Aşağıdaki, Thomas Chatterton Williams’ın N+1 dergisi için yazdığı yazının çevirisidir.
James Baldwin’e göre, her ne kadar yazar William Faulkner’a tam olarak ırkçı denemese de, romancı ‘Zencileri yalnızca kendisine ne ifade ettikleri çerçevesinde değerlendirebilmiş, birbirleriyle kurdukları ilişkileri görmemiştir.’ Baldwin, Faulkner’ın siyah karakterlerini tasvir edişindeki esas derdinin onların insanlığından çok, ‘lanetli bir tarihin günahını çıkarmaya uğraşan’ ‘yaratıcılarının çilesi’ olduğunu söyler.
Karikatüristlerin, siyah ve Arap polis memurlarının ve bir Yahudi marketinde rehin alınmış rastgele insanların korkunç katlinin ardından kabus gibi geçen şu Paris günlerinde, aklımdaki tüm diğer sesleri bastıran satırlar, sosyal medya ve gazetelerde hicivleri ve din karşıtı sözleriyle bilinen ve en çok (ve bazen yanlış) alıntılanan Voltaire’e, Rushdie’ye veya Christopher Hitchens’a değil, Baldwin’e ait. Yukarda alıntıladığım No Name in the Street’ten [Sokakta İsimsiz] satırlarda Baldwin sadece Faulkner’dan değil, Fransa’dan ve gittikçe daha iyi anladığı, ülkenin kendi topraklarında yetişmiş olan sınıf-altı bireyleriyle geliştirdiği girift ilişkiden de bahseder.
Paris’e gelmeden önce, ben de Baldwin gibi, Fransız-Cezayir ilişkilerinin karmaşıklığından neredeyse bihaberdim. Ancak, siyah bir Amerikalı ve – Baldwin gibi- Amerika’daki sınıflandırmalarımdan kaçmış biri olarak, kendimi bu konudaki cehaletimi gidermeye mecbur hissettim. 22 yaşında ve üniversiteden yeni mezun olmuş biri olarak yaşadığım Lille’deki dar asma katta Baldwin’in ‘Equal in Paris’ [Paris’te Eşit] adlı yazısını defalarca okudum. O sıralarda haftanın birkaç günü, Roubaix varoşlarında dar gelirli beyazlara ve 4. sınıfa giden Müslümanlara başlangıç seviyesi İngilizce dersi vermeye gidiyordum. Makaleye geri dönüp baktığımda şu kısmın altını çizdiğimi ve yıldızladığımı gördüm:
“Fransızları kadim, zeki ve kültürlü bir ırk olarak tanımlıyordum, ki öyleler. Ancak, geçmiş şan ve şöhretin (…) bugünün tükenmişliğine ve muhtemelen paranoyasına işaret ettiğini, insan ilişkilerinde zekanın rolünün bir sınırı olduğunu ve bir kültüre büyük bedeller ödemeden sahip olunamayacağını bilmiyordum. Bu bedel, elbette, ölçebildikleri bir şey değil, kendini ancak kişiliklerinde ve kurumlarında açık ediyor.”
Haftalık hiciv dergisi Charlie Hebdo, tam da böyle bir Fransız kurumu. Derginin içeriğini eleştirdiğinizde tekrar tekrar bunu duyuyorsunuz. ‘Fransız değilsen, Charlie Hebdo’yu anlayamazsın’; ‘Charlie Hebdo, Fransız popüler kültürünün bizi biz yapan anadireklerinden biridir, bizim geleneğimizdir!’ Onlarca arkadaşım ısrarla, sanki tüm gelenekler asil ve korunmaya değermiş gibi bunları tekrarlayıp durdular. Geçen gün, çok güzel ve aristokratik bir soyada sahip olan Paris’teki en eski ve nazik arkadaşlarımdan biri, bu süreçte en genel geçer tutumu yansıtan düşüncelerden birini dile getirdi: ‘Ama Charlie Hebdo herkesi aynı derecede rencide ediyordu. Dindar bir Katolik olan babaannem sana herkesten çok Papa’nın üstüne gittiklerini söyleyecektir.’ Bu sav doğru olsa bile, Anatole France’ın da dediği gibi, ‘Hukuk, o muhteşem eşitlikçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı, zengine de yoksula da aynı şekilde yasaklar.’
