Son iki seneki yürüyüşler, devlete, sahip olduğu tüm güce ve mevziye rağmen etrafının lubunyalarca çevirili olduğunu göstermiş oldu.

MEYDAN

Onur Yürüyüşü Üzerine

Amerikalı kuramcılar Fred Moten ve Stefano Harney, Türkçe’ye Dip-müşterekler olarak çevirilebilecek Undercommons isimli kitaplarının başında Amerika’nın işgalinin Hollywood’daki temsillerinden yola çıkarak siyaset, iktidar ve saldıran ve saldırı altında olanlara dair ilginç bir tartışma yürütür.2 Hollywood sinemasında Amerika’nın işgaline odaklanan birçok örnek, işgali yerleşimcilerin (işgalci beyazlar) kendilerini çevrelemiş3 olan saldırgan yerlilere karşı verdikleri bir öz-savunma mücadelesi olarak çarpıtarak ele alır, izleyicisinden de yerleşimcilerin öz-savunmasıyla empati kurmasını bekler. Moten ve Harney, saldırganı yerliler ve öz-savunma yapanı beyaz yerleşimciler gibi gerçeği tersyüz ederek kuran bu temsillerdeki aşikâr soruna işaret ederler. Ama sonra daha radikal bir tartışma yürüterek işgalci yerleşimcileri kuşatmış yerliler imgesinin tamamen yanlış olmayabileceğini söylerler. Hollywood temsillerinin aksine yerleşimciler esas saldırgan taraf, yerliler de öz-savunma halinde olanlardır belki ama bu, yerleşimcilerin geldikleri “yeni” topraklarda saldırganca işgal ettikleri ve genişlettikleri mevzilerinde öz-savunma yapan yerliler tarafından çevrelenmiş oldukları gerçeğini de değiştirmez.

 

Etrafı yerlilerce çevrilmiş yerleşimciler imgesini hemen reddetmeyerek Moten ve Harney, iktidar ve onun işleyiş biçimine dair yeni bir tahayyül de ortaya koyarlar bana kalırsa. Bu imgeyi sahiplenmek, iktidarı toplumsal olanı kuran ilksel ve mutlak bir güç, tahakküm altına alınanları da iktidarla giriştiği karşıtlık ya da işbirliği ilişkileri üzerinden tanımlayan kavramsallaştırmalardan ayrışmayı beraberinde getirir. Moten ve Harney’in imgeleminde muktedir, hükmetmek istedikleri tarafından çevrelenmiş ve hatta adeta kuşatılmıştır. Nihai olarak bu kuşatmaya karşı galebe çalacaksa da, ki genelde çalar, kendisini kuşatanlar başına bir kez bela olmuştur artık. Bu anlamda Hollywood temsillerine de sızan etrafı yerlilerce sarılmış yerleşimci imgesi bir yanlıştan ziyade belki de bu belanın bilinçdışı bir tezahürüdür. İktidar bu imgelemde tek oyun kurucu değildir. Baskı ve direnişin sınırları, özneleri de muğlaklaşır bu tabloda.

 

Moten ve Harney’in altını çizdiği bu imgelem bugünün Türkiye’sinde lubunyaları ve devletin lubunyalara karşı giriştiği mücadeleyi düşünmek için de yararlı olabilir. Lubunyalar söz konusu olduğunda Türkiye’deki güncel resmi söylem, kendisini bir kuşatma altında ve öz-savunma halinde görmeye meyilli. Aslında çok benzerlerine Türkiye dışında da popülist sağ söylemin güçlü olduğu birçok yerde aşina olduğumuz üzere, bu söyleme göre birtakım küresel odaklar, belli bir plan dahilinde bizi biz yapan, bir arada tutan ve geleceğimizi temin eden en kutsal kale olan aileye karşı topyekün bir saldırı halindeler ve LGBTİ+lar da bu saldırının vücut bulmuş hali. Bu söylemde devletin aileyi ve dolayısıyla kendisini de bir öz-savunma halinde konumlandırırken LGBTİ+ları saldırgan taraf olarak imlemesi şüphesiz ideolojik bir saptırma. Öte yandan, lubunyalardan müteşekkil bu kuşatmayı derin bir paranoyadan beslenen ideolojik saptırmaların ötesinde düşünmek de mümkün olabilir.

