“Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi ölüsü şiddete uğramış, yası engellenmiş veya cenazesi gasp edilen çeşitli toplumsal kesimleri bir araya getirerek ölülere yönelik uygulanan katmanlı şiddetin kamusal alanda konuşulması, bu şiddetin nedenlerinin ortaya çıkarılması ve nihai olarak bu şiddetin son bulması için mücadele bağlarının ve dayanışma ağlarının kurulması için bir araya geldi.”
Türkiye’de ölülere farklı yöntemlerle fiziki ve sembolik şiddet uygulanmasına karşı oluşturulan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nden Aslı Zengin, inisiyatifin kuruluş amacını kısaca böyle özetliyor. İnisiyatif, 8-9 Ekim tarihlerinde İstanbul Şişli Nazım Hikmet Kültür Evi’nde bir konferans düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin kuruluş amacını, neler yaptığını, Türkiye’de ölülere, mezarlıklara ve farklı grupların kutsallarına yapılan saldırıların niteliğini ve daha fazlasını öğrenmek için sözü antropolog ve akademisyen Aslı Zengin ve TJA (Tevgera Jinên Azad/Özgür Kadın Hareketi) aktivisti Mekiye Ormancı’ya bırakıyoruz.
“Ölüye saygı”dan tam olarak kastettiğiniz nedir? Ölen bir kimsenin cenazesine saldırılmaması mı? Ya da en basit haliyle, cenazesine veya cenaze törenine bir saldırı olmadan cansız bedenin gömülmesi mi?
Aslı: Hem söyledikleriniz, hem de daha fazlası. Saygıdan kastımızı anlatabilmek için önce ölüye saygısızlıktan ne anladığımızı ifade etmemiz gerekir. Ölüye saygısızlık derken hem cenazeye ve yakınlarına yapılan saldırıları, hem de yas tutma biçim ve pratiklerine getirilen yasak ve engelleri kastediyoruz. Konferansın açılış metninde bu şiddetin aldığı biçimlere dair şu örnekleri verdik: çatışmalarda hayatını kaybedenlerin alınmayan ve uzun süre morglarda bekletilen Kürt cenazeleri; aylarca çıkmayan DNA test sonuçları; sahipsiz olmadığı halde kimsesizler mezarlığına defnedilen Kürtler, lubunyalar ve ‘namus’ adına katledilen kadınlar; defin tören ve dini vecibelere getirilen yasaklar; cenazelerin peşine düşenlere açılan soruşturmalar; ibadet yerlerinden dışlanan cenazeler; tahrip edilen mezarlıklar; üzerine park, AVM ve hatta tuvalet yapılan Ermeni mezarlıkları; hetero-ataerkil sistemin ve ailelerin reddettiği cenazeler; arkadaşının, yoldaşının ve sevgilisinin ölüsüne sahip çıkmayı engelleyen yasalar ve hetero-ataerkil aile düzeni ve sahipsiz kalan mülteci cenazeleri. Ölüye ve yasa dair elimizde olan maddi, manevi ve sembolik kaynakların insanlara eşit şekilde dağıtılmadığını gösteren çok fazla örnek var. Dolayısıyla ölüye saygı demek bu kaynakların eşit dağılımını talep etmek, ölüye ve yakınlarına cenaze ve yas hakkını teslim etmek, yani bu toplum ve coğrafyada ölülerimize yer açma talebiyle ortaya çıkmak demek.
Bu aşamada “Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi” nasıl bir rol üstleniyor? İnisiyatifin nasıl bir misyonu var?
Mekiye: Biz inisiyatif olarak iki yıla yakındır ihtiyaca göre bilinç yükseltme çalışmaları adı altında sekiz panel ve yine ihtiyaca göre toplantılar aldık. Bu kapsamda nasıl bir rol ve misyon üstlendik ya da üstleneceğiz tartışmaları hâlâ devam ederken, bu konunun çok önemli tarihsel bir boyutunun da olduğunu biliyoruz. Tarihsel boyutu Ermenilere, Süryanilere, Ezidilere ve Yahudilere yönelen şiddeti kapsıyor. Güncel boyutu ise Türkiye toplumunda Kürtlere, Kadınlara, Alevilere, LGBTİ+lara, mültecilere yöneleni. Ölülere yönelik şiddetin hem tarihsel hem de güncel bağlamda nasıl ele alınacağı tartışmaları devam ederken –ve çok kapsamlı olduğu için– özellikle konferans birleşimindeki önerileri göz önünde bulundurarak kurumlaşma hedefimiz var.
