Saint Omer’in başarısı "canavar kadın" gibi toplumsal kurguları bir an bile önemsemeyişinde yatıyor. Film, hikâyeyi indirdiği derin suda izleyiciyi Laurence ile açık bir şekilde mesafelendirmiyor. Hatta öyle ki, neredeyse lirik bir metin üzerinden Laurence ile empati kurmaya sürüklüyor.

KÜLTÜR

Peki ya Bu Kadınlar Canavar Değilse?: Saint Omer Filmi Üstüne

 

“Hamilelik sırasında annenin hücreleri ve DNA’sının fetüse taşındığını biliriz. Daha az bilinen bir gerçekse bu alışverişin iki yönlü olduğudur. Çocuğun hücreleri de annenin organlarına taşınır. Annenin bedenine yerleşirler, beyninden ayak parmaklarına kadar. Doğumdan sonra, hatta doğum başarıyla gerçekleşmese bile, o hücreler bir kadın hayatta kaldığı sürece yaşamaya devam eder bazen. Bu yüzden bir anne ve çocuğu iç içe geçmiştir, ayrılmaz bir biçimde. Bu kaçınılmaz bir şey, biyoloji. Peki, bilim insanlarının bu hücrelere verdiği ismi biliyor musunuz? Kimerik hücreler. Adı Kimera’dan geliyor, Yunan mitolojisindeki bir canavardan. Farklı hayvanların bedenlerinin karışımından oluşan, melez bir canlı. Bir aslan kafası, keçi bedeni, yılan kuyruğu gibi.”

 

Jacopo Ligozzi, Una chimera, yak. 1590-1610

Fransalı yönetmen ve belgeselci Alice Diop, pek çok ödül alan ilk kurmaca filmi Saint Omer’de 15 aylık bebeğini ölüme terk eden genç kadın Laurence Coly’nin (Guslagie Malanda) hikâyesini ve dava sürecini ele alıyor. 2022 Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülünü kazanan film, 2015’teki duruşmasına Diop’un da katıldığı Fabienne Kabou’nun gerçek davasına dayanıyor.

 

Senegalli-Fransalı Kabou, 2013 yılında 15 aylık kızı Adélaïde’i öldürmekten suçlu bulundu. Mahkeme, yargılama sonucunda gizlice doğum yapan ve bebeğini Paris’te gizlice büyüten, nihayetinde boğarak ölüme terk eden Kabou’nun akli dengesinin yerinde olmadığına kanaat getirdi.

 

1979’da Fransa’da doğan Diop’un ailesi 1960’lı yıllarda Senegal’den göç etti. Diop, Sorbonne’da Afrika sömürge tarihi, Évry Üniversitesi’nde sosyoloji ve La Fémis’te belgesel-film eğitimi aldı. Diop’un tedrisatı mühim, çünkü izlediğimiz hem feminist hem de anti-kolonyal bir hikâye. Belgesellerinde genellikle göç, kimlik ve aidiyet gibi konuları işleyen Diop’un sanatı göçmen deneyimi, toplumsal eşitsizlikler ve aidiyet gibi konulara odaklanışıyla geniş bir izleyici kitlesi tarafından takdir edildi.

 

Diop’un MUBI aracılığıyla Türkiyeli izleyiciyle yeniden buluşan filmi Saint Omer’in senaryosu Marie N’Diaye’e ait. Farklı kadın karakterlerin hikâyelerine odaklanan N’Diaye, romanlarında genellikle Afrikalı kadınların gücünü ve direncini anlatan temalara yer veriyor. Saint Omer’de ise kurgucu Amrita David’in de katkısıyla güçlü bir edebi metin ortaya çıkarıyor.

 

Medea miti

 

Filmin ana karakteri ve neredeyse filmin yarısından çoğunda gördüğümüz karakteri -çünkü filmin büyük bir kısmı beyazlarla dolu bir mahkeme salonunda geçiyor- Laurence Coly mahkeme heyeti, jüri ve izleyiciyle birlikte bebeğini neden öldürdüğünü anlamaya çalışıyor. Rama (Kayije Kagame) ise Laurence’ın duruşmasını izleyen, çok satan romanlara imza atan bir yazar ve akademisyen.