Bu kolaycı hashtag aktivizmi çağında, ücretsiz bir haftalık dergide çalışan bir müzik gazetecisinin başlattığı #jesuischarlie kampanyasının dünyaya mal olması hiç de şaşırtıcı değil. Ancak şaşırtıcı olan, kimsenin bu üç kelimenin tam olarak ne anlama gelmesi gerektiğini çıkaramıyor oluşu. Manasız ölümlerin karşısında hepimizin paylaştığı haklı bir yas duygusunu ifade ettiği ve yatıştırıcı etkisi olduğu ortada. Ancak bunun ötesinde, bazı insanlar sloganın özgür düşünce müdafaası ve onu susturacak herhangi bir tahakküme karşı bir duruş olduğunu düşünüyorlar. Fransız hükümeti de, Hotel de Ville’in ön cephesine ve Arc de Triomphe’ın tepesine Paris est Charlie [Paris Charlie’dir] ibaresini yansıtarak bu mesajı vermeye çalışıyor gibi görünüyor. Ancak yine aynı hükümet, oldukça popüler olan anti-Semitik komedyen Dieudonné’un bazı gösterilerini daha yeni yasaklamış ve daha da yasaklamaya devam edecek gibi dururken, özgür düşünce konusunda pek de tutarlı bir entelektüel duruş sergilemiyor. Sadece hükümet değil, Charlie Hebdo dergisinin kendisi, karikatürist Siné’i, 2009’da çizdiği ve anti-Semitik olarak görülen bir karikatüründen dolayı ayrılmaya zorlamıştı.
Başka bir açıdan, #jesuischarlie ister istemez, derginin içeriğinin mahiyetine üstü kapalı biçimde katıldığımızı, ya da en azından açıkça ve aktif biçimde karşı çıkmadığımızı ima ediyor. Bu son konuda, tanıdığım bir çok Fransızın bu karikatürlerin doğru ve zararsız olduğuna dair inancına sarsılmaz bir inatla sarıldığını hayretler içinde izliyorum. Charlie’de öldürülmüş insanlar için yas tutuyorum demek bir şey, ki bunu ben de kesinlikle söylüyorum, kendini derginin sık sık çirkinleşen misyonuyla özdeşleştirmek bambaşka bir şey. Bu ani, refleksif duygu durumu içinde gözden kaçan, #jesuischarlie’nin hukuk sınırları içinde kalan önyargılı dışlayıcılıkla, öldürücü terör arasında yarattığı sahte ikilik. Bu ikilik, derginin insafsız öfkesine hedef olmuş ve toplum tarafından zaten marjinalize edilmiş birçok insan için içinden çıkılması neredeyse imkansız bir politik sıkışma yaratıyor.
Fransa’da yaşadığım beş sene boyunca birçok kere kolonyalizm atığı ıvır zıvıra sessizce şaşırabileceğim iyi döşenmiş odalara buyur edildim – aydınlatılmış raflarda ve mermer tezgahlarda sergilenen zenci oyuncaklar ve figürler, kalın dudaklı, pörtlek gözlü, bedeninden ayrılmış kahverengi porselen kafalar. Bu süs eşyalarını gördüğüm ilk birkaç seferde rahatsız olmuştum, ama benim için bu gibi yerlerde sohbet etmek, gülmek ve içmek de mümkün çünkü arkadaşlarımın yanındayım ve evini Paris’e taşımış ama istediği zaman kalkıp gidebilecek bir Amerikalı olarak rahat bir durumdayım. Ama bunlara rağmen, bilincimin yine de geçmişin acılarıyla sızlayan, bu yabancı süs eşyalarını görmezden gelmeme asla izin vermeyecek olan küçük bir parçası olmadığını iddia etsem yalan söylemiş olurum. Binicilikle ilgili resimlerin, üst üste atılmış oryantal kilimlerin ve büyükbabanın Afrika’dan getirip duvara monte ettiği antilop kafalarının yanında dekoru şık bir şekilde tamamlayan bu eşyalar, misafiri olduğum evlerin sahiplerini bir şekilde teselli ediyor ya da eğlendiriyor, onlara hiçbir şeyi ya da çok daha az karmaşık ve daha az stresli bir geçmişi hatırlatıyor gibi.