Aslı: İnisiyatif ölüsü şiddete uğramış, yası engellenmiş veya cenazesi gasp edilen çeşitli toplumsal kesimleri bir araya getirerek ölülere yönelik uygulanan katmanlı şiddetin kamusal alanda konuşulması, bu şiddetin nedenlerinin ortaya çıkarılması ve nihai olarak bu şiddetin son bulması için mücadele bağlarının ve dayanışma ağlarının kurulması için bir araya geldi. Elbette farklı toplumsal kesimlerin ölü bedenlerine reva görülen şiddet ve eziyetin özgün yanları var ve çalışmalarımızda bunu bertaraf etmemek için büyük çaba gösteriyoruz. Öte yandan bizi ortaklaştıran alanları beraber düşünüp örerek ortak mücadele etmenin imkanlarını yaratmaya çalışıyoruz. Ölülerden öğrendiğimiz çok şey var. Bunlardan en önemlisi ise barış, demokrasi ve özgürlük mücadelemizin birbirimizin ölüsüne yer açmadan ve onlar için yas ve hafıza alanı kurmadan gerçekleşemeyeceği.
Dünyada başka örnekleri var mı bu tür oluşumların?
Aslı: Ölüm ve kayıplar üzerinden örgütlenen çeşitli hareketler, kurumlar ve dernekler var; ama genelde bu oluşumlar tek bir halkın veya toplumsal kesimin ölüleri üzerinden örgütleniyor. Halkları ve ayrımcılığa uğrayan çeşitli toplumsal kesimleri bir araya getirerek ölüm ve yas üzerinden örgütlenen başka bir oluşum duymadım. En azından ben bilmiyorum.
Gömülmesine izin verilmeyen cenazeler, poşetle verilen kemikler gibi pratikler varken ölüye saygı duyulmasını sağlamanın araçları nedir, ne olabilir?
Mekiye: Başta şunu belirteyim: Ezenler, tarih boyunca makbul görmedikleri ve kendi sistemlerine karşı tehlikeli olarak gördükleri bütün ötekilerin ölü bedenlerine yönelik şiddet politikası uygulamıştır. Bu uygulamalara karşı verilmesi gereken en önemli tepki, bir bilincin açığa çıkmasıyla mümkün. Şimdiye kadar Türkiye’de ölülere yönelik yürütülen siyaset ve politikalar kamuoyunu gündemine yeterince yer almadı ya da münferit olay gibi ele alındı. Bu da uygulanan politikaya karşı yeterince araç sağlayamadı. En önemli araç bu politikaya karşı itirazı örgütlemek, politika geliştirmek, bir söylem geliştirmek, onun dilini oluşturmak, sivil toplum alanında yer açmak ve mücadeleyi büyütmek olacaktır.
Yaşayana saygıyla, ölüye saygı arasında nasıl bir ilişki var? Toplumsal olarak nasıl bir dönüşüm sağlıyor bu saygı talebi?
Aslı: İnsan, kaybı üzerinden anlam ve değer üreterek, ölüsünü yaşamına katan ve kazıyan bir varlık. İnsan ölüsü için sembolik dünyalar kurar, hafıza mekanları yaratır ve yasın toplumsal mimarisini inşa eder. Bunun için ölüsünü gömer, mezar taşı diker, o mezar taşına hikâyesini yazar. Ya da ölüsünü yakar, küllerini saklar veya o külleri dünyaya savurur. Yasın aldığı toplumsal ve kültürel biçimleri daha da çoğaltabiliriz. Burada önemli olan ölülerin aslında hayatımızın ne kadar önemli bir parçası oldukları, hayatımızı kurup çoğaltmaya devam eden rollerinin olduklarına ve hâlâ aramızda başka biçimlerde bulunduklarına vurgu yapmak. Toplumsal hayatı kurmamızda, dünyada kendimize ve kendimizi ait hissettiğimiz topluluklara yer bulmamızda ölülerimiz büyük rol oynuyor. Ölülerimize sahip çıkmak aynı zamanda geleceğe dair de bir mücadeleyi mümkün kılıyor çünkü ölüyü sahiplenmek ve hatırlamak aslında geride kalıp yaşamaya devam edenlerin birbirini bulması, birbirine bakması ve sahip çıkmasına dair bir çabayı ortaya çıkarıyor. Ölüye sahip çıkmak aslında aynı zamanda hayatın ta kendisine sahip çıkmak.
