bir türlü oluşmasına izin vermiyor. Bu kişisel zorluk, yazılacak olanın kadınların mektuplarına, günlüklerine, notlarına tüm otobiyografik yazmalarına el konulmasının dehşetine dair olan ile buluşup ve kadınların yaza yaza biriktirdiklerinin yok edilmesi ile besleniyorsa işler daha da zorlaşıyor. Kadınların “arama” denilen “hallaç pamuğuna çevrilen koğuş baskınları”ndan kurtardıklarına bakıp kurtarılamayanlar hakkında düşünüyorsanız, onların yazma edimine içkin olan kaybetmenin, sonradan kurulan cümlelerin bir yerinde saklı olduğunu inanıyorsanız, yazıya bir eksiklik duygusunun eşlik edeceğini kabulleniyorsunuz. Eziyetli yazma süreci gecelerime de el koymaya başlayınca, rüyalarımda yazmayı düşündüklerim beni içine alan hikâyelere bürününce, neredeyse yaptığım okumalar birebir karşıma çıkınca, yazıya iki gecenin rüyasıyla başlayayım da, giriş zorluklarını yeneyim bari dedim, önce dün geceki rüyayı yazacağım, sonra bir önceki geceninkini.

 

Karanlık bir rüyaydı, ben şu anki yaşımdayım ama zaman sanki 40 yıl öncesi… Gencecik bir kız öğrencimin, yüzü tıpkı Zeynep, 12 Eylül sonrasının puslu bir sabahında polisten kaçarak hayatını sürdürdüğünü, sanki Ankara’da Kumrular civarındaki sokakların birinde karşılaşmamızla öğreniyorum. Bu karşılaşmada o bana bir bebeği olduğunu, ablalarının bebeğin bakımını üstlendiklerini, abla evleri arasında gidip geldiğini, bebeğinden ayrı kalmaktan çok zorlandığını hızlı hızlı anlatıyor, şu anda bebeğini görmek için bir ablasının evine gittiğini, bebeğini günlerdir göremediğini, bebeğini kucaklamak için gideceğini, istersem onunla birlikte ablasının evine uğrayabileceğimizi söylüyor, birlikte İstanbul rutubeti gibi kokan, koktuğunu düşünüyorum, dar bir apartmana, 80’lerin mutfağının içine giriyoruz;  o beni ablasıyla tanıştırıyor, üzüntü ve endişe ile bakışıyoruz abla ile, bir cümle bile konuşmuyoruz. Abla, pırıl pırıl kara gözleriyle annesinin geldiğini sanki anlayan bebeği içerden getiriyor. Büyülenmiş gibi bebeğe bakıyoruz, ablaya bebeğe bakmak istediğimi söylüyorum. Onların işi olduklarında bana bırakabileceklerini söylüyor, dört saat bakabilirim diyorum. Evden çıkıyoruz. Ekru hırkası, çizgili yün kazağı ve siyah pantolonu ile Zeynep’in vedası, sokakta benden birkaç adım önde durarak bana bakışı. O bakışın tesiri ve neden dört saat dedim endişesiyle 20 Şubat 2012 sabahı uyanıyorum.

 

Sahiden niye dört saat demiş olabilirim diye düşünürken, kadınların kolektif biyografileri olarak aşağıda adlarını anacağım kitaplarda, kadınların anlatılarını düğümleyen ana imgelerden birini bebek olarak işaretlediğimi hatırlayıp, defterimi açıyorum. Uzayıp giden bebek isimlerini kaydettiğim satırların üzerlerine iliştirdiğim, kaçak yaşarken, gözaltında, işkencede, cezaevinin içinde ve kapısında şeklinde yer ile kategorize etmeye çalıştığım anlatılarda bebeklere ayrılan yerin ağırlığına işaret eden kenar notlarımı bu yazıya nasıl yerleştireceğimi bilemiyorum. Ne kadar çok bebek öyküsü var biliyor musunuz? Bu öykülerde kaç tane doğmamış çocuğa mektup var? Oriana Fallaci’nin kitabı Türkçe’de 14. baskıya ulaşmış; ama annelerinin direnişlerinin simgesi ve tanığı olan bu bebeklerin içine yerleştiği öyküleri bu satırlarda bulmak şaşırtıcı değilse de, onların öyküsü ile ilgili sadece bir filmin yapılmış olması şaşırtıcı değil mi?  Yoksa bu, işkencede ve koğuşlardaki zorbalıkta yitip giden bebeklerin yazılmamış yasını tutan annelerinin beddualarıyla mı ilgili?  Bu metafizik gerekçelendirmeler düşünceyi kan tutmuşçasına bulanıklaştırsa da yine de masumiyeti korumak arzusu ile daha iyi bir geleceğe dair umudu, beklentiyi ve yaşatmak istekliliğini anlatıyor bu bebekler diye varsayıyorsunuz. Şefkatin, merhametin, özen göstermenin kaba kuvvetle yok edilmesine direnmeye aracılık ediyor bu, mevcudiyetini bebekle billurlaştırma hali diyerek iddianızı kuvvetlendirmeye çalışıyorsunuz… Kitaplarda, anne ile çocuk arasındaki en zorunlu ve en şefkatli bağlılığın oluşturduğu bu evreye yapılan bu güçlü vurgu, kadınların tanıklık anlatılarının merkezine bebek imgesinin yerleştiğini bize söyler mi?  Söyleyebileceğime dair diğer bir kanıt da bir belgesel filmin bir sekansını unutulmaz kılan küçücük bir örme bebek. Ayşe Alben Altunç’un yönettiği Eylül’ün Kadın Yüzleri (2014) isimli farklı siyasal görüşleri olan kadınların, 12 Eylül ile ilgili tanıklarının buluşturulduğu belgeselde, Gaye Boralıoğlu, yeni doğan yeğenine ulaştırabildiği için avuç içini dolduran bebekle anlatır tanıklığını.

