Feminizmin alt dallarını düşündüğünüzde, en çok hangisi sizi konfor alanınızdan çıkmaya zorluyor diye sorsam cevabınız ne olur? Aklınıza gelen ilk alanın ekofeminizm olduğuna inanmak istiyorum. Çünkü ekofeminizmin amaçları, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamanın çok ötesinde; öyle ki sadece insanlar için değil, doğa ve doğanın bir parçası olan tüm canlılar için adalet isteniyor. Hal böyleyken, ekofeminizm sizi yediğiniz içtiğiniz her şeyden kullandığınız her bir ürüne kadar tüm alışkanlıklarınızı sorgulamaya teşvik ediyor. Belki de bu yüzden, bu alana bir hayalet muamelesi yapılıyor; bazen varlığı tartışılıyor, bazen de ondan korkuluyor…
Ama her şeye rağmen, patriyarkaya karşı birçok alanda mücadele veren ekofeminizmin görünür kılınması gerektiği kaçınılmaz bir gerçek. Elinizdeki bu röportaj, ekofeminizm alanında çalışan bir eğitimci ve yazarın söylemlerini bize aktarıyor. Röportajın, özellikle ekofeminizmi henüz tanımayan veya onunla yeni yeni tanışanlar için yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Ekofeminizmi Fransa örneğinden hareketle okuyacağınız bu çeviri, umarım, alana olan ilginin artmasına vesile olur. 2021 Mart’ında Reporterre dergisi tarafından Fransızca olarak yayınlanan röportajın çevirisinde Green European Journal’da yayınlanan İngilizce çeviri temel alındı.
*******************************
Ekofeminist düşünce, farklı baskı türlerinin birbirini destekleme ve ayakta tutma biçimlerini açığa çıkarmanın peşindedir. Jeanne Burgart Goutal’ın Être écoféministe: théories et pratiques(Ekofeminist Olmak: Teori ve Pratik) adlı kitabı, bu sene Fransız Siyasi Ekoloji Vakfı’nın kitap ödülüne layık görüldü. Burgart Goutal kitabında ekofeminist hareketin feminist, çevresel, ırkçılık karşıtı vb. mücadeleler arasındaki ilişkileri saptayarak egemen sisteme topyekûn meydan okumak için nasıl yola çıktığını anlatıyor.
Laury-Anne Cholez: Ekofeminizm hakkında çok fazla konuşuluyor, ama kavram gerek ekolojistler gerekse feministler tarafından henüz yeterince anlaşılmamış gibi görünüyor. Siz bu kavramı nasıl tanımlıyorsunuz?
Jeanne Burgart Goutal: Ekofeminizm günü birlik bir kavram değil; aksine, 1970’lerde farklı dertler etrafında bir araya gelen kolektiflerden ve bu kolektiflerin gerçek mücadelelerinden doğmuş bir harekettir.[i] Bu kolektifleri ve mücadelelerini ortaklaştıransa, ekolojik kriz ve patriyarka arasında ayrılmaz bağlar olduğu düşüncesidir. Ekofeministlere göre, doğanın sömürülmesi ile erkek egemenliği aynı derin köklere dayanmakta ve nesneleştirme, değersizleştirme, şiddet gibi benzer mekanizmaları kullanmaktadır.
Daha genel anlamda, ekofeminist analiz, bu ister sınıf, ister “ırk,” ister Kuzey’in Güney’e karşı üstünlüğü, vs. olsun her türden tahakküm biçimi arasında ilişki kuruyor. Günümüzde kesişimsellikten çok fazla söz ediliyor. Oysa çevresel ve toplumsal adalet meselelerini bir araya getirmek zaten ekofeminizmin talebiydi. Sözgelimi, nüfus kontrolü adı altında Hindistan’daki kadınlara uygulanan zorunlu kısırlaştırma gibi, zımnen cinsiyetçi olan neokoloniyalist çevrecilik biçimlerinin reddi ekofeminizmin bu talebine örnektir. Ya da bir kısım kadının, olumsuz toplumsal veya çevresel sonuçlar doğurmak pahasına özgürleşmesinin göklere çıkarılmasını reddetmek de yine bu tavra örnektir.
Dolayısıyla, kadın-erkek eşitliğinde kaydedilen ilerlemeler, çocuk bakımı ve ev işleriyle ilgilenen en güvencesiz kesimin sırtından sağlanmış oluyor.