Yası tutulabilir olanlar ve olmayanlar olarak toplum ölümde de ikiye ayrılıyor muhakkak. Buradaki temel dinamik nedir?
Mekiye: Siyaset biraz da kimin, nasıl ve ne için öldüğü, kimin yaşamayı hak ettiği kadar, kimin ölüsünün değerli olduğu ve kamusal alanda yasının tutulup tutulmamasıdır. Türkiye’nin yakın tarihine bakmak bile kimlerin yasları tutulabilir, kimlerin yası tutulmazı bize açık bir şekilde gösteriyor. Örnek olarak, eylemleriyle her cumartesi günü yarım kalan yaslarının hakkını talep eden çağdaş Antigoneler’e, Cumartesi Anneleri’ne bakmak bile bize pratik ve eylemleriyle cevap veriyor (Sol sosyalist hareket ve daha çok Kürtler). Devletle ve onun sistemiyle mücadele edenlerin hepsinin yas haklarının ellerinden alındığını görüyoruz. Yasın yasaklanması en büyük cezadır. Ölümü karşılayamaz ve o acıyı doğal seyrinde yaşayamazsanız, yaşamın olağan akışına katılmanız imkânsızlaşır. Yas tutulmadığında bu süreç askıda kalır. Yasın yasaklanması hem mücadele etmeyi gerektirmiş hem de yaşayanların şahsında ciddi travmalara yol açmıştır. Cumartesi Anneleri özelinde, bir toplumun 30 yıldır yasta olduğunu görebiliyoruz. Buradan bile ele alındığında nasıl bir şiddet biçimine evirildiğini görebiliyoruz. Bu şiddet süreklileşmiş ve şiddeti aşmış bir noktada.
Aslı: Buradaki temel dinamik egemen olan toplumsal normun tam olarak neresine düştüğümüze bağlı. İçinde miyiz, dışında mıyız, kıyısında mıyız gibi konumlar ölüm sonrası toplumsallıkta ya da diğer bir deyişle toplumsal yas ve hafıza dünyalarında pay sahibi olabilmenin de koşulunu oluşturuyor. Türkiye’de devlet, hetero-ataerkil aile yapısı ve Sünni İslam’ın kurumsallaşmış hakim yorumlarının ittifakı yas çerçevesine dair bir egemenlik kuruyor ve ona göre değer ve pratikler belirliyor. Din, mezhep, etnik kimlik, cinsiyet kimliği ve cinsellik açısından hakim toplumsal kabullerin dışına düşen ölüm ve yas süreçleri toplumsal konumlarına göre şiddet, ayrımcılık, dışlanma ve inkar görebiliyor.
Şunu da belirtmek önemli: Şüphesiz Türkiye’de her ölüsünü yıkayan ve ölüsünün yasını tutan insan bunu dini inanç beklentileri ve kuralları doğrultusunda yapmıyor. Hatta imam eşliğinde camide yapılan her cenaze töreni illa dini saikle yapılmak zorunda değil. Bunu kati bir şekilde Müslümanlıktan ötürü yapmayan da bir sürü insan var. Yıkama, kefenlenme ve toprağa defnetme merasimi Türkiye’de kültürel olarak egemen olan cenaze ve yas anlayışına tekabül ediyor. İnsanların kolektif bir şekilde yasını tutabildikleri, yasın ve kaybın görünür ve tanınır olduğu, toplum nazarında kabul, şefkat, saygı ve anlayış gördüğü yegane alanlardan birisi. Dolayısıyla Müslüman cenaze ve yas tutma çerçevesi içerisinde sekülerlerin, ateistlerin ve deistlerin cenazelerinin kılındığına rastlamak da mümkün. Aile mensupları ve ölünün yakınları bu tören çerçevesine katılıp onun gerektirdiği işlemleri yaparken ölüye karşı yerine getirilmesi gereken toplumsal ve ailevi göreve sahip çıkıyorlar. Böylece merhuma topluca veda etme şansı buluyorlar. Ama bu egemen cenaze ve yas çerçevesinden aynı aile kurumu tarafından dışlanan bir sürü insan var. Bunun en sert örneklerine özellikle toplumsal cinsiyet ve cinsellik düzeninin ayarlarını bozan lubunya, seks işçisi ve ahlaksızlıkla yaftalanan kadınların cenazelerinde rastlayabiliyoruz.