Bana göre, Fransa’nın otorite karşıtı hiciv geleneğine ek olarak, bunu şu an konuşmak istesek de istemesek de şu husus, elimizdeki mevcut krizin bağlamının çok önemli bir parçası: Fransa’nın şiddet dolu, ırkçı ve günahlarıyla yüzleşmemiş bir geçmişi var. Arada bir gördüğüm o objelerle kendimi özdeşleştirmemin hiçbir haysiyetli yolu yok, tıpkı Fransızca’da gölge yazar anlamına gelen ve hala kullanımda olan nègre (emeği tanınmayan, para ödenmeyen işçi: nigger) kelimesini duyup da irkilmememin hiçbir haysiyetli yolunun olmadığı gibi. Charlie Hebdo’nun Fransa’nın ilk siyah Adalet Bakanı Christiane Taubira’yı bir maymun olarak çizdiği iğrenç karikatüre gözlerimi dikip bakmamın da hiçbir haysiyetli yolu yok.
Baldwin, eski kolonyel güçlerin yadsınamayacak kadar görkemli kültürel anıtları göz önünde bulundurulduğunda -ister Descartes ister Chartres olsun- Paris’teki Cezayirli mavi yakalı işçinin bunların önlerinde diz çökmesi için hiçbir sebep olmadığında ısrar ediyordu (değil ki hicivsel karikatür gibi çok daha küçük kültürel başarıların önünde). Tersine, Baldwin “bu anıtlar dikkatini celbettiği noktadan itibaren onlara hiçbir muteber erişiminin olmadığını” farkediyor. “Bu tarihin önünde eğilmek, bu tarihin onu küstahça ve haksızca yargılayışını kabullenmek anlamına geliyor.”
Bu Fransız milletini çoktan etkisine almış bir konu ve tartışma. ABD’deki ana-akım kamusal tartışmanın büyük kısmı ise, Philip Gourevitch’in olayın hemen ardından New Yorker sitesinde yayınlanan, Charlie Hebdo’nun “alındırma” amaçlı misyonunu Gandhi ve Martin Luther King’in fedakar stratejilerine benzettiği yazısında söylediklerini aksettiriyor gibi. Ya da Wall Street Journal’ın Fransız filozof Bernard-Henri Lévy’nin karikatüristleri radikal İslam ile Batı arasındaki küresel çekişmenin cephe hattında “bir nevi savaş muhabirleri” olarak kahramanlaştıran görüş yazısı. Terör eylemleri için hiçbir bahane kabul edilemez, ama bu iki örnek sırasıyla retorik ve siyasi methiye ve şantajdır ve bu yüzden reddedilmelidir. Susan Sontag’ın dediği gibi “elbette gelin hep birlikte yas tutalım, ama hep birlikte aptal olmayalım.” Buna, gelin hep beraber merhametsiz, sorumsuz veya kayıtsız da olmayalımı ekleyebiliriz.
Geçen Cuma, çok sevilen Fransız Asterix karikatürlerinin 87 yaşındaki çizeri Albert Uderzo, “Ben de Charlie’yim” diyen bir illüstrasyonla emekliliğinde bir parantez açtı. Bol bol paylaşılan bu görselde, Galyalı maskot çerçevenin tamamen dışına fırlamış bir figüre sağlam bir yumruk yapıştırırken görülüyor. Görsele bakanın, yumruğun alıcı tarafında kimin olduğunu kestirebilmek için elindeki tek veri geride kalan ayakkabılar. Geleneksel Arap kıyafetiyle ilişkilendirseniz yanılmış olmayacağınız, sivri burunlu terlikler; Kouachi kardeşlerin ya da Amedy Coulibaly’nin giymediği kesin olan ayakkabılar.
Herhangi bir esprinin ya da anlatının en can alıcı öğelerinden biri anlatanın tam olarak kim olduğudur. Çok fazla sayıda insanı birlikte gülmekten mahrum eden koşullara dokunulmadığı sürece, nüfusun hatırı sayılır bir kısmı için Charlie olmanın hiçbir haysiyetli yolu olmayacak.