İşte ana-akım feminizmin gözden kaçırdığı nokta da bu. Sosyolojik açıdan bakıldığında, en tanınmış feminist teorisyenler, olan biteni kendi toplumsal konumlarından yola çıkarak değerlendiren, böylece patriyarkal yanıtları yeniden üreten burjuva veya orta sınıf beyaz kadınlardan oluşuyordu. Ekofeminizm (yemek yapma, ev ve çocuk bakımı vb.) ev işleri, gündelik hayatta kullanılan aletlerin yapımı için dünyanın bir ucunda aşırı sömürülen işgücü veya ekosistemlerin ıslahına yönelik çalışmalar gibi, hayatlarımızın ve ekonominin vazgeçilmezi olduğu halde görünmez kılınan işleri görünür kılmaya çalışıyor. Özgür erkek ve köle ayrımının geçerli olduğu Antik Yunan’dan beri tanıklık ettiğimiz bir durum bu, ki o dönem mal paylaşımında hayvanlarla bir tutuldukları için, kölelere insana layık görülmeyen işler veriliyordu. Dolayısıyla artık, hakir görülen geçimlik işleri başkalarının sırtına yüklemeyi bırakıp, bu konuda ortak sorumluluk almalıyız. Öte yandan, ebeveynlerin çocuklarına çöpçü, çiftçi ya da temizlikçi kadın olmalarını öğütlememesini öngören toplumsal başarı imgesini de sorgulamaya açan bir yaklaşım bu. Bizler bu hayati önemdeki işlere hem etik hem mali anlamda değer vermeli, bu işleri kesinlikle daha adil paylaşmalı, hatta meseleyi yeni bir işbölümü modelini gündemleştirmeye kadar ileri götürebilmeliyiz.
Ekofeminizme çok fazla eleştiri yöneltiliyor: Fazla idealist olması ya da çok dar bir gruba hitap etmesi gibi…
Bu eleştiriler, 1990’lı yıllarda ekofeminizmin itibar kaybetmesine yol açtı. Örneğin, Janet Biehl yeterince politik olmayan bir düşünce ekolü saydığı ekofeminizmi bir tanrıça kültü olmakla itham etti. Yöneltilen eleştirilerin hepsinde belli bir doğruluk payı da var. Özcü veya spiritüalist ekofeminist metinlerin olduğunu da kabul etmek gerekiyor; ama bunlar hiçbir suretle hareketin bütününü yansıtmıyor. Zira bunların dışında, açıkça Marksist analizler içeren yapıbozumcu metinler de var. Ekofeminist yazarların büyük çoğunluğu “kadın” ve “doğa” arasında kurulan geleneksel bağdaşımı yapıbozuma uğratıyor. Bu yazarlar patriyarkanın kadınları doğanın bir parçası sayarak bir kenara atmak suretiyle tarihsel olarak nasıl inşa edildiğini analiz ediyor ve kadın ile doğa arasında kurulan bu bağdaşımı onaylamaksızın yapıyorlar bunu. Örneğin, sosyolog Ariel Salleh sadece toplumsal cinsiyetlerin değil, doğal cinsiyetlerin de toplumsal birer inşa olduğunu açıkça belirtiyor. Ona göre bunlar, ikili ayrımlardan ziyade birer süreklilik oluşturuyor. Anlayacağınız, özcülüğü çoktan geride bırakmış durumdayız!
Cinsiyet merkezli işbölümünü patriyarkanın temeli olarak değerlendiren Maria Mies ya da Rosemary Ruether ise, Marx’ın kavramlarını feminist bir perspektifle yeniden yorumluyor. Bu iki teorisyen çalışmalarında her ne kadar patriyarkaya dayanak sağlayan ideolojik, kültürel ve sembolik inşalara odaklansa da, üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişkilerin analizini temel alan güçlü bir materyalist yaklaşım benimsiyor: Bu da idealizmin tam tersi demek!
Ekofeminizmi eleştiren herkes önce ekofeministleri okumalı. Ayrıca, ekofeminizmin en büyüleyici yanı, tam da en çok eleştirilen yanıdır, yani ritüeller ve cadılarla ilgili spiritüel yanı. Ekofeminizmin bu yönü insanların ve medyanın dikkatini cezbediyor, çünkü orijinal, çünkü iyi satıyor ve baştan çıkartıcı.
Tüm bu eleştiriler ekofeminizmi daha tehlikesiz kılmaya mı hizmet ediyor?
