Geçenlerde Agnés Varda’nın bir sözüyle karşılaştım: “Neşeli bir feminist olmak isterdim fakat çok öfkeliydim.” Geçtiğimiz 29 Mart yönetmenin vefatının birinci yılıydı. Bu cümleyi de otobiyografik filmi Agnés’in Plajları‘nda (Les plages d’Agnès, 2008), 60 ve 70’lerin Fransa’sında katıldığı başta kürtaj hakkını savunmak için ve şiddete karşı düzenlenen çeşitli feminist protestoları anarken sarfediyor. Varda’nın birçoğumuzda yankı bulduğunu sandığım bu sözü, feminist öfkeyi önce açık seçik fark ettiğim, ardından kendimdeki öfkeye döndüğüm, sonra da bu öfkenin dilde yankılanışı ve yarattığı gerçeklikler hakkında düşündüğüm uzun bir sürecin sonlarında karşıma çıktı. Nihayetinde beni boş bir word dökümanının karşısına oturttu.
Feminist öfkeye, yani kendini feminist olarak tanımlayan veya feminist düşünceyi açıkça savunan kadınlar ve her cinsel yönelimden insanın öfkesine nelerin sebep olduğu hakkında konuşmak değil niyetim. Zira bunlar fazlasıyla aşikâr. Beni asıl düşündüren konu, öfkeyle nasıl baş ettiğimiz ve öfkemizi ifade ederken yaratıyor olabileceğimiz olası bireysel ve toplumsal tahribatlar. Bu konuyu odağıma taşıyan ise kadın cinayetleri, eşitsiz maaşlar, ahlak-ahlaksızlık veya dildeki gizli cinsiyetçilikler gibi birçok konu başlığında en hararetli yorum ve tartışmaların yapıldığı Twitter oldu. Okuduğum tweetlerde öfkeyi görüyorum, hissediyorum, o öfkenin uzantılarını kendi içimde buluyorum. Bu duygudaşlığın çoşkusundan çabuk çıkabilirsem kendimi başka sorularla karşı karşıya buluyorum: İfade ve eylemin ardından öfkeye ne oluyor? Öfkenin ifadesi onu nasıl iyileştiriyor veya yeniden üretiyor mu? Öfke büyüyor mu yoksa sağaltılıyor mu? Ruhumuzda ve yaşamımızda nelere yol açıyor? Enerji yoktan var ve vardan yok edilemiyorsa öfkeyi neye dönüştürüyoruz?
Kurtlarla Koşan Kadınlar’da Clarissa Pinkola Estes “Sorular, psişenin gizli kapılarının dönerek açılmasını sağlayan anahtarlardır” diyor. Kendi öfkemizin peşinden gidip, ona bazı sorular sormak belki iç dünyanın iyileşmesine yardım ederek dış dünyayı şifalandırmakta olan feminizme katkı sunabilir. Bu sorular üzerine düşünürken amacım ne çeşitli travmalarla baş etme reçeteleri yazmak, ne farklı feminist ifadeleri ve aktivizm anlayışlarını eleştirmek, ne daha doğru (!) feminizmler dikte etmek ne de feminizmin toplum nezdindeki algısı hakkında endişelenmek. Burada feminizmi her birimizin çok özel ve biricik hayat yolculuğunda bir araç, bir gelişim, ilerleme ve şifalanma aracı olarak düşünmek istiyorum.
Sarah Ahmed, “Living a Feminist Life” kitabına feminizm sözcüğünün aklına getirdiklerini sıraladığı kısa bir beyin fırtınasıyla başlıyor ve şöyle diyor: “[Feminizm] akla patırtılı reddedişleri ve başkaldırıları getirdiği kadar bizi eksilten şeylere tutunmamakla mümkün olabilecek sessiz yolları da getiriyor.”* Feminizmin en az dışarıdaki kadar çetin olan içerideki mücadelesinin altını çizen bu tanımda özgür iradeye yapılan çok önemli bir vurgu buluyorum. Travmaya, öfkeye, acıya, değersizlik hislerine tutunmamayı seçmek. Katıldığım bir felsefe atölyesinde sınıftakilerden biri travmanın evimiz haline gelebileceğinden bahsetmişti. Yani bazı duyguları ve durumları sırf bize tanıdık, bildik oldukları için güvenli addediyor ve orada kalmayı seçebiliyoruz. Öfkenin böyle duygulardan biri olabileceğini düşünüyorum.
Sarah’ın cümlelerinde önemli bulduğum nokta, bu psikolojik kısıttan çıkabilmenin özgür iradeye tabi olması. Dış dünyadan farklı olarak iç dünya, seçimlerin her türlü zorlama, manipülasyon ve baskıdan ırak bir şekilde yapılabildiği bir evren. Burada karar tamamen ve sadece kişinin benliğine tabi ve bence bu sorumluluk yüklediği kadar güç veren ve özgürleştiren de bir düşünce. Buradan “tamam karar verdin ve her şey sonsuza dek iyileşti” gibi peri masalıvari bir iddia yerine, karar vermeyle beraber gelen ciddi bir emek ve çalışmayı da dikkate almak gerek sanıyorum. Halihazırda yapmakta olduğumuz ve ihtiyaç duyduğumuz psikolojik ve ruhsal çalışmanın hakkını teslim etmemek patriyarkal düzenin paraya çevrilemeyen kadın emeğini yok sayması gibi olurdu.
Agnés’in Plajları (2008)
Agnés Varda’nın ölümünden on bir yıl önce kendi hayat yolculuğunu geriye sararak anlattığı filminin ilk sahnelerinde rüzgarlı bir sahile yerleştirilmiş çeşit çeşit aynalar görülüyor. Büyük küçük, çerçeveli, çerçevesiz, kuma saplanmış veya tahta direklerle sabitlenmiş aynalar rüzgarın ve dalgaların arasında sürreal bir sahne olarak duruyor. Kameranın hareketiyle ise bu aynaların yüzeylerinde iç içe geçmiş manzaralarla film ekibinin ve Agnes’in portrelerini izliyoruz. Agnés film ekibindeki herkesin suratına ufak bir ayna tutup aynadan onları çekmekte olan kameraya bakmalarını istiyor.
Agnés’in sanatında önemle altını çizdiği bir nokta, kameraya, yani izleyene, gözetleyene bakmak. Bu, kişinin kendine bakmasıyla eş değer. Bakış çok kilit bir kavram, zira sanattan ve sinemadan bildiğimiz üzere Batılı bir görme rejiminde kimin neye nasıl baktığı bir güç tebliği haline geliyor. Bu içe bakışa, patriyarkal güç pozisyonlarını içselleştirmiş olan kendi üst benliğimize (süper ego) bakış da dahil.
Bu açıdan içe bakış kişisel, ruhsal gücün sahiplenilmesini ifade edebilir. Varda’nın hayal gücü bir iyileşme ve gelişme yöntemi olarak içe bakışa muhteşem bir metafor sunuyor. Ayna, erkek bakışının beklediği şekilde kadınların güzel miyim değil miyim diye baktığı bir yüzey olmaktan çıkıp içeriye, benliğe, duygulara ve bunlara dış dünyada nasıl ifade verdiğimize bakmanın aracı haline geliyor.
Öfkeli olmak neşeli olmaya mani olmalı mı? Neşe tek başına hem direniş hem de zafer değil mi?
Agnés’in Plajları (2008)
*Çeviri bana ait. Orjinali: It brings to mind loud acts of refusal and rebellion as well as the quiet ways we might have of not holding on to things that diminish us.
Ana Görsel: Agnés’in Plajları filminde Agnés Varda havada zıplarken.