 

Laurence ve Rama’nın birçok ortak noktası var: İkisi de siyah, ikisi de iyi eğitimli ve entelektüel kadınlar, ikisinin de anneleriyle farklı sorunları ve ikisinin de beyaz bir partneri ya da partnerleri var. Bir de elbette ikisinin de anneleri gibi olmak istemedikleri için doğurmaktan korktukları ve/veya doğurduktan sonra onlarla ne yapacaklarını bilemedikleri çocukları.

 

Rama, şanssız bir karşılaşma olarak Laurence ile aynı raya girdiği bu vakayı Medea miti ile karşılaştırmaya niyetleniyor. Güçlü duygusal çatışmalar, ihanet ve intikam temalarını içeren zengin bir mitolojik öykü olan Medea miti, kadın-erkek çatışmasının en çarpıcı ve kadim örneklerinden biri. Hikâyede Kolhis prensesi ve büyücü Medea, uğruna her türlü fedakârlığa katlandığı, elinden tutup yükselttiği Jason tarafından, artık ona ihtiyaç duyulmayan noktada terk edilir. Antik Yunan’ın her şeye kadir büyücüsü Medea, diğer yandan da kendi bedeninden çıkan çocukları öldürmesiyle nam salar ve nihayetinde polisten kovulur. Bu trajik hikâye, pek çok tiyatro oyunu ve sinema filminde olduğu gibi Saint Omer’de de bizi yakalar.

 

Germán Hernández Amores, Medea, yak. 1887

 

Çocuklarını öldüren babalar, rutin bir haberin konusu olurken “katil anneler” dünya gündemine oturur ve bu çatlaklardan toplumun, sürekli başka bir alanı emerek varlığını sürdürdüğü ilgi süngerini besleyen litrelerce su çıkar. Türkiye’de de pek çok örneğine rastladığımız bu cinayetler, genellikle infiale neden olur. Sosyal medyada ve haber sitelerinde bu kadınların hayatları didik didik edilir ve finalde birer canavar olduklarına karar verilir. Peki ya bu kadınlar canavar değilse?

 

Bebeği kim öldürdü?

 

Doğum sonrası depresyona dair okuduğumuz makale ve izlediğimiz filmler zihnimizin bir köşesinde dururken, bu kadınların neden canavar olarak addedildiklerini anlamak için toplumsal cinsiyet kodlarına bakmak elbette bir noktaya kadar bize fikir veriyor.

 

Saint Omer’in başarısı ise söz konusu toplumsal kurguları bir an bile önemsemeyişinde yatıyor. Film, hikâyeyi indirdiği derin suda izleyiciyi Laurence ile açık bir şekilde mesafelendirmiyor. Hatta öyle ki, neredeyse lirik bir metin üzerinden Laurence ile empati kurmaya sürüklüyor. Laurence’ın üniversitede felsefe okuması, göçmen olmasına rağmen Fransızcasının çok iyi olması gibi detaylar, Fransa basınında da olumlu ve önemli detaylar olarak yer alıyor. Bu aşamada Laurence’ın iyi bir eğitim almadığı, Fransızcası iyi olmadığı ya da hiç olmadığı için bir tercüman aracılığıyla savunma yapmak zorunda olduğunu düşünmek gibi bir imkânınız olmuyor. Ya da böyle olsa duruşmanın seyrinin nasıl ilerleyeceğini ve jürinin bu hikâyeye yine gözleri dolu dolu eşlik edip etmeyeceğini de. Entelektüel açıdan “doğru” bir yerde konumlandırılan Laurence’la yollarınızın ayrıldığı nadir anlardan biri, bu cinayeti bir büyünün etkisi altında işlediğini söylemesi. Fakat burada da şunu hatırlamak gerekiyor: Tragedyada daimonik (büyünün alanına giren görünmez) güçlere yapılan atıf, tragedya polis’in düzenlenişine dair bir tür olduğundan (Jean-Pierre Vernant), aslında hemen her zaman suçun kolektif mahiyetine işaret eder.

 

Laurence, katiyen doğum sonrası depresyon gibi bir başlığı -ve bu önemli bir hafifletici etken iken- ne kendi gündemine alıyor ne de izleyicinin gündemine sokuyor. Yeniden ortaklaştığınız yer ise bu cinayeti tek başına işlemediğini söylemesi. Sahiden, Laurence bu bebeği kimin yardımıyla öldürdü? Suç bağlamında daimonik, büyüsel olana bu atıf, suçun bireysel öznesini arayan hukuk mekanizmasına karşılık, suçun kolektif-politik öznesinin sorumlu tutulamazlığına işaret ettiği gibi onu gizemlileştirerek peçeler de. Örneğin Macbeth cadıların etkisiyle mi işlemiştir cinayeti ya da aynı şekilde Medea meşum bir büyücü olduğu için mi? Yoksa ikisi de polis’in ilişki ağlarıyla en başından bu suçlara (kadere) yazgılanmışlar mıdır?