Eve Chiapello ve Luc Boltanski’nin The New Spirit of Capitalism(Kapitalizmin Yeni Ruhu) başlıklı kitaplarında, sistemin kendisini yok etmeye çalışan her şeye el koyduğunu ifade ediyor. Halihazırdaki durumda, kapitalizm ekofeminizmi en politik, en yıkıcı ve en küreselleşme karşıtı unsurlarından arındırarak sterilleştirmeye çalışıyor. Bunu uluslararası kuruluşlarda bile görüyoruz. Bugün “toplumsal cinsiyet” ve “çevre” sözcüklerini kullanmak dahi insanlara ödenek kazandırabiliyor. Çünkü yeni siyaseten doğrucu söylem bu ve küresel “kalkınma” politikalarının sözgelimi Hindistan ve Afrika’daki kadın kooperatifleri veya mikrokrediler için sağlanan fonlarla desteklenmesini sağlıyor. Ne var ki, ekofeminizmin sistemi temelden değiştirme amacından uzak bir söylem bu.
Ekofeminizm erkeklerin kadınları, insanların doğayı istismarı gibi farklı sömürü ve istismar biçimleri birbiriyle ilişkilendiriyor. Bu bakımdan, sömürgeci tahakkümü de adres göstermiyor mu?
Evet, ekofeminist teoriler her zaman cinsiyetçilik, ırkçılık, patriyarka ve sömürgeleştirme arasındaki bağlantılara dikkat çekmiştir. Bununla beraber, ırk ve sömürgecilik meseleleri ekofeminizmin merkezinde yer tuttuğu halde, ırkçılık karşıtı hareket ile çevreci hareketi bir araya getirmek gerçekten zor. Genellikle, bu amaçlar uğruna mücadele veren aktivistler aynı çevrelerde bulunmuyor, aynı dili konuşmuyor ya da aynı noktalara temas etmiyor. Fakat iki alan arasında köprü kurma çabalarına da şahit olmuyor değiliz: Fransa merkezli ırkçılık karşıtı Adama hareketi ile Climate Generation örgütünün 2020 Temmuz’unda Beaumont-sur-Oise’deki [Val-d’Oise] ittifakı mesela bunun bir örneği. Tabii, Parislilerin bir kısmı için yan yola sapmak öyle kolay olmuyor. Yine de, bu girişimler her zaman aynı anlayışla ilerleyecek diye bir şey yok.
Bu anlamda, ekofeminizmin, tahakküm yapılarına meydan okumadan kadın-erkek eşitliğini savunan sözümona “liberal” 20. yüzyıl feminizminden daha radikal olduğunu söyleyebilir misiniz?
Evet, çünkü ekofeminizm farklı mücadeleler arasındaki bağlantıları gündeme getirirken, sistemin bütününe meydan okuma amacı güdüyor. Liberal feminizmden ayrıldığı başlıca noktalardan biri bu. Doğal kaynakları yağmalayan şirketlerin yönetim kadrolarında yahut baskıcı yasalar çıkaran parlamentolarda daha çok sayıda kadının yer alması veya birkaç ayrıcalıklı kadının toplumsal statüsünü yükseltmek adına verilen bir mücadele değil bu. Mesele, piramidin tepesine çıkmak değil, tam da bu yapıyı dönüştürmek ve yerine, daha işbirlikçi, döngüsel ve demokratik bir sistem inşa etmek.
Toplumsal mücadeleler tarihinde, kadınlar çoğu kez en ön saflarda yer aldığı halde, varlıkları tarih kitaplarında genellikle görünmez kılınmıştır. Bunu nasıl değiştirebiliriz?
Eğitim ve akademik çalışma bu işin tam kalbinde yer almalı. En az 1970’lerden bu yana tarihte, tarih-öncesinde, ortaçağda, dahası, patriyarkal olmayan çeşitli kültürlerde veya sanatsal yaratıcılık alanında kadınların rolünü odağa alan sayısız feminist kitap yayımlandı. Böyle eserler var, ama ne popüler kültürde ne de okullarda dolaşım halinde değil. Sadece politikleşmiş insanlar bunlardan haberdar. Örneğin, ana-akım medyada cadılardan geçilmiyor ama ekseriyetle kadınların başını çektiği kazıp-çıkarmacılık (ekstraktivizm) ya da ormansızlaştırma karşıtı mücadelelerin tarihi, fazla militan olduğu gerekçesiyle esgeçiliyor.
Size ilham veren günümüz ekofeministleri kimler?