Ölülere dahi yönelen öfke ve düşmanlıkla ilgili: Bir kimsenin cenazesine yönelen saldırıda nasıl bir toplumsal anlaşma sağlanıyor? Belli ki “toplumun yüzde 90’ının Müslüman olması” burada geçerli bir argüman değil artık. Siz ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?
Aslı: Sorunuz aklıma başka bir soruyu getiriyor: Fiziksel ölümde öl(e)meyen, hâlâ yaşamaya devam eden ve dolayısıyla yeniden öldürülmeye veya yok edilmeye çalışılan şey nedir? Cevap ölen kişinin ait olduğu topluluğun yaşamıyla, onun anlam dünyasıyla, sembolik haritaları ve kutsallarıyla yakından ilişkili. Egemenler – bunun içinde devlet, hetero-ataerkil aile, din ve milliyetçi muhafazakar toplumsal kesimi beraber anıyorum – ötekileştirdikleri toplumsal grupların ölülerine uyguladıkları şiddet ve dışlama aracılığıyla o topluluklara ölümün ötesinde bir ceza vermiş olurlar. Toplulukların ölüleriyle olan ilişkilerini tahrip ederek onları zehirlerler. Böylelikle insanların ruhsal, kutsal veya inanç dünyalarıyla ilişkilerine saldırarak o alanı yeniden biçimlendirmeye veya yıkmaya sebep olurlar. Buradan ölümün bir sınır veya son olmadığını, nihai bir durak olmadığını anlıyoruz. Ölüye yapılan şiddet ötekinin gündelik hayatında yaşadığı terörün ve travmanın sürekliliğini sağlıyor. Egemenler yok etmeye çalıştıkları halkların veya toplulukların ölü bedenlerine anlam ve değer atfedilmesini engellemek için bütün olanaklarını kullanıyorlar. Böylelikle, ölüleri ait oldukları halklardan ve topluluklardan ayrı tutmaya çabalayarak hem politik hem de sembolik anlamda çok daha fazla kişiyi öldürmüş oluyorlar.
Cenazesine saygısızlık yapılan ölülere baktığımızda genel olarak her birinin ayrı bir temsili olduğunu görüyorum. Siz buna katılıyor musunuz? Kimlerin gömülmesine dahi karışılıyor?
Mekiye: Evet katılıyorum. Doğal toplum süreçlerine baktığımızda, toplumlar ölüme ve ölüye çok büyük anlamlar biçmişlerdir. Ayin ve yas tutma adetleri her toplumun kendine göre anlam biçmeleri mevcuttur. Tek tanrılı dinlerden tutalım, doğal toplulukların ayinlerine kadar hepsi ritüelleri ayrı olsa da, bir ölüm bitiş anı değildir. Fiziki olarak bir bitiş ama kendi varlığını başka biçimlerde devam etmesidir. “Ruha biçilen anlam üzerine bir sonsuzluk atfetmek” bu cümle çok çarpıcı değil mi? İslamiyet’e göre perşembe günleri evlerden ölü yemeği tabaklara konulup fakir bir eve verilir. Buna benzer başka yaklaşımlar da mevcut. Bir diğer örnek de, paganların ölüm dansında canlıların ve ölülerin birbiriyle buluşmasıdır. Egemenler kendini kurumlaştırdıkça, ölüm hakkını kendi tekellerine aldılar ve tarih boyunca bir yaptırım aracına dönüştürdüler. Egemenler, düşman olarak gördüğü herkesi ceza hukukunu devreye koyarak bu şiddet biçimini uyguluyor.
Öteki diye tabir edilen onun sistemini ‘tek’liklerine oluşturduğu normlara sığmayanlardır. Yakın süreçte ölüm üzerinde uygulanan şiddet biçimlerine baktığımızda öteki diye tabir edilen bu kimlikler ve aidiyetlerin hepsinin toplumda karşılığı var. Bu kimlikler ve aidiyetlerden bazıları: Gerilla Ekin Wan, Sol-Sosyalist Aziz Güler, Hasan Ferit Gedik, Alevi Günay Aslan, Hatun Tuğluk, Şemse Allak, Amina Demirtaş, LGBTİ+’lar Esra Ateş, Dora Özer ve daha isimlerini yazamadığımız nice insan var. Tarihe baktığımızda Şeyh Bedrettin, Şeyh Sait, Seyid Rıza ve niceleri sistemin makbul olmayanlar grubuna giriyor. Bütün bu kimlikler üzerinden topluma mesaj veriliyor.
