Michael Hobbes’un 19 Eylül 2018’de Highline Huffington Post’ta yayımlanan “Everything You Know About Obesity Is Wrong” başlıklı makalesinin çevirisi 2. bölüm. İlk bölümü okumak için buraya.
Sonya şişman olduğunu unutacak olursa, dünya ona hatırlatıyor. Bana artık otobüse binmediğini söyledi. Yanından sıkışarak geçen yolcuların rahatsızlığını hissediyor. Teknoloji şirketinde CEO olan Sarah ne zaman birisi toplantıya poğaça getirse geriliyor. Poğaçalardan kendine bir tane alırsa, çalışanlar “şişko patrona bak sen,” diye düşünecekler mi? Poğaçalara dokunmazsa gösterdiği iradeden dolayı çalışanlar onu içlerinden tebrik mi edecekler?
Emily onu en sinir eden şeyin, yolda onu durdurup 35 derece havada kolsuz bir elbise giyebildiği için ne kadar cesur olduğunu söyleyerek iyilik yaptığını zanneden kadınlar olduğunu söylüyor. Tıp teknisyeni Sam kilo konusunda konuşmaktan tamamen kaçınıyor. “Aslında erkeklerin bu konuya kafa yormaması gerekiyor ama ben aklımdan çıkaramıyorum,” diye itiraf ediyor. “Ben de kendimi engelliyorum, o konuda hiç konuşmuyorum. Bu da garip bir durum çünkü bana bakınca ilk göze çarpan şey kilom.”
İnsan içinde “iyi şişko” olmaya çalışmanın insanlar üzerinde kurduğu baskının sürekli artıp en sonunda patlamasıyla ilgili başka başka hikayeler duyuyorum. Jessica’nın dört çocuğu var. Her hafta illa bir doğum günü, aile buluşması ya da havuz partisi düzenleniyor. Bu etkinliklerin hepsi Jessica’nın pirzola ve sandviçlerle dolu servis tabaklarının başında diğer annelerle dikilebilmesi için birer fırsat.
“Tüm gün aklınız yemeklerin kalorisiyle, ne yiyebileceğiniz ve kimlerin sizi izlediğiyle meşgul oluyor,” diyor Jessica. Yıllar içinde aldığı ‘onu yemesen daha doğru olmaz mı?’ gibi yorumlardan sonra zamanla dikkatli olmayı, hatasız şişmanlardan biri gibi davranmayı öğrendi. Böyle zamanlarda çeri domateslerden atıştırıyor, su içiyor, ayakta duruyor, açık büfenin sonunda duran tatlıyı pas geçiyor.
Etkinliğin bitimine yakın, Jessica büfeden arta kalan yiyecekleri diğer anne babalarla paylaşıyor. Hamburgerlerden, makarna salatasından ya da doğum günü pastasından artanları paketliyor. Çocuklarını arabayla eve getiriyor ve çocuklar uyuyana kadar bekliyor. Nihayet yalnız kalınca, eve getirdiği bütün yiyecekleri karanlıkta tek başına yiyor.
“Hep gizlice yapıyorum,” diyor. “Bir kutu dondurma alıp hepsini yiyorum. Yine markete gidip yenisini almak zorunda kalıyorum. Evdekiler buzdolabında bir kutu dondurma var zannediyorlar ama aslında beş farklı kutu oluyor.”
İşte şişmanlar kiloları yüzünden böyle aşağılanıyor. Bu göstererek de olabiliyor üstü kapalı biçimde de, insan içinde de olabiliyor yalnızken de, gizliden gizliye de olabiliyor, ortalık yerde de. Yapılan araştırmalara göre kilolu Amerika vatandaşları (özellikle kilolu kadınlar) daha az maaş alıyorlar, işe alınma ve terfi alma olasılıkları diğerlerine göre daha düşük. 2017’de yapılan bir araştırmada 500 işe alım müdürüne eleman adayı şişman bir kadının fotoğrafı gösterildi. Kadın hakkında başka herhangi bir bilgi verilmemiş olmasına rağmen müdürlerin %21’i kadının profesyonel olmadığını ileri sürdü. İşin kötüsü, iş yerinde kişinin kilosu yüzünden yapılan ayrımcılığı yasaklayan sadece birkaç şehir ve bir eyalet var (Michigan’a tebrikler).
Şişman Amerikalıların sayısı arttıkça bu konudaki önyargılar da artıyor ve durum içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Obez sıfına giren Amerika vatandaşlarının %40’ı her gün bu tip aşağılayıcı muameleye maruz kaldıklarını belirtiyor. Bu oran diğer azınlık grupların maruz kaldığı orandan çok daha fazla. Bu tip muameleye maruz kalmak şişman insanların vücutlarında da hasara sebep oluyor. 2015 yılında yapılan bir araştırmaya göre kendilerine ayrımcılık yapıldığını hisseden şişman kişiler, ayrımcılık hissetmeyenlere göre daha az yaşıyor. Araştırmanın sonuçları şunu gösteriyor: “Kilolu insanların maruz kaldığı kötü muamele, onlara kilolarından daha çok zarar veriyor.”
Hayatın zalim oyunu: insanlara kiloları yüzünden önyargılı davranmak onların daha fazla yemelerine sebep oluyor. Evrimsel olarak, bir kaplan tarafından kovalandığınızda vücudunuzun salgıladığı kortizol hormonu, buradaki gibi dış görünüşünüz yüzünden reddedildiğinizde de salgılanır. Bu hormon iştahı artırır, egzersiz yapma isteğini azaltır ve hatta yiyeceklerin lezzetini artırır. Konuştuğum diğer bütün insanlar gibi Sam de, otoparkta birinin ona “Az ye!” diye bağırmasından sonra kendini fast-food restoranı Jack in the Box’a attığını söylüyor.
Şişman insanlara kötü davranmamızın temelinde ilkel bir sebep yatıyor. Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles’ta önyargı üzerine araştırmalar yapan Janet Tomiyama konuyla ilgili, “farklı görünen vücutlara alışkınız,” diyor. İnsanlık geçmişinde bu durum hastalık riski ya da kabileye tehdit unsuru olarak görülürdü.” Kilo karşıtlığının bu kadar erken başlamasının sebebi bu gibi biyolojik unsurlarla açıklanabilir. 3 yaşlarındaki çocuklar bile kilolu sınıf arkadaşlarının “kötü”, “aptal” ve “tembel” olduğunu söylüyorlar.
Okulda çocukların zorbalığa maruz kalmalarının en büyük sebebi kilo olmasına rağmen Amerika’daki sağlık kurumları bu işkenceyi daha da arttıracak politikalarla hareket etmeye devam ediyor. Reklam panolarında ve televizyonda gösterilen reklamlarda hala “fazla televizyon, fazla kilo yapar” ve “kilolar çocukluğun eğlencesini alır götürür” gibi sloganlar kullanılmaya devam ediyor. Yeni Zelanda’da Massey Üniversitesi’nde araştırmacı olarak görev yapan Cat Pausé, şişman insanların karşı karşıya kaldığı kötü muameleyi azaltmayı amaçlayan tek bir halk sağlığı kampanyası bulabilmek için aylarca dünya çapında araştırma yaptı ancak bir tane bile bulamadı. Yine kaş yaparken göz çıkaran bir uygulama da onu aşkın eyaletten geldi. Bu eyaletlerde çocukların