Geçen hafta metroda gözüm ister istemez yanında oturduğum kırkbeş elli yaşlarındaki adamın elindeki e-okuyucuya daldı. Ekranda kitap adı, yazar adı yoktu ama sayfayı hızlıca şöyle bir tarayınca bu gizemli eserde tam altı kez “derin, dalarak bakma” anlamı taşıyan “gaze” fiilinin kullanıldığını farkettim. Romanın sadece iki-üç sayfasında karakterlerin beş altı kez sağa sola dalarak bakması için ya hepsinin tavuk, ya da naneli likörünü kaçırmış olmaları lazım. “Bu ne biçim roman yav, akvaryumda mı geçiyor?” diye düşünürken kafama birden dank etti: Koskoca adam ortalığı birbirine katan, kelime çeşitliliğinin darlığıyla dalga geçildiğini hep duyduğum Grinin Elli Tonu’nu okuyordu. Adamın suratına kitapta ne aradığını, ne bulduğunu anlamak amacıyla baktım, baktım, baktım…
Fan fiction, yani yöresel dansa benzeyen Türkçe çevirisiyle Hayran Uydurması, kabaca şöyle bir şey: Bir romanın ya da kitap serisinin hayranları yazarın sunduğu kurgu dünyaya endişe verici biçimde bağlanıp internet forumlarında metne alternatif ya da devam niteliğinde şeyler yazıyorlar. Romanda göremedikleri bir aşk hikayesi varsa, oturup kendileri uyduruyorlar. Sevdikleri karakterleri ölümden geri getiriyorlar, olmadık karakterler arasında –belki de yaratıcısını kederden kurutacak biçimde- seks senaryoları yazıyorlar. Resimler, videolar hazırlıyorlar. Hayranlık ve bağlılık duydukları bu evrene sadece seyirci kalmayıp, bir katılımcı olarak müdahil oluyorlar. Harry Potter sevenleriniz asabi müdire Profesör McGonagall’la solgun prenses Lord Voldemort arasında bir elektriklenme olabileceğini düşünmemişti, ama herkes sizinle aynı fikirde değil:
Yaa, millet çalışıyor, sevdiğine sahip çıkıyor. Ama fan fiction ve Amazon Kindle, ipad gibi e-okuyucular el ele verip yayın dünyasını da sonsuza dek değiştirdiler mi? Acaba bu planda var mıydı? Bu aletler sayesinde önce “ciddi” olarak kabul ettiğimiz kağıda basılı yazına bakışımızı değiştirmemiz gerekti. Koskoca Shakespeare bile altın yaldızlı sayfalardan kalkıp elektronik mürekkeple Kindle’ların sinsi bedenine sıkıştı. Sonra toplum içinde kitap kapağı gösterme baskısı ortadan kalktı: Çantasında hava olsun diye elli kiloluk Goethe Bütün Eserleri taşıyan genç senelerdir çektiği ezadan vazgeçip boyun fıtığıyla yüzleşti. Sır tutan deri zarflarıyla “Chaucer mı, Tuna Kiremitçi mi?” oyununa izin veren e-okuyucular yaygınlaştıkça insanların okuma alışkanlıkları da özgürleşti, internet bazlı fan fiction eserleri de aynen kitaplar gibi cepte taşınır hale geldiler. Gökyüzü yarıldı, yapraklar titredi ve Twilight serisi doğru.
Debdebeli hayatına fan fiction forumlarında başlayan Twilight serisi, yazar Stephenie Meyer’ın Mormon inancının tutucu yankılarını sayfalara mıhladığı, artık hepimizin haberdar olduğu bir vampir hikayesi. Forumlardan yayınevlerine geçiş sürecinde kaliteyi yükseltmesi hiç gerekmedi, olduğu gibi kaldı. Toplamda on beş kelimelik bir anlatım çerçevesi, oda kadar hayalgücüyle gövdesinden bir sürü kitabı çıkardı, milyonlar sattı, film oldu. Ölümsüzlüğün ve gerizekalılığın büyülü evliliğini kutlayan bu roman serisi, Ölümsüz Gerizekalılar isimli yeni bir janrı gülümseyerek muştuladı. Öyle kaideye binmiş kibirli saray cücesi gibi konuştuğuma bakmayın, üç sene kadar önce bütün seriyi tam iki günde bitirdim. Dört kitabı birden, affedersiniz, Word formatında bilgisayarıma indirmiş olduğumdan ve bu dokümanlarda kitapların her biri ortalama iki yüz sayfa olarak göründüğünden, kitapların Ytong tuğla gibi basılı hallerini görene kadar o haftasonunda iki bin sayfadan fazla okuduğum gerçeğiyle çok sonra yüzleştim. (Yani, KORSANA HAYIR arkadaşlar) Bugün, 2012 senesinde gözlerime yeterince bakarsanız o bitmek bilmeyen iki günah dolu gecenin çizik ve berelerini hala görebilirsiniz.
