Patti Smith’in 24 Eylül 2018’de Paris Review Of Books’da yayımlanan A Responsible Freedom: Patti Smith on ‘Little Women’ yazısının çevirisidir.
Gençliğe doğru çıktığım yolculuğun başında belki de hiçbir kitap bana, Louisa May Alcott’un en çok sevilen eseri Küçük Kadınlar’dan daha iyi bir yol gösterici olmamıştır. Sadece on yaşında sıska ama kuvvetli bir hayalperesttim. Toplumsal cinsiyet normlarının katı bir şekilde tanımlandığı 1950’lerde büyüyen bir erkek Fatma için hayat daha o zamandan zorluklarını göstermeye başlamıştı. Benim için önceden belirlenmiş aktivitelere hiç ilgi duymadığım için mavi bisikletime binip, ormanda kimselerin olmadığı bir yere doğru yola çıkardım ve semt kütüphanemizden defalarca ödünç aldığım kitapları okurdum. O sıralar bana elimde kitap olmadan çok nadiren rastlanabilirdi, uykumdan feragat edip, kitapların her birinin o eşsiz dünyasına tamamen girmek için saatlerce çaba sarf ederdim.
Birçok müthiş kitap, hayal gücümü cezbetse de Küçük Kadınlar’ı okuduğumda olağanüstü bir şey meydana geldi. Sanki aynaya bakmış ve kendimi; koşan, eteklerini ağaçlara tırmanırken yırtan, sokağın dilini konuşan, her türlü özenti davranış ve alışkanlıklara ulu orta karşı çıkan uzun boylu ince ve inatçı kızı görmüştüm. Bu kızı, elinde kitabıyla büyük meşe ağacının altında ya da çatı katındaki çalışma masasında yazdığı metne doğru eğilmiş bir halde bulabilirdiniz. O Josephine March’tı. Etrafındakilerin ona Jo diye seslendiği bu kızın ismi bile özgürlüğü soluyordu. Louisa May Alcott, görkemli pelerinine sarılmış kendi masasında yeni bir tür kadın kahramanı kaleme almıştı. İnatçı bir şekilde modern, bir on dokuzuncu yüzyıl Amerikan kızı. Yazar bir kız. Benden önce gelen sayısız kız çocuğu gibi ben de kendime, kimselere benzemeyen, devrimci ruhlu ama aynı zamanda sorumluluk hissi taşıyan bir örnek bulmuştum. Jo’nun zanaatına olan bağlılığı, yazarlık sürecine açılan ilk pencerem oldu; bu mesleği sahiplenme arzusuyla yanıp tutuşmuştum. Onun komik ve bazen de cesur yanlış adımları beni kıskandırıyor, kendi yanlışlarımı yapmama izin veriyordu.
19. yüzyılın ortasında New England’da iç savaşın şiddetli çalkantıları esnasında geçen Küçük Kadınlar nefes kesici bir destan değildir. Bunun yerine hikayede, March ailesinin salonunun o yaşam dolu, mücadeleci ve şefkatli atmosferine çekiliriz. Burada bizlere her biri kendilerine özgü enerjisiyle merak uyandırıcı kişiliklere sahip dört genç kız kardeş tanıtılır. Bu genç kızların düşlerine ve hayal kırıklıklarına, kavgalarına ve birlikte kurdukları hayallere, hareket etmesini öğrendikleri o küçük dünyaya ortak oluruz. Her biri hayatta kendi payına düşenle mücadele eder fakat bir yandan da omuzlarına yüklenen beklentilerden de sorumlu olurlar.