 

İkinci rüyam bir önceki geceye ait. Yer Ankara. İLEF’teki Meral’den devralıp Halise’ye çoktan bıraktığım oda, karmakarışık, kitaplar yerlerde, rafların yarısı dolu yarısı boş, bu darmadağınık hale rağmen Şeyda Sever ve Tuğba Kanlı Taş ile oturup konuşuyoruz: birlikte 12 Eylül’de Kadın fotoğraf sergisi yapmalıymışız, üç fotoğraflık seriler yapalım diye tutturmuşum. Cezaevi önündeki annelerin ve kadınların, mahkemede yargılanan kadınların, gardiyan kadının yan yana fotoğraflarının bir anlatı oluşturması için bir araya nasıl getirebiliriz diye heyecanla bir şeyler anlatıyorum, bu esnada sayıklamış isem, taşınma, sürgün ve göç fotoğrafları demişimdir, kendi ısrarcı hoca sesime yabancılaşmış bir şekilde uyandığımda sadece küçük cümleleri hatırlayabiliyordum, bir de Şeyda’nın fotoğrafları nereden bulacağız listeleri ile Tuğba’nın zaman çizelgelerinin yarattığı endişeyi…

 

Kendime geldikten sonra, önceki gece, yatmadan Enzo Traverso’nun Solun Melankolisi başlıklı eserinde, Marcelo Brodsky’nin “Buena Memoria” adlı sergisini, “bir kimlik arayışı, aile vakayinamesini, bir neslin otobiyografisini ve ulusal tarihten bir kesiti, askeri diktatörlük zamanında Arjantin tarihini (1976-1983) bir potada eriten bir palimpsest” olarak nitelediğini okumuştum. Traverso’nun, belleğin “doğal bir zamandan tarihsel bir zamana evrilmesinde ya da ikisi arasında diyalektik geçişliliğin sağlanması”nda “mağlubun eleştirel bakışını” içeren fotoğrafların düşünce imgeleri olarak kabul edildiğini işaretleyen geleneği anlatan satırları, Gülfer Akkaya’nın derlediği, sosyalist mücadele içinde farklı geleneklerden gelen kadınların feminizm ile karşılaşma biçimlerine odaklanan Sanki Eşittik kitabında değinilen fotoğraf  sergisini de hatırlatmış; bu nedenle Gülşen Ketenci tarafından röprodüksiyonları yapılan ve bazıları kitapta da yer alan fotoğraflara bakmış, Güliz Sağlam tarafından yapılan ve kitapla aynı adı taşıyan belgeseli seyretmiştim. Hem kitapta yer alan fotoğraflara yeniden bakmanın, hem de Traverso’nun anlatısının etkisi ile kadınların otobiyografik anlatılarının fotoğraflara dönüştürülmesini buyuran rüya, odasını çoktan yitirmiş bana, yarım kalmış bir yapma isteği bahşetmekle kalmamış, 12 Eylül hakkındaki otobiyografik anlatıların bir diğer bir teması olan kitapların dağınıklığı ile hayatın alt üst oluşu arasındaki bağlantıyı göstermişti.

