Cumartesi akşam saatlerinde bir süredir devam etmekte olan bir linç tiyatrosunun son sahnesini izledik hep beraber. Bir ellerinde meşaleler, diğer ellerinde tatlı sözlerini iyice ballandırsın diye baklavalar, çocuklarının ağzına tuttukları megafonlardan yayılan ahlak, huzur, namus, şeref sözleriyle Avcılar’ın pek de sakin görünmeyen sakinleri ‘demokratik haklarını’ aynı sitede oturdukları transları kovmak için kullandı. Namus için öldürülen kendileriymiş gibi mazbut aile babaları ‘Namus için ölürüz, gerekirse canımızı veririz’ sloganları attı. Şehrin giderek genişleyen çeperlerinin her daim en ucuna sürülen, kurdukları en ufak grup bile dağıtılarak, yalnızca ‘vatandaşlara’ sunulan güvenlik hizmetlerine karşı birbirlerine göz kulak olmalarına bile müsade edilmeyen, yıkıldı yıkılacak binaların çatlaklarına sıkışmış trans bireyler, İstanbul’un her köşesinden gelen desteğin de yardımıyla bir günü daha atlatmış gibi görünüyor. Şimdilik… Arkası önümüzdeki cumartesi toplanma sözü veren mahallelinin performansına kalmış.
Aslında 1996’da Ülker Sokak’ta yaşanan olayların reenkarnasyonu bu medya destekli ‘mahalle-polis elele, hep beraber çocuklarımız için temiz bir ahlaka’ şovlarının ne ilk ne son örneği. Sokaklardan geceyarıları tazyikli sularla temizlenip, son kalıntıları da mazgallardan şehrin yeraltına süpürülmeye çalışılan ikiyüzlülüğümüz, yakmak istediklerimizin küllerinden her gün yeniden doğuyor. Ucuza üçer beşer tane kapattığımız evlerin üzerine çıkılan katlarla birlikte…
Ülker Sokak’ta, Ankara Eryaman’da, Şişli’de, Tarlabaşı’nda tekrar tekrar yaşadığımız kabusun, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin, vicdani retçilerin, işçilerin, yoksulların, evsizlerin, deli dediklerimizin başka yerlerde, başka zamanlarda yaşadığına bu denli benzemesi tesadüf değil. Trajik ironi, dışlanmakta, ezilmekte ortaklaşan bu (aslında gerçek) çoğunluğun, ‘genel ahlak’ şemsiyesi altında demir bir yumruğa dönüşen ataerkil, militarist, milliyetçi, kapitalist, heteroseksist iktidar kavramının karşısında ortak bir politika üretmekte bu denli zorlanması. Günlük olaylara verilecek anlık ve acil tepkilerin bir adım ötesini konuşmaya başladığımız anda, kendimizi ve birbirimizi hapsettiğimiz odaların dışına çıkmaktaki gönülsüzlüğümüz. Örneğin sıranın bir türlü seks işçilerinin can güvenliğini, iş güvenliğini, sağlık hizmetlerinden zorlama olmadan ücretsiz yararlanmalarını, isteyenlerin başka işlerde istihdam edilmesini sağlayacak önlemlere gelmemesi. Erkekliği temsil eden ne varsa baş tacı edilen bu alanda, avcı gibi peşlerine gizli kameralarla düşülen, toplumun bütün ikiyüzlülüğünün yükünü sırtlanmak zorunda bırakılan seks işçilerinin suçlu muamelesi görmesi. Televizyon programlarında bir itham gibi yüzlerine çarpılan ‘Fuhuş yapıyor musun?’ sorusu karşısında sessiz kalmalarına neden olan yalnızlık.
Pek çoğumuz farklı hassasiyetlerimiz nedeniyle bu konuların etrafından dolaşırken, ellerinde ‘Fuhuş istemiyoruz’ pankartlarıyla toplanan kalabalığın ortak düşman algısında ise tereddüte yer yok. Fuhuştan ‘sapıklığa’, uyuşturucuyla mücadeleden homofobiye/transfobiye geçişler pürüzsüz. Final ise görkemli: ‘PKK’yla mı mücadele edeceğiz, BUNLAR’la mı? BUNLAR’ı da alın askere’
Milliyetçiliğin, militarizmin ve cinsiyetçiliğin merkezinden selamlarımızla…