March ailesi, orta sınıfın altında, kısmen yoksun ve uygun kılık kıyafete sahip olmadıkları için alay konusu olmuş soylu yoksullardandır. Kitabın ilk sayfalarında dört genç kız ateşin yanına kıvrılmış yalnız geçirdikleri bir Noel’den ötürü kederlenirler. Noel ağaçlarının altında hediye yoktur, babaları uzakta savaşta, hayırsever anneleri de fakirlere yardım etmektedir. Yine de arzuladıkları refahın yokluğunda bile annelerinin yolunu takip ederler ve kendilerini biraz daha yoksun bırakarak sahip oldukları çok az şeyi daha da talihsiz olan komşularına bağışlarlar. Jo, ailesi için para biriktirmek amacıyla kelimesine bir sent aldığı gotik hikayeler yazar. Herkesin düştüğü dehşete rağmen tek gösteriş kaynağını, kestane renkli uzun saçlarını, savaş seferberliğine destek olmak için satar. Korkunç derecede utangaç olan Beth, her türlü havada dışarı çıkıp kendisinden daha da fakir olan hasta çocuklarla ilgilenmek için narin bünyesini riske atar. Kız kardeşlerden en büyüğü, güzel ve herkesi kontrol eden Meg onu yiyip bitiren, daha güzel şeylere ve daha iyi bir konuma sahip olma tutkusuyla mücadele eder. Fakat her şeye rağmen kardeşleri için istikrarlı, ilgili ve prensip sahibi bir dayanak olmayı başarır. En gençleri bir nebze bencil ve sanatçı ruhlu Amy zarif ve ileri görüşlü bir genç kadına dönüşür. Louisa May Alcott genel hatlarıyla Küçük Kadınlar kitabını kendi ailesinden ilham alarak yazmıştır. Yazarın kendisinden izlere kolaylıkla rastlayacağımız Jo gibi Alcott da dört kız kardeşten ikincisidir. Görevleri ve hayır işlerini her şeyden üstün tutan annesi, kitaptaki March Hanım için ona esin kaynağı olur. İdealist babası, gayretli ve açık görüşlü olsa da kitapta ortaya çıkmaz. Belki bunun sebebi babasının ailesinin ihtiyaçları söz konusu olduğunda aşırı derecede beceriksiz olduğu gerçeğinden kaçmaktır. Alcottlar, Transandantalizm (Deneyüstücülük) akımının doğduğu Concord Massachusetts’te yıkık dökük bir çiftliğe yerleşmeden önce, aşağı yukarı otuz kez farklı yerlere taşınmışlardır. Ralph Waldo Emerson, etrafı elma bahçesiyle çevrili arazinin alınmasını ayarlamış, Henry David Thoreau da babasına evi tamir etmesinde yardımcı olmuştur. Alcott, zamanının en engin görüşlü zihinlerden birkaçının kesintisiz devam eden söylev fırtınasının ortasında büyümüştür: Emerson, Thoreau, Hawthorne ve Whitman. Walden gölünün kıyısında Thoreau, Alcott’un eğitiminde babasına katılarak, bu tez canlı genç kızın aklını kasıp kavuran sorulara cevap vermiştir.
Alcott’un çocukluğu kulağa çok huzurlu gelebilir: yaşam dolu bir evde büyümek, açık fikirli bir eğitim almak, on dokuzuncu yüzyılın en müthiş zihinlerinin etrafında özgürce dolaşmak. Fakat içinde bulunduğu günlük gerçeklik son derece zordu; aile kışın çok az ısınan bir evde yerde hasır şiltelerin üzerinde yatıyordu ve çoğu zaman yemek vakti masada yiyecek hiçbir şey olmuyordu. Alcott, ailesine destek olmak için bir çare bulacağına dair kendisine söz verdi, aynı Jo’nun ailesine destek olduğu gibi, onları yoksulluğun pençesinden kurtarmak için. Bu, ailemin savaş sonrası maddi sıkıntı çektiğini bilmemden ötürü benim de kendime verdiğim bir sözdü.
Louisa kendine ait bir odaya sahip olmayı arzuluyordu ve neticede bu isteğinde ısrarcı oldu. Babası ona iki pencerenin arasında duran, üstünde hokkalığı bulunan oval bir masa yaptı. İşte bu masada A.M. Barnard takma ismiyle ucuz bir dergide yayımlanan ilk hikayelerini yazarak evine ekmek getirdi. Walt Whitman gibi o da hayatını riske atarak İç Savaş sırasında gönüllü hemşirelik yaptı ve Hastane Hikayeleri’ni yayımlayarak halkın beğenisini kazandı. Fakat Alcott, asıl Küçük Kadınlar yayımlanır yayımlanmaz ülke çapında bir üne, maddi bir güvenceye ve de ona bağlı bir okuyucu kitlesine kavuştu.