 

 

 

Eylül başında Tümay’a Cuma fragmanları için 12 Eylül’e dair kadın tanıklıklarını konu alan oto/biyografik kitaplar üzerine bir yazı yazmak istediğimi söylemiştim. Bunun nedeni, 2000’li yılların başından itibaren yayınlanan, kadınların ve özellikle devrimci kadınların, o dönem yaşadıklarını anlatan otobiyografik bir izlek de kuran kitapların kolektif özne ve kolektif bellek oluşturma doğrultusunda bir kaynak meydana getirdiklerini düşünmemdi. Kadınların yaşadıklarına dair kamusal suskunluğu vurgulayan cümleleri ile başlayan kitaplarda yazma eylemini gündelik hayat arşivi oluşturmak için sürdürme kararlılığında olan kadınların bu anlatıları, yeni tür oto/biyografinin, feminist oto/biyografinin öncü örnekleri olarak düşünülemez miydi? Yaşadıkları onca haksızlığa rağmen, kendilerini kurban olmaktan çıkararak, kolektif belleğin yazıcılarına dönüştüren ve belleği de bir politik koza içine yerleştirmeyi başaran, böylelikle kolektif özne öykülerine gövde oluşturan anlatıların bu literatür içinde okunması gerekliliğine inanıyorum. Bu tanıklık anlatılarını feminist oto/biyografiler yazını içine katıp okumak istekliliğim sadece bir entelektüel ilgiden kaynaklanmıyor. Oto/biyografik izleklerin tarihsel ardyöresinin bağlamsal bilgisini çoğaltmak için de bu anlatılar arasında dolaşmıyorum. Derdim, sosyalist kadınların ortak deneyim ve tecrübelerinin feminist politikaların oluşturulmasına mümbit bir zemin hazırladığını bir kere daha göstermektedir. Kadınların mücadele ediş biçimlerindeki farklılığı, darbeden ancak on yıl sonra bireysel olarak yazılmaya başlanan, bir grup anlatısı olarak ancak yirmi yıl sonra yazılabilen bu kitaplarda, zulüm anlatılarının arasına sıkışmış, yerinden edilme öyküleriyle iç içe geçmiş, kendini bulma, farklılığını anlama, kendini keşfetme tecrübesinin yaslandığı ortak bir iç ses, ortak bir duygu alanının çevrelediği bir kolektif özne belirmektedir.

 

 

Anlatıların duygular yelpazesi, kadınlık onurunu korumak ve travmayla baş etmenin zorluklarını aşmak gibi olguların arasında açılarak bize sanki küçük kısa anekdotlarla yaşam öykülerinden kesitler aktarılıyormuş gibi yazılsa da anlatılan ev özleminden yurt özlemine, rahatsız olmaktan derin suçluluk duygusuna kadar çok zengin bir duygulanım ile kuşatılmıştır. Birbirini korumak eylemliliğinin her bir çeşidini sarmalayan, fedakârlık, merhamet, gönüllülük, cesaret gibi duygular ve elbette bunlara eşlik eden kırılganlıklar, hayal kırıklığına uğramalar, endişeli bekleyişler ve yersiz yurtsuz kalmaların çaresizliği, kız arkadaşlığı anlatılarına harç oluşturmaktadır. Kız arkadaşlar arasındaki ilişkilerin çeşitliliğinin unutulur gibi olmasının yol açtığı kayıplar üzerine düşünmenin gerekliliğine Amargi de inanmış olacak ki, 2012 tarihinde 25. sayıda “Kadınların Dilinden 12 Eylül’ün İzini Sürmek” adlı bir dosya hazırlayarak, kolektif öznenin hafızasının kurucu taşları olan çok katmanlı tanıkları çeşitlendirmiş, farklı kuşakların göç ve sürgün anılarını bir araya getirmiştir. Bu dosyada yer alan Kumru Başer’in yazısının son paragrafında yer alan son söze içkin olan anı ve o anının son cümlesi bu fragman serisinin de yazılma nedenidir. Yazı, son paragrafında, işkence sonrasında birbirine hikâyeler ve sorgusuz saatlerde filmler anlatmaya dayalı bir buluşma anını anlatır ve arkadaşının acısını gidermek için ona masaj yapmayı becerebilen, polisin deli olduğuna inandığı Latife’ye yapılan bir çağrı ile biter: “Latife, okuyorsan bul beni, seni hiç unutmadım!”

 

 

 

 

 

Görseller: Fatoş Irwen’in Şiryan (2012) video çalışmasından sanatçının izniyle.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YHenüz Yazılmayan
Henüz Yazılmayan

Kocaeli Cezaevi’ndeki Gultan Kışanak’a, bir "bulut kaçıran" olması dileğiyle...

SANAT

YToplayabildiği Her Şeyi Tarihe Dönüştürenler: Dışarıdan İçeriye, İçeriden Dışarıya
Toplayabildiği Her Şeyi Tarihe Dönüştürenler: Dışarıdan İçeriye, İçeriden Dışarıya

Sosyalist kadınların 12 Eylül anlatılarında politik yaşam içinde kadınlık deneyimlerinin çoğulluğu ile kadınların yaşam öykülerinden kesitleri bir arada bulmak mümkün.

Bir de bunlar var

Yirminci Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Kadın Âşıklar
Baba, Oğul ve Fayans: Bir Bağdat-Beyaz Saray Misilleşmesi
Aksu Bora ile Röportaj: Toz Bezi’nde Kadınlık Sınavları

Pin It on Pinterest