Temsili olmayanlardan biri kimsesizler. Aslı, özellikle sizin Kimsesizler Mezarlıkları ile ilgili çalışmalarınıza denk geliyorum. Buradan hareketle “kimsesiz” ne demek ve bu mezarlıklar toplumsal belleğimizde nasıl bir yere sahip? Bir kimsenin “kimsesizler mezarlığı”na gömülmesi ne anlama geliyor?
Aslı: Kimsesizlik Türkiye’nin siyasi ve toplumsal coğrafyasında o kadar çok kişiye, konuma ve hikayeye konuşan bir kavram ki! Kimi kimsesi olmamanın ilk akla gelen tanımı aile ve akrabalık bağlarından yoksun veya kovulmuş olmak. Ama bunun dışında kimsesizliğin aldığı başka anlamlar da var: yoksulluk, garibanlık, terk edilmişlik, aidiyetsizlik, topraksızlık, yersiz yurtsuzluk, evsizlik veya öksüz ve yetim olmakla da yakından ilişkilendirilen bir durum. Örneğin, Türkiye’de kuirler, translar, bekar kadınlar, azınlıklaştırılan gayrimüslim gruplar, yoksullar, emekçiler ve devlete karşı çıkan direnişçiler toplum ve devlet tarafından kanıksanan egemen değer ve yasalara göre yer yer bu kimsesizlik halini yaşamak durumunda bırakılabiliyorlar. Dolayısıyla kimsesizlik aslında kimsesizleştirilme süreçleri ve bu süreçleri yaratan koşullar ve araçlarla anlaşılabilecek bir konum. Yani kimsesizlik etnik, dini, mezhebi ve sınıfsal olduğu kadar aynı zamanda cinsel ve cinsi farklılıklar etrafında şekillenen bir toplumsal ve siyasi çeper hikayesi anlatıyor.
Kimsesizler mezarlığı ise bu hikayelerin maddiyata kavuştuğu mimari bir düzenleme ve yapılaşma. Yaşamı ihlâl anlamı taşıyan, egemen çerçevelere sığmayan ya da bu çerçeveleri bozan insanların bir arada yattığı ve kimsesizleştirildiği bir topoğrafya. Bu mezarlık bizlere yaşamı oluşturan şiddet, iktidar ve egemenlik ilişkilerinin ölümle ve toplumsal öbür dünyalarla (social afterlives) girdiği ilişki biçimlerine dair çok şey anlatıyor. Mezarlığın kendisi ölen kişiyi egemen toplumsal harita ve manalardan silme çabası güdüyor. Bildiğimiz üzere normalde bir mezar taşının üzerinde ölen kişiye ait kişisel bilgileri okuyabiliriz. Mezar taşına kazınmış bu bilgiler aslında bize ölen kişinin ait olduğu ilişkiler ağının hikayesini anlatır. Tabii önemli bir koşulla: Bu bağların egemen toplumsal kodlarca kabul görmüş ve tanınmış olması gerekiyor. Bahsettiğimiz bağlar ve yakınlıklar olmadan ya da tanınmadan ölen kişinin ismi ve cismi kamusal bir ize, hayatın sosyal topografyalarında bir konuma işaret edebilme kapasitesini kaybediyor. Kimsesizler mezarlığındaki mezar taşlarında sadece rakamları görüyoruz. Böylece ölen kişinin hüviyeti rakam vasıtasıyla silinip soyut bir işarete dönüşüyor.
Savaşlarda ölen kadınlara yönelen saldırıyı nasıl değerlendiriyorsunuz? Mekiye, özellikle sizin çalışma alanınız bu: Devlet neden artık onunla savaşamayacak birine saldırmaya devam ediyor?
Mekiye: Ölülere yönelik yürütülen çok boyutlu saldırının bir boyutu da toplumsal cinsiyetçilik. Çoğu zaman bu şiddet biçimi görünmez olsa da cenazelere yönelik saldırıların kadın düşmanlığı ekseni oldukça belirgin. Erkek egemen sistemin oluşturduğu zihniyet ve onun normları kadının dirisine de ölüsüne de bu normlar üzerinden yaklaşıyor. Sayısız normları mevcut ama en önemlisi “Mülk” normunun oluşturduğu zihniyet.
