Bu, yıl boyunca, Oraya Kendimi Koydum kolektif, feminist, belgesel-şiir kitabının yazarlarının, hem bu biricik kitabı ortaya çıkaran serüvene ilişkin notlarını paylaşacakları hem de kitap vesilesiyle meydana çıkan ve bir yol daha gitmek isteyen konulara odaklanarak tartışacakları bir yazı dizisinin ilk yazısı.
Katkıda bulunanlardan biri de ben olduğum Oraya Kendime Koydum vesilesiyle kitabın hem yazanı hem okuyanı olarak ben, anlatı, hayat hikayesi ve öznelik üzerine düşünmeyi sürdürmek istedim. Yayınevinden düzeltiler son okumaya geldiği zaman heyecan verici yepyeni bir düzlüğe girdiğimizi hemen hissetmiştim. Bu düzlükte şimdiye kurduğumuz kolektif, çoğulluk içinde dağılıp bir kez daha yeniden kurulacaktı.
Okurken görüyoruz. Asuman Susam, kolektif bir şiir kitabı fikriyle bizimhikayemiz.org platformuna işaret ettiğinde, hayat hikayelerini dinlemeye başladığımız zaman da görmüştük. Bir kadının anlattıkları bir yankı yaratıyor. Dinlerken içine çekildiğimiz, sonra da şiirin alanına aldığımız sesler, konular o yankıda duyduklarımızdı. “Bunu ben de yaşadım,” “bu duyguyu ben de biliyorum,” ya da “ne dediğini anlıyorum” hissi. Burada sadece bir duygudaşlığın ötesinde, bir öznenin bitip diğerinin nerede başladığına dair verili alanı bulanıklaştıran bir hal olduğunu düşünüyorum. Söyleyenin ben de olabileceği, hatta bizzat ben olduğu gerçeği. Bir taraftan diğer tarafa geçmenin bir adım atmakla ilgili olduğu, apaçık önümüzde duran bir mesafe.
Özneliğe, nasıl özne olunduğuna yakın zamandaki ilgim, mülksüzleşme üzerine çalışırken, bu çok boğumlu kelimenin her hecesinin bir özne-nesne ilişkisi içermesi, her dönemeçte kim, kimler sorusu yöneltmesinden geliyor. Bu konuda Judith Butler ve Athena Athanasiou’nun kitaplaştırdığı bir diyalogları var.[i]
Mülksüzleştirme kavramının içkin bir çelişki içerdiğini tespit ederek başlıyorlar konuşmaya. Onlara göre, mülksüzleşme, bir yandan, özneleşme sürecini, yani müstakbel öznenin, anlaşılırlık normlarına başlangıç niteliğinde teslimini bildiriyor. Kapalı bir kendine yeterlik durumundan, başkasıyla ilişkinin başladığı, kayıplarla dolu ama imkanların, gelişmenin yönelebileceği yegâne alan. İlişkinin alanı. Burada, psikanalitik anlamdaki özneleşme sürecinden bahsediliyor. Başkası ile ilişkinin imkânı olarak baştaki bütünlüğün, kendine yeterliğin, kapalı kendiliğin kaybı. Öte yandan, daha aşina olduğumuz anlamıyla, anlaşılırlığın koşullarını belirleyen güçlerce incinebilir durumda olmanın eşitsiz dağıtılması anlamına da geliyor mülksüzleşme. Toprağın ve cemaatin kaybı, kölelik tarihlerinde olduğu gibi bedenin bir başkası tarafından sahipliği, yoksulluk ve güvencesizleşme gibi. Kendiliği bir mülk olarak tabir etmemiz ne anlama geliyor diye soruyorlar konuşmalarının en başında.