Küçük Kadınlar’ın başarısı, Alcott’un hayatının geri kalanı için seçtiği yolun önünü açtı. Alcott, evlenmeyi ve toplum tarafından kabul edilen normları benimsemeyi reddetti. Yazmayı sürdürdü ve Avrupa’ya çok sık seyahat etti. Kitabındaki karakteri Jo gibi o da izlediği yaratıcı yola devam edip bir yandan da evindeki mühim meselelerle ilgilenmeye, ailesinin geçimini sağlamaya ve ailesinin ihtiyaçlarından sorumlu olmaya devam etti. Ve aynı Jo gibi o da geniş hayal gücünden doğan hazzı, hissettiği o korkunç hasreti ve son olarak da yaşadığı trajik kaybı yaptığı işe aktarabildi. March ailesinin küçük kadınları sayesinde olağanüstü fakirliğin ve savaşın bedelinin ne olduğunu anladım. Jo’nun sunduğu örnekle sanatın sadece hayal kurarak değil, disiplinli, sebat eden ve kendinden emin bir çalışmayla ve zekice yapılmış eleştirileri kabul etmeye ve onlardan bir şeyler öğrenmeye istekli olarak mümkün olduğunu öğrendim. Jo, yaratıcısı gibi her zaman yazıp çizdi, tüm kabuklarını döküp kendini ifade etmenin özüyle, tam anlamıyla bir bağ kurana dek odasının yerlerini buruşturduğu kağıtlardaki hatalarıyla doldurdu.
Yokluğun ne demek olduğuna çocuklukta temas etmiş biri olarak daha öteye, benden daha talihsiz olanlara bakmayı öğrendim. Kendi genç arkadaşımın ölümüne tanık olduğumda bana yaşadığım bu kaybı nasıl atlatacağımın örneği verilmişti. Beth ciddi bir şekilde hastalandığında bir türlü teselli olmayan kardeşi Jo’ya daha fazla üzülmemesi için yalvarır. Beth’in her türlü acıya katlanan o sebatkar cesaretine uyum sağlayabilmek için Jo, herkesin kalbinde özel bir yeri olan tatlı kardeşini rahatlatmak ve güven vermek için doğru sözcükleri bulur. Öyle sözcüklerdir ki bunlar hayatım boyunca hep yanımda oldular.
“Dünyada herkesten çok Beth. Seni asla bırakamayacağımı düşünürdüm. Fakat seni asla kaybetmeyeceğimi, benim için hiç olmadığın kadar çok şey ifade edeceğini, ölümün bizi asla ayıramayacağını (öyle gözükse de) hissetmeyi öğreniyorum.”
Edebiyatta bazı anlarda yeni bir karakter doğar, diğerleriyle zirveye oturan, ortaya çıktığı zamanın simgesi ya da o zamandan bir adım ötede. Jo March’tan önce birçok ateşli karakter olmuştur. Fakat yazmaya devam edip kendi kalabilmeyi başardığı için hiçbiri onun gibi değildir. Kadınların henüz seçme hakkını elde etmediği bir dönemde Jo’yu yaratmak çok cesur bir hareketti. O örnek bir aktivistti. Herkesten ayrı, bir kız kardeş gibi elini uzatmak için duruyordu; her zaman benim gibi başına buyruk kızları selamlamak için, o geriye attığı kesilmiş saçlarıyla ve yanıma gel diyen muzip göz kırpışlarıyla. Takip etmemiz için çağırdığı yolda, bizlere yol göstermek ve cesaret vermek için ayak izlerini bırakmıştı.
Louisa’yı babasının onun için yaptığı masasında, beyaz bir yarım ayın önünde okuyucularına ilham verip, hayal güçlerini harekete geçirecek yeni hikayeler yaratırken hayal edebilirsiniz. Fakat bu hikayelerden hiç biri bilincin gelişimini ve vicdan sahibi olmanın önemine dair çok temel bir yol gösterici kitap olan Küçük Kadınlar kadar yankı uyandırmayacaktır. Her biri okuyucuya kendine özgü bir şeyler sunan dört unutulmaz kızın hikayesi. Ve Jo March aynı kendi yaratıcısı gibi fedakarlığın hem de kişinin kendisine ve sanatına olan sorumluluğunun ne demek olduğunu anlamamızı sağlayan bir karakter. Louisa May Alcott, March kadınlarına ve böylece kendi zamanındaki küçük kadınlara ve gelecektekilere, yaşam, neşe ve asla bitip tükenmeyen bir umut ve kararlılık aşıladı.
Louisa May Alcott, March kadınlarına ve böylece kendi zamanındaki küçük kadınlara ve gelecektekilere, yaşam, neşe ve asla bitip tükenmeyen bir umut ve kararlılık aşıladı.