Antropolog Veena Das, tüm savaşların özellikle etnik gruplar arası cereyan eden iç savaşların kadın bedeni üzerinden gerçekleştiğini söylüyor. Savaşlar nasıl ki bir toprağı ve alanları işgal etme, fethetme zihniyetini taşıyor ve nasıl ki karşıdakini yok etme üzerinden kendini kuruyorsa, kadına ve kadın bedenine de birebir aynı şekilde yaklaşıyor demektedir.
Kadın bedeni burada birilerinin mülkü, malı gibi ele alınıyor. Bu norm, tarihten günümüze, felsefeden tutalım tek tanrılı dinlere kadar kadını tanımlama biçimlerinden kaynağını almaktadır. Tarih boyunca kadın, hep birilerinin mülkü olmuştur. Kadın başta devletin, daha sonra toplumun ve ailenin malı mülküdür. Bu anlayışla savaşlarda topraktan önce canlı ya da ölü olarak ilk fethedilmesi gereken varlık kadın oluyor. Savaşlarda kadın bedeni üzerinden diğer grubun erkekleri cezalandırılır. Kadının namusu etnik kimliği saflığının yapı taşı görüldüğünden, erkeklere karşı yürütülen savaşlarda kadınlara karşı taciz, tecavüz aynı anda kadınları, erkekleri ve tüm toplumu cezalandırmanın, aşağılamanın yolu haline gelir. Toplumda da böyle namus cinayeti adı altında öldürülen kadınların hepsi bu anlayışın sonucudur, çünkü kadın kendisi değildir. Türkiye’de Kürt kadın gerilla cenazelerine uygulanan şiddet, bu anlayıştan kaynağını almaktadır. Ekin Wan şahsında gelişen münferit bir uygulama değildir. 90’larda bu şiddet biçimi en yüksek noktadan yaşanmaktaydı. Uzuvların kesilmesi, tecavüz, kadınların soyularak bedenlerinin teşhir edilmesi, meme uçların kesilmesi, erkekli kadınlı toplu gömülme biçimleri vb.
Savaşı karşı tarafın fiziki kapasitesinin yok edilmesi olarak algıladığımızda ölülere yönelik uygulanan vahşetin anlaşılması da güçleşir. Oysa kazanmak sadece fiziki ölümle ilgili olmadığı gibi şiddet de sadece canlı bedenlere yönelik değildir. Gelenekler, hafıza ve ritüellere yönelik kıyım, şiddet her zaman savaşı; özellikle isyanı bastırmanın bir parçasıdır. Egemenlerin öldürmek istediği isyan eden bedenler değildir, isyan edenin etrafında şekillenecek olan toplum ve topluma ait süreklilik duygusudur. İsyan edenin ölümü kamusal anlam kazanmamalı ve öldürülen bedenler etrafında alternatif bir hafıza oluşmamalıdır.
Bir de toplumsal hiyerarşide en aşağıda konumlandırılanlar var. Özellikle mülteciler ve translar. Bu iki grubun cenaze ritüelleri ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Yine aynı şekilde, özellikle transların cenazelerine devlet ve din yetkilileri tarafından çokça müdahale olduğunu biliyoruz.
Aslı: Aslında birincil ve en önemli müdahale hetero-ataerkil kan bağı ailesi tarafından gerçekleşiyor. Eğer kan bağı ailesi trans çocuğunun cenazesine sahip çıkarsa, devlet ve dini otoriteler işi yokuşa sürmeye kalkışsa bile nihayetinde ailenin verdiği karara uymak zorunda kalıyorlar. Çünkü hem yasa hem de dini hükümler ölü bedene olan hakkı öncelikle cenazeyle kan bağı olan kişilere teslim ediyor. Yani devlet, din ve aile arasında kurulan bir yakınlık ittifakı var ve bu ittifak medeni kanun yoluyla sabitlenmiş durumda. Tam da bu ittifakın kendisi transları ölüm esnasında bir kez daha öldürebiliyor. Mesela, hayatını kan bağı ailesi tarafından reddedilmiş olarak yaşamak zorunda kalan bir sürü trans var. Bu durum ölüm esnasında da devam edebiliyor ve aileler trans çocuklarının cenazelerine sahip çıkmayıp onları reddedebiliyor. Öte yandan transların ve kuirlerin elbette seçilmiş aileleri, başka yakınlık bağları, toplumsal grupları ve dayanışma ve mücadele ağları var. Türkiye LGBTİ+ tarihinde lubunyalar trans cenazelerine defalarca sahip çıkıp toplumun kan bağı ailesinden beklediği rolleri kendileri gerçekleştirdiler. Fakat cenazelere sahip çıkmak her zaman o kadar kolay olmuyor. Kan bağı ailesinin lubunyalara engel olduğu durumlar da yaşandı. Devletten çocuklarının kimsesizler mezarlığına gömülmesini isteyen aileler oldu. Egemen yakınlık ilişkileri sadece kan bağı üzerinden tanımlandığı için, toplumsal grup aidiyetlerine veya sevgililik, arkadaşlık, yoldaşlık gibi başka yakınlık biçimlerine yasal haklar tanınmadığı için lubunyalar ve ailesi tarafından ‘namus’ uğruna katledilen kadınların cenazeleri sahipsiz kalıp kimsesizleştirilebiliyor.