Geçtiğimiz günlerde (sınırları içinde nükleer atık alanı yapılması planlanan kuzeydoğu Fransa’daki) Bure köyünde yaşananlarla birlikte, Fransa’da nükleer meselesi ekofeminist hareketin asli talepleriyle yeniden bağlantı kurar biçimde tekrar gündeme geldi. Bazı ZAD’ların [zones à défendre – aktivistlerin tahrip edici gelişmeleri önlemek için işgâl ettiği “savunma alanları”] kendi usullerince, ekofeminizmin ilk zamanlarındakilere benzer ütopyalarını da, tam da onun “alternatif” yanıyla benimsediklerini görüyoruz. Ekofeminizmin gündelik hayattaki etkisinin arttığına da şahitlik ediyoruz. Bu anlamda, önemli mücadele alanlarından biri de yakın ilişkiler, beden ve cinsellik: Genç kadınlar ilişkilerini “patriyarkadan arındırmaya” çalışıyorlar. Gıda meselesi de günümüz ekofeminist hareketinin merkezinde yer alıyor. Örneğin, ebeveynler tarafından kurulmuş bir girişim olan Front de mères [Anneler Cephesi], Seine-Saint-Denis bölgesindeki okul kantinlerinde vejetaryen alternatifler olması için mücadele ediyor. Öte yandan, kendilerini ekofeminist olarak nitelendirmeseler dahi, kadınların öncülük ettiği çevre mücadelelerinin en sürekli olduğu yer Güney Afrika gibi görünüyor.
Neredeyse on yıldır ekofeminizm konusunda çalışıyorsunuz. Son zamanlarda bu alana yönelik artan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son yıllarda iklim yürüyüşleri ve #MeToo hareketinin çakışmasıyla birlikte bir kar topu etkisi yaşandı. Ekolojik kriz herkes için giderek bariz bir hal alırken, aynı anda, uzundur modası geçtiği düşünülen feminizmin de geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Dahası, karantinaya kadar öyle ya da böyle normal seyrini sürdürdüğü izlenimini uyandıran bu sistemin artık değişmesi gerektiği yönünde genel bir iştiyak var. Siyasi elitler bunu anlamadığı gibi, sivil toplumdan yükselen seslere de kulak asmıyor. Bu dar görüşlü teknokratik siyaset karşısında, ütopyanın cazibesinin günden güne daha karşı konulmaz bir hal alması gayet anlaşılır geliyor.
Bugün feminizmle tanışan genç kadınların ekofeminist teorilere ilgi duyduğunu düşünüyor musunuz?
Onların yaşında olduğum dönemlere kıyasla, bugün belli bir politikleşmenin, en azından ütopya için daha elverişli bir atmosferin olduğu kanısındayım. Belki de o dönem gelecek beklentileri daha kabul edilebilir seviyedeydi? Kendi öğrencilerimi düşünüyorum da [Burgart Goutal, Marseille’de felsefe dersleri vermektedir] ne yapacaklarını bilemez haldeler. Gelecekte kendilerini neyin beklediğini bilmiyorlar ve yetişkinlerin de bu konuda onlara verecek bir cevabı yok. Kimse onların hayatlarının gelecekte nasıl bir yön alacağını tayin edemiyor. Artık hiçbir şeyin gerçekten işe yaramadığı izlenimi hakim olduğu için de, farklı sorunlar arasında kolayca bağlantılar kurabiliyorlar. Ve bu apışıp kalma durumu, o ya da bu şekilde radikalleşmelerine yol açabilir.
Alice Coffin’in Le génie lesbien (Dahi Lezbiyen) ve Pauline Harmange’in I Hate Men (Erkeklerden Nefret Ediyorum) kitaplarının başarısıyla birlikte, bazı feminist aktivistler arasında “erkek düşmanlığının” yaygınlaştığını ileri sürenler var.
O feministleri bir açıdan anlayabiliyorum, çünkü tüm şiddetiyle patriyarkanın mekanizmalarını okuyup ayrıntısıyla incelerken sakin kalabilmek bazen kolay olmuyor. Ama ben bu stratejinin ters teptiğini düşünüyorum. Ekofeminizm 1970’lerde, sevgi ve barışı temel alan bir karşı kültür hareketinin parçası olarak, barış ve uzlaşma peşindeki hippilerle ortaya çıktı. Erkek düşmanlığı, bir nevi uyanışın ilk adımı olabilir belki, ama kendi içinde bir amaç olamaz. Sürekli mücadele ve muhalefetle hayat geçmez. Ekofeminizmin ilkelerinden biri de tam bu ikiliğin ve karşıtlıkların ötesine geçmektir. Ben daha çok, birlikte mutlu bir yaşam sürmeyi nasıl öğreneceğimizle ilgileniyorum.
Ana Görsel: Woman in Nature 2, Kumaraswamy B
[i] İlk olarak, Le Féminisme ou la mort(Ya Feminizm ya Ölüm) kitabının yazarı Françoise d’Eaubonne tarafından teorileştirilmiştir.