Athanasiou ve Butler’ın kitap boyunca sürdürdükleri bu konuşmayı nasıl geliştirdikleri üzerinde burada daha fazla durmayacağım. Ancak, mülksüzleşmenin temelindeki bu ‘kendinden edilme’yi ayrı ayrı değil de yan yana düşünürsek, sahiplenmeci liberalizmin tasarladığının yerine, ilişkisellik içinde kendilik, mülksüzleşmenin aşina olduğumuz ve prensipte karşı olduğumuz formlarına sahici bir karşı durmanın başlangıç noktası olabilir. Kafamda, böyle, kendiliğin öznenin sahip olduğu bir şey değil de başkalarıyla kurulan ilişkide başlayan şey olduğu fikriyle dolaşmak, bir yandan da Oraya Kendimi Koydum kitabını ortaya çıkaran kolektife dahil olmak, yolumu özneliğin ilişkiselliğini, hayat hikayesinin bir başkası tarafından anlatılması üzerinden düşünen Adriana Cavarero’ya çıkardı.
Belgesel şiir yazmak için çalışma süreci benim için çok ilginç bir zamandı. Kampüsteki stüdyo dairemdeydim. Sınav dönemini, pandemi için alınan önlemlerin son mevsiminde, kütüphanenin bile açık olmadığı zamanlarda, kendi odamın içinde geçirdim. O odanın içinde bütün gün konuşma kayıtlarını dinliyordum. Şöyle düşünüyordum. Bu kadınlar aslında bana bir şey anlatmak istiyor, kendi hayatları ile doğrudan bana konuşuyor. Bir hayat hikayesi, yoğunlaştırılmış bir cümle gibi geliyordu bazen. Akşamüstü yürüyüşlerimizden birinde arkadaşıma zamanımı en çok bu hikayeleri dinleyerek geçirdiğimi söyledim. Dinlemekten kendimi alamıyorum, konuşanlar benimle konuşuyor sanki. Dinledikçe daha çok dinlemek, baktıkça daha çok bakmak istediğimden bahsediyorum. Arkadaşım bunu biraz çekimserce, bir çeşit gözetleme isteğine yordu.
Hannah Arendt, bir insanın kim olduğu yalnız kendisinin kahraman olduğu hikâye, başka bir deyişle, biyografi bilinerek anlaşılır diyor. [ii] Arendt, Cavarero için de bir yola çıkış noktası. Hikâye etme ve anlatı vasıtasıyla birinin kim olduğunun anlaşılması, yeni bir politika duygusunun, insanlar arası etkileşimi anlamanın alternatif bir yolunu da veriyor. Arendt’in, zeminini insanların bir arada yaşadığı gerçekliğinden yola çıkarak belirlediği bir politika anlayışı bu. Arendt için politik olan, insanın doğumdan itibaren maruz olduğu, dünyanın etkileşimsel sahnesinin kendisi. Buna, Cavarero, insanların bir öteki tarafından “anlatılır” olduğunu ekliyor, yani yaşam hikayemizin anlatısı için ötekine muhtacız. Arendt’e göre, özne için kurucu olan “maruz olma” durumuna, Cavarero “anlatılır” olma durumunu ekliyor. Özne bir başkasına ihtiyaç duyar, Cavarero’ya göre ise, özne, hikayesini anlatacak bir başkasına ihtiyaç duyar.
Odysseus, paçavralar içinde kimliğini gizlerken Tiresias’ı onun kahramanlıklarını anlatırken duyduğunda gözyaşlarına boğulur. Tiresias’ın anlattığı yaşam öyküsünde, kiklopla karşılaşmasından sağ çıkmak üzere kendisine hiç kimse demiş olan Odysseus’a dokunan, bir başkasından kendi hikayesini dinlemesi, başkasınca dile gelince, Odysseus’un kendi için de bilinir olması. Anlatıda kendini tanıması nihayet. Oraya Kendimi Koydum’un hepimiz adına Asuman Susam’ın kaleme aldığı sunuş metni şöyle başlıyordu: “Ben, varlık kazanmak için bir başkasına, en yakınında bir sen’e gereksinim duyar hep. Çağrısı sesle, sesten gelir. … Tanınmak, bilinmek için duyulmayı bekler.”[iii]
Ne, felsefenin öze ilişkin temel sorusu. Felsefe, geleneksel olarak ne sorusunu sorup özneyi nitelikleri ile tanımlarken, kim sorusu ile ise ilgilenmemiş olur. Felsefi gelenek insanı kadın, erkek ya da yurttaş olarak sahip olduğu niteliklere göre tanımlarken, anlatı, kim sorusunu ne’ye cevap vermeden yanıtlamanın bir yolu olarak tam olarak yepyeni bir odağa işaret ediyor. Anlatılır özne de, başkalarıyla ilişkisi ile belirlenen öznedir.
Peki insan kendi hikayesini kendisi anlatamaz mı?
Belgesel şiiri bir yöntem olarak benimsediğimizde, yani hem otobiyografik konuşma metnine tamamen sadık kalıp hem de metni şiir formunda yeniden söylemek üzere bir meydan okumaya giriştiğimizde anlatının etiği kendi aramızdaki “nasıl yapacağız?” tartışmalarının merkezindeydi. Yönteme dair ilke hakkında sonra kısaca şunu dedik: “Sesleri duyulmayan, konuşmaları anlaşılmayan özneler yerine, onlar adına konuşmak: O her yerdeydi. Onlar adına söz almak değil, o seslere doğrudan yer açmak. Sesin aracı kanalı olmalıydı şiir, şair o sesin taşıyıcısı. Ötekinin varlığına hürmet, ihtimam ile bir karşılaşma deneyimi oluşturmak; yolumuz buydu.”[iv] Cavarero’yu okurken bir yaşam hikayesini alıp onu yeniden söylemekle ilgili anlatı ve etik arasındaki o çetrefilli ilişki benim için bu sefer apaçık hale geldi.
Cavarero, kitabının ilk bölümünde kendiliğin nasıl bir başkası tarafından anlatılmak olduğunu açıklarken, kadim arketiplere denk gelen tragedya karakterlerinden yararlanıyordu. Yine de, öznenin ne olduğuna ilişkin verilen cevaplarda öznenin erkek olarak verili olduğunu anlatmaya geçerken, ikinci bölümde, referans verdiği materyal bakımından radikal bir değişiklik de yapıyor. “Milan’ın Kenar Mahallelerinde” başlığını verdiği bölüm, 1970’lerin İtalyası’nda iki kadını anlatan ve gerçek hayattan yola çıkan bir hikâyeyi konu ediyor. Cavarero, iki kadın arkadaşı konu eden bu hikayeyi, arkadaşı Emilia’nın ölümünden sonra Amalia’nın aktardığını yazıyor. Yaşam boyu eğitim merkezine benzer, İtalyan solunun 1970’lerde kurduğu okula devam eden bu iki kadından Amalia, anlatma konusunda aralarında yetenekli olanıymış. Sıkıcı raddeye varacak şekilde her gün defalarca hayatını anlatan Emilia’nın hikayesini sonunda Amalia yazmaya karar vermiş. Hikayesini ona verdiğinde —tıpkı Tiresias’tan kendi kahramanlıklarını dinleyen Odysseus gibi— Emilia da ağlamaya başlamış. Hikayesini çantasında taşır, çıkarıp tekrar tekrar okurmuş.
Anlatılır kendinin arzusu otobiyografik alıştırmalarda kendini gösterir diyor Cavarero. Emilia’nın Amalia’yı yazmaya yönelten tekrarlarına dikkat çekerek, onu başkasının hikâye anlatıcılığına emanet etmek için o başkasını aradığını söylüyor. Bana onu anlatabilesin diye sana hikayemi anlatacağım. Esas, senin için anlatılır bir kimlik olmam, hikayesini anlatabileceğin birisi olmam. Çünkü kimliğim şimdi ezbere bildiğin bu hikâyeye emanet.