Ailenin izin verdiği durumlarda ise dini otoriteler ve devlet yetkilileri transların arkadaş ve yoldaşlarına cinsiyet kimliği konusunda sorun çıkarabiliyor. Mesela trans bir kadını erkek ya da trans bir erkeği kadın olarak gömmekte ve cenaze merasimini ona uygun düzenlemekte ısrar edebiliyorlar. Dolayısıyla ölüm ve yasın kendisi bir mücadele alanına dönüşüyor. Yine aynı şekilde kan bağı ailesinden veya akraba çevresinden yakınını kaybetmiş bir lubunya, aile evinden ve kolektif yas süreçlerinden dışlanabiliyor. Kaybının haberini alması bazen ayları, hatta yılları bile bulabiliyor. Yani sadece yası tutulamayan lubunyalardan değil, yas tutma hakkı elinden alınan lubunyalardan da bahsetmemiz gerekiyor.
Mülteciler özelinde de durum içler acısı olabiliyor. Kimliği tespit edilemeyen mültecilerin cenazeleri adli tıbbın morgunda haftalarca bekletildikten sonra eğer sahip çıkan olmazsa kimsesizler mezarlığına defnediliyor. Öte yandan Akdeniz’de ve Ege’de boğularak ölen, ölü bedenine ulaşılamayan, dolayısıyla mezarı bile olmayan binlerce cenaze var. Ya da kıyıya vuran ölü bedenlerin artık tanınamayacak olduğu korkunç bir sürü hikâye var. Ayrımcı ve ırkçı sınır politikaları, savaşlar, sömürge teknikleri ve kapitalizmin sınır coğrafyalarında geliştirdiği rant ve sömürü ekonomileri daha iyi bir yaşam uğruna korkunç riskler alan binlerce insanı vahşice kıyıp geçiyor, onların cenaze ve yas haklarını ellerinden alabiliyor. Tabi bir de mülteci lubunyaları unutmamamız gerekiyor. Onlar ise tüm bu şiddet biçimlerini katmanlı ve daha yoğun bir şekilde yaşıyorlar.
Son olarak, inisiyatifin sonraki işleri/adımları ne olacak?
Aslı: Daha fazla insana ulaşarak inisiyatife daha geniş bir katılım sağlamak istiyoruz. Sesi şu ana kadar daha cılız kalmış farklı kesimlerden insanlarla beraber yol almayı amaçlıyoruz. Kendi adıma feminist, kuir, trans ve mülteci çevrelerinden daha fazla insanın bizimle beraber emek ve mücadele vermesini çok önemsiyorum çünkü o alanda bayağı eksik olduğumuzu düşünüyorum. İlerleyen süreçte dernekleşme faaliyetlerine girişmeyi düşünüyoruz fakat henüz bunun hangi biçimde olacağına karar vermedik. Bu halihazırda sürdürdüğümüz bir diyalog. O yüzden de konferansın son etkinliğini açık forum olarak düzenleyip bu inisiyatifle ilgili duyguları, düşünceleri, önerileri ve eleştirileri dinledik. Büyük bir beklenti oluşturduğumuzun farkındayız ve bu beklentilerin ne kadarını karşılayabileceğimiz konusunda detaylı bir değerlendirme yaparak yolumuza devam edeceğiz.
Ana görsel: İsimsiz, Gunther Uecker ve Rolf Schroeter.