 

 

Rama’yla tanışmamasına rağmen duruşma günlerinden birinde Rama’yla öğle yemeği yiyen ve bu kısa denk gelişte bile Rama’nın yemekte ne yiyeceğine karışmak isteyen annesi, hiçbir sorumluluk almayan ve Laurence’la ilişkisini nedenini çok da anlamadığımız bir şekilde kamusal alana taşımayan partneri, kucağında ne işinin olduğunu bilmediği bebeği; Laurence’ın hayatındaki karakterler.

 

Laurence’ın ilk kez buluştuğu birine hangi yemeği yemesi gerektiğini salık veren annesine uzaktan attığımız bakış, Rama’nın geçmişine tutulan ışıkla bizi biraz daha aydınlığa taşıyor. Rama’nın annesi, tıpkı Anja Meulenbelt’in Utanç Bitti* kitabında tanımladığı gibi, “çoğunlukla depresif olduğu için gerçekte bulunduğu yerde olmayan” bir anne. Tıpkı, duruşma salonundaki varlığından emin olmadığınız Laurence’ın annesi gibi.

 

Bu yüzden de iki annenin ve iki genç kadının ortaklaştığı anlar, filmin en özel anları. Çünkü Saint Omer, baştan aşağı annesi gibi olmak istemeyen ve annesi gibi olmaktan aklı çıkan güçlü kadınların hikâyesi.

 

Yazının girişindeki alıntı, filmin sonuna doğru tüm jüriyi ve mahkeme heyetini adeta hipnotize eden Laurence’ın avukatının ağzından dökülüyor. Nihayetinde Laurence’ın akıbetine dair çizilen belirsizlik, belki de filmin sonunda dönen Nina Simone’un “Little Girl Blue” şarkısıyla ortadan kalkıyor: Little girl, you’re through.

 

 

*Anja Meulenbelt, Utanç Bitti, çev. İlknur İgan, Ayrıntı, 1999.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YDersim Yenigün Kadın Dayanışma Derneği ile söyleşi: Gerçekleşebilecek bir düş kuruyoruz
Dersim Yenigün Kadın Dayanışma Derneği ile söyleşi: Gerçekleşebilecek bir düş kuruyoruz

“Kendi yerelimizde yaşayan kadınların sorunları başta olmak üzere, cinsiyet eşitsizliğinin gündelik yaşamdaki tüm görünüşleriyle bir biçimde kavga halindeyiz.”

SANAT

Y“Kırılganlık güçtür, filmin kahramanlarından bunu öğrendim”
“Kırılganlık güçtür, filmin kahramanlarından bunu öğrendim”

"The Last Year of Darkness" (Karanlığın Son Yılı) belgeselinin yönetmeni Benjamin Mullinkosson ile belgeselin ortaya çıkışını, “Funkytown”ın ve müdavimi arkadaşlarının onun için önemini konuştuk.

MEYDAN

Y“Çocuğa yönelik cinsel istismar davalarının çoğu cezasızlık politikası ile örülüyor”
“Çocuğa yönelik cinsel istismar davalarının çoğu cezasızlık politikası ile örülüyor”

Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin avukatı Burcu Uçuran, “G.U. vs TÜRKİYE” davasını ve derneğin bu dava üzerinden AİHM’e yaptığı başvuruyu anlattı.

MEYDAN

Y“Bayram Sokak, trans kadınların barınma ve hafıza mekânıdır, tarihimizdir.”
“Bayram Sokak, trans kadınların barınma ve hafıza mekânıdır, tarihimizdir.”

Bayram Sokak 12 Platformu, İstanbul Bayram Sokak’ta trans kadınların evlerinin mühürlenmesiyle ilgili İHD’de düzenledikleri basın açıklamasında, uygulamanın hukuksuzluğuna ve keyfiliğine dikkat çekti.

Bir de bunlar var

Habertürk’te Saçmalık Bulundu
Reşat Ekrem Koçu’dan İstanbul Harikaları
Oyunun Bir Parçası Olmak: Takılma Kültürü Kadınlara Ne Kazandırıyor?

Pin It on Pinterest