Twilight, ceset Cedric Diggory, ölümsüz bebek, tasasız kurtadam derken yayın dünyasında kimsenin seçimleri için yargılanmadığı başka türden bir ihtimale kapı aralandı. Okurlar da yazar kadar yazardılar, olabilirdiler. Herkes klavyesini yağlayıp ihtimalleri değerlendirdi: Severus Snape romantik bir Haziran gecesi Hagrid’le asansörde kalsa… Olamaz mı? Bedenen sonsuza dek onyedisinde zengin bir vampir yüz yaşını geçip bekaret tartışmasında bir santimcik ilerleyemese. Olamaz mı? İngiliz bir kadın aynı imkansız aşk senaryosunu sado-mazoşizm ve seks dolu bir kurguya oturtsa, olamaz mı? Milyonlar satamaz mı? Gelsin Grinin Elli Tonu.
“Yazar” yazarların nazından niyazından usanmış yayınevlerinin nefes nefese fanfiction minibüsüne tırmanmaları fazla sürmedi: Sonsuz malzeme, internette kendi kendini yazıyor çünkü. Üstelik sevildiği kanıtlanmış eserlerin devamı olarak. İyi olması bile gerekmiyor. Şahsen okumanın kendi içinde entelektüel bir aktivite olmadığını öğrendiğim gün, kitaplar için “Bunlar çöp! Bunların hepsi çöp!” şikayetini bırakmaya yemin ettim. Arada sırada hala insanı çıldırtacak şeyler piyasaya çıkıyor, tutamayıp kendi kendime söyleniyorum, sonra iyice sinirlenip “Mahvettiniz güzelim memleketi” gibi garip şeyler diyorum, sonra gidip suratıma su çarpıyorum, mesele çözülüyor. (Bunu en son son romanını “Başkahramanı Türbanlı Olan Roman” başlığıyla tanıtmakta bir sorun görmeyen Tuna Kiremitçi’nin harika röportajını okurken yaşadım. Kiremitçi röportajda Dick Tracy ceketi ve ailenin düzenbaz dayısı postürünü birleştirmiş, potansiyel okurlarına gülümsüyordu. Romanı egosunu çekmeceye saklayıp öyle yazmış, öyle diyordu. Kitapçıda gören olursa ne yapacağınızı biliyorsunuz) Ama demek istediğim şu, zevk ve seviye jandarmalığı, çoğunlukla insanın kendi endişelerinin tezahürü, kanıtlayacak bir şeyi olanların işi olmuyor mu genelde? Genç kızlara kafasız ve tembel olmayı öğütleyen bir kitabın çok satmasına içten içe üzülmeyecek değiliz tabii ama, herhalde bunun çaresi okuyanı kınamak değil, güzelini öne çıkarmak. İyi kitabın üzerine zaten uyduruk vampirin gölgesi, düşmez ki. (Burada aranızdan bir ses “Bi saniye, yalnız vampirlerin gölgesi olmaz zaten” diyor, arkalardan biri teybin düğmesine basıp Gırgıriye oyun havası çalana kadar dövüşüyoruz)
Kıymetli 5Harfli Feride’nin de harika bir değerlendirmesini yaptığı Grinin Elli Tonu da, aynen böyle, Twilight hayran forumlarından doğmuş. Genç bir kadınla yakışıklı, cesur fakat biraz güvenilmez bir iş adamının arasındaki seks dolu ilişkiyi anlatıyormuş. Hatta bir yerde okuduğuma göre eski versiyonlarında karakterlerin adı Twilight evrenindeki isimlermiş de, sonradan değiştirmişler. Düşününce saçmalık, ama yüzde yüz çalışmış. Benim derdim ölüm ve ölümsüzlükle olduğundan, Grinin Elli Tonu’nu okumadım. (Üstelik bir tane de değil Grinin Elli Tonu: Şangay Yangını, Grinin Elli Tonu: Eyvah Patronum Çıldırdı, Grinin Elli Tonu: Küçük Kampüste Büyük Bela gibi elli tane devamı var) Biz televizyondan devamlı ve tazyikle pompalanan duygusal ve fiziksel şiddete yatkın, kafeslenemeyen CEO erkek karakterlere acayip alışık bir neslin kadınlarıyız, bu paralı, kafadan kontak, has adam tipine daha önceden bir santimlik sabrım vardıysa bile bugün yok.
…o yüzden metroda Grinin Elli Tonu’nu okuyan adama baktım, baktım, baktım. Hayat kötü bir roman olmadığı için ne düşündüğünü hiç anlayamadım tabii ki. Eve gelince kendi e-okuyucumda Kafka’nın yanında sinsi sinsi küflenen astroloji fasikülünü hatırladım, internette Grinin Elli Tonu’ndan uyarlanarak piyasaya sürülen lisanslı seks oyuncaklarının haberini okudum. Sonra dünyaca ünlü astrolog Susan Miller’la bir hobiti evlendireceğim, tarafları altı kitap boyunca vampir kaynana tehdidiyle başbaşa bırakacağım, adımı milyonlara tanıtacak dünyaca ünlü roman serimi tasarlamaya başladım. E-okuyucumun pili “Doğru yoldasın,” dercesine minik bir göz kırpışla bitti. Çarklar dönüyor, dönüyordu…