 

Geçtiğimiz iki senede İstanbul Onur Yürüyüşlerini takip ederken aklımda sürekli yerliler tarafından etrafı sarılmış yerleşimciler imgelemi dolaştı. Son iki senedir lubunyalar Haziran’ın son pazarı gerçekleşen onur yürüyüşlerinde İstanbul sokaklarında baskıcı, inkarcı ve yasakçı devletin ve onun kolluk kuvvetlerinin başına bir bakıma bela oldular. Onur yürüyüşlerinin yasaklandığı ve giderek daha da derinleşen ve sistematikleşen bir şiddet ve baskı kıskacına alındığı son dokuz yıl içerisinde geçtiğimiz iki yıla en yaklaşan diğer örnek de 2016 yılında “dağılıyoruz” denilerek gerçekleştirilen, basın açıklamasının şehrin faklı noktalarından okunduğu “yürüyüştü.” Bu dokuz yıllık süreç içerisinde çoğu insanın zihninde en çok heyecan uyandıran ve umutla hatırlanan yürüyüşlerin bu üçü olması dikkate değer. Bu yazıda yapmaya çalıştığım, bu “istisnai” örneklerin yarattığı heyecanı ve umudu anlamlandırmaya dair de bir çaba aynı zamanda.

 

Bu yazıyı kendi uzun soluklu açılma süreci de tam olarak bu dokuz yılla çakışmış bir lubunya olarak yazıyorum. 2015 yılında ilk kez onur yürüyüşüne katılmak istediğimde Taksim’in başını tutmuş polisler gözümü korkutmuş, beraber gittiğim arkadaşımla birlikte gerisin geriye dönmüştük. Dönmeden önce meydanda kaçak birkaç selfie çekmeyi de ihmal etmemiştik. Takip eden yıllarda da onur yürüyüşüyle hep derinden gıpta eden, imrenen ama gitmeye gelince dozu kestirilemez bir polis şiddetinin ihtimali sebebiyle ölesiye korkan çetrefilli bir ilişkim oldu. “Çeşitli kaygılarla yürüyüşe gelemeyen” lubunyaları da her yıl bir şekilde gören basın açıklamaları yüreğime su serpip kendimi bu toplamın bir parçası olarak hissetmemi sağlasa da, cesaretimi bir türlü toplayamamış olmaktan ötürü içim hala buruk. Fakat buna rağmen bu yazının başına tam da bu sebeple oturdum, çünkü son iki senenin yürüyüşleri ve örgütlenme pratiği beni de afallatı ve oldukça heyecanlandırdı. Hatta belki en çok da ben ve benim gibilere iyi geldi. Yazıyı, biraz da bu tatlı afallamayı sindirme ve anlamlandırma ihtiyacıyla yazıyorum. Çünkü her ne kadar bedenen orada olamasam da, ruhum bu yürüyüşlerle birlikte aktı. Benzer hisler içinde başka birçok lubunya olduğundan da eminim.

 

Yürüyüşe katılacak lubunyaların güvenliğini en ön plana koyan, nasıl olursa olsun bir şekilde bir araya gelip o yürüyüşü yapabilmeyi önceleyen ve yüzünü karşısında durduğu devletten önce birlikte yeni dünyalar kurgulayacağı lubunyaların kendisine dönen son iki seneki yürüyüşler, devlete, sahip olduğu tüm güce ve mevziye rağmen etrafının lubunyalarca çevirili olduğunu göstermiş oldu. 2023 yılında, yasakçı muhayyilesi yürüyüş günü Taksim ve Şişhane metrosunu kapatmaktan öteye gidemeyen devlet aklına nanik yapan lubunyalar onur yürüyüşünü daha önce denenmemiş bir noktada, Nişantaşı’da şanlattı. Bu sene ise yine bir ters köşe ile yürüyüş şehrin öte yakasında, Bağdat Caddesi’nden aktı.