Başlarken belgesel şiirin talebini karşılamak için bu formu anlamaya ve kendimize öğretmeye çalıştık. Bu çalışma da beni, Adrienne Rich’in[v] şiir ve politikayı birlikte düşündüğü bir kitaba da götürdü. Orada ne var, ya da orada ne bulunuyor, orada ne buluyoruz diye çevirebileceğimiz bir başlığı var kitabın. Okumaya başlıyorum.
Şiir ve politika ilişkisi üzerine yalnız düşünmek istemediğim için bu denemeleri yazıyorum diye başlıyor. Şiir yazma ve bir miting düzenleme karşılaştırması yapıyor örneğin ve bu gibi karşılaştırma noktalarını kitap boyunca sürdürüyor. Adrienne Rich böyle bir kitabı neden yazdığını anlatıyor: “Bu kitap arzu ve gündelik hayat hakkında. Onu yazmaya şiir ve bana tutukluk, uysallık, umutsuzluk, kabul edilemezin kabulü kokan, içinde yaşadığım toplum üzerine düşünecek, şiir yazmaktan başka bir yol aradığım için başladım. Genel, kamusal düşüncenin, duygunun düzensizliğinde, ortak geleceğimizin seyrini yönetmenin başka yollarını hayal etmede bir körelme görüyordum. Bu algılayışta yalnız değildim ama bunu artan bir yoğunlukla hissediyordum, özellikle yaşamımın siyasal ufkunun büyük kısmını işgal eden Soğuk Savaş çözülmeye başladığı zaman. Tarihi bir hayal etme fırsatı geçiyor ve kamusal yaşamın durgunluğu ve dağılmasında, buna eğer tutunuluyor ise, yalnızca zayıfça tutunuluyor gibi görünüyordu.”
Toplantılarımız şuna benziyordu. Yazının başında söylediğim, benim için sınavlara hazırlandığım bir odadan ibaret olan ve sürekli kayıtların döndüğü odada dalıp çıkıp, kendi benzer ve başka odalarında aynı ses kayıtlarını dinlemiş kolektifle buluşmak. Kendimize ayırdığımız aşağı yukarı iki aylık dinleme süresi bittiğinde neler yapabileceğimizi konuşmak üzere buluşmuştuk. Kitaptaki şiirlerin bambaşka formlar alacağı da o zaman heyecanla belirmişti.
Editörden mizanpaj öncesi dosya geldiğinde iki şiirimi okurken, ben, aslında kafayı taktığım iki meseleyi yazdığımı fark ettim. İki zıt şey bunlar aynı zamanda. Biri, sebebini açıklayamadan seni olduğun yerde tutan hareketsizlik. Diğeri de atılmışlık, zorunlu yer değiştirme ve bir yere ait olamamanın acısı.
Bu şiirleri yazmanın da bir örtülü gerçeğin örtüsünü üstünden kaldırmakla ilgili olduğunu, mülkiyete dayalı ben yanıltmacasının yaşadığımız esas deneyimle arasındaki mesafeyi kapattığını düşünüyorum. Ve aslında bunu bir program doğrultusunda, hatta fark ederek bile yapmadık. Yazarken, dinlerken, birbirimizin yazdıklarını okurken, birbirimizle konuşurken, gözden geçirme ve düzeltmeler aşamasında üstünden geçerken bir kez daha bir kez daha anladığım bir şey oldu bu. Bir şeye doğru giden değil de yolda keşfedilen, beklenmedik. Benim yalnız ilişki içinde biri olduğum.
[i] Judith Butler & Athena Athanasiou, Dispossession: The Performative in the Political, Polity Press: Cambridge, 2013.
[ii] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim, 1994.
[iii] Oraya Kendimi Koydum: Belgesel Şiirler, “Sunu,” haz. Asuman Susam, Everest, 2023.
[iv] ibid..
[v] Adrienne Rich, What is Found There: Notebook on Poetry and Politics, W. W. Norton & Company, 2003.
Ana Görsel: Güneş Terkol, “Güzel Günler” kumaş üzerine nakış, 115 x 199 cm, 2017, Istanbul.