 

Bu yürüyüşler şüphesiz 10 yıl öncesinin kitlesel yürüyüşleri kalabalığında değildi. Fakat geçen sene kaçak bir biçimde Nişantaşı için planlanan ve görece sorunsuz bir biçimde gerçekleştirilen yürüyüşün4 yarattığı heyecan, verdiği güven ve cesaret sayesinde bu yıl uzun bir aradan sonra tekrar katılan insanlar oldu çevremde. Öte yandan, güvenlik, birbirini gözetme gibi gerekli tüm koşulları sağlamayı önceleyen bir yerden planlanan bu yılki yürüyüş, “hatırlıyorum, hatırlıyor musun?” temasına gayet uygun düşen bir biçimde katılan katıl(a)mayan hepimize hem bir zamanlar bu yürüyüşün sokaklarda ne denli büyük bir coşkuyla kitlesel bir biçimde aktığını hatırlattı, hem de basın açıklamasında da değinildiği üzere tüm kıvraklığımızla bizi zapturapt altına almak isteyenleri her koşulda kuşatan, çatlaklardan sızan hâlimizin güzel bir resmini çizdi. Ek olarak, yürüyüşün bitişinden birkaç saat sonra Beyoğlu’nda, saatlerce bekletilip sonunda ekildiğini kabullenmiş bir edayla barikatlarını toplayan polislerin hali de seyirlikti.

 

Dürüst olmak gerekirse bu sene başta kendi içimde ve yakın çevrem ile birlikte bu kadar “el altından” düzenlenen bir yürüyüşün ne kadar etkili olabileceğini sorguluyordum. Fakat yürüyüşün görüntüleri gelmeye başladıktan, katılanlardan yürüyüşün nasıl geçtiğini dinledikten sonra bu şüpheciliğim hızlıca ortadan kalktı. Fulden’in velvele’ye yürüyüş üzerine yazdığı yazının başlığı da kendi başına anlatıyor zaten bu yürüyüşün bir şekilde yapılmasının neden elzem olduğunu: Büyüsü kaçmış hayatlarımıza 15 dakikalığına da olsa bir büyü üflemeye her şeyden çok ihtiyacımız vardı. Hep de var.

 

Moten ve Harney açtıkları tartışmanın devamında “hedefimiz yerleşimcilerin sürekli saldırıları ve mülksüzleştirme girişimlerinin karşısında, hedef aldıkları çevrelemenin öz-savunmasını yapmaktır” der.5 Şehrin herhangi bir köşesinde ve sadece 15 dakikalığına da olsa hayatlarımızın büyüsünü geri almak burada bahsedilen öz-savunmaya dahil olsa gerek. Öz-savunmayı sadece genel geçer anlamı ile, lubunyaların kendilerini dışarıdan gelen baskı ve şiddete karşı koymaları olarak almamak gerektiğini düşünüyorum. Öz-savunma, Moten ve Harney’in ele aldığı biçimiyle bir kolektifin kendi özünü savunmaya dair bir eylemselliğe işaret ediyor. Baskı, şiddet, istila ve talan gibi süreçlerin ötesine ve berisine selam eden, kendisini bu süreçlerin karşısında konumlandırarak tanımlamayı reddeden bir eylem biçimine de gönderme yapıyor.

 

Tam da bu sebeple Moten ve Harney’e göre istilacı yerleşimciler ile yerlilerin tasvirlerinde sorun yerleşimcilerin yerliler tarafından kuşatma altında imgeleniyor olması değil; yerleşimciliğe getirilen en sert ve keskin eleştirilerin bile yerleşimciliği çevreleyen öz-savunma hattında vuku bulan hayatı unutuyor olmalarında. Bu müdahalenin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Şiddet ve baskı tarafından tanımlanmayı ve hareket alanını salt bu şiddet ve baskıya karşı durmak üzerinden kurmayı reddeden radikal bir çerçeve çiziyorlar öz-savunma olarak tanımladıkları pratik için. Bu seneki onur haftasının hatırlamak ve hatırlatmak olarak belirlenen teması, bu açıdan bakıldığında da oldukça anlamlı.

 

Lubunyalar olarak içinde bulunduğumuz hâllere bakarken bu müdahalenin önerdiği çerçeveyi kullanmak bize başka bir perspektif sağlayacağı gibi iyi de gelebilir. Sıklıkla ve burada saymayacağım, saymama gerek de olmayan çok haklı sebeplerle kendimizi kuşatılmış bastırılmış ve kıstırılmış hissediyoruz. Bu sıkışmışlık hissi ve etrafımızı sarmış olan fobi gibi somut tehlikelerin yarattığı kaygının kendisi, belki de doğrudan maruz kaldığımız şiddet biçimleri ya da diğer olumsuzluklardan çok daha büyük ve derin bir zarar veriyor hepimize. Güven, ilgi, heyecan, yaratıcılık gibi duygu ve becerilerimiz bu derin kaygı sebebiyle ciddi hasarlar alıyor. Bunun yarattığı madilik de hayatlarımızın tüm alanlarına, ikili ilişkilerimizden içinde bulunduğumuz, sosyalleştiğimiz ve örgütlendiğimiz çevrelere kadar yayılıyor.

 

Karşı karşıya kaldığımız saldırılar hem bireysel hem de kolektif biçimlerde özgüvenimizi de sarsıyor. Tüm bu süreçlerin bizleri farklı biçimlerde gittikçe yıkıcılaşan savunmacı reflekslere yöneltmesi şaşırtıcı değil. İşte tam bu yüzden de Moten ve Harney’in sözünü ettiği öz-savunmayı çok değerli buluyorum. Burada öz-savunma, kendine güveni, bir aradalığa olan güveni tesis etmeye de dair. Buna çok ihtiyacımız var ve onur yürüyüşlerinin son iki yılda yarattığı heyecan bu ihtiyaçtan da ayrı okunamaz kanımca.

 

Elbette çok daha şenlikli, çok daha kalabalık yürüyüşlerde de buluşup kavuşacağız. Fakat o günler gelene kadar geçecek zamanda da varoluşumuzu salt bir karşıtlık ve direnişte olma haline indirgemeden, tam da şimdi ve burada arzuladığımız, özlemini çektiğimiz yaşamı prova ettiğimiz küçük ama çok değerli anlarla çevrelenmiş durumdayız. İstanbul Onur Haftası’na da bunu hatırlamamıza vesile oldukları için teşekkürümü edeyim. Harikaydın aşkım.

 

 

 

Görsel: Kent Monkman, The Escape’ten detay

 

Notlar:

 

[1] Ekim Deniz Akarslan ve Uğur Yıldırım’a bu yazının hazırlanış sürecindeki fikir alışverişleri ve önerileri için teşekkür ederim.

 

[2] Fred Moten ve Stefano Harney, Undercommons: Fugitive Planning & Black Study, 2013.

 

[3] Moten ve Harney çevreleme olarak çevirdiğim kavram için İngilizce’de “surround” kelimesini kullanıyor. Kuşatma (besiege) gibi daha militarist bir kavramı özellikle kullanmadıklarını düşündüğüm için ben de daha aşina olsa da bu kavramı kullanmamayı tercih ettim.

 

[4] Tabii ki her şey toz pembe değildi. Son yıllarda özellikle vatandaşlık statüsü olmayan göçmen lubunyaların yürüyüşlerde çok daha kırılgan bir konumda olduğunu tekrar tekrar görmüş olduk. Son iki yılı yine de farklı bir yere koymamdaki sebep önceki senelerin sahne olduğu polis şiddeti vakalarına ve zaman zaman 300 kişiyi aşan kitlesel gözaltılara bu senelerin örgütlenme biçimleri sayesinde geçit verilmemiş olması.

 

[5] Undercommons, s. 17 (çeviri bana ait)

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YEurovision ve Türkiye’nin Yalnız Heyecanı
Eurovision ve Türkiye’nin Yalnız Heyecanı

Ana akım muhalif arzu ise Filistin ve Israil boykotu gündeminden tamamen kopuk, Türkiye’nin bir şekilde yarışmaya dönmüş olmasından duyulan nostaljik bir heyecanda cisimleşiyor.

Bir de bunlar var

Gazze için 8 Mart’ta Küresel Grev Çağrısı: Gazzesiz Bir Feminist Mücadele Yok!
Günün Hayırı
Yasal Olarak Hemcinsinle Bir Yastıkta Kocamak ve ABD Yüce Mahkemesi’nin Tarihi Kararı

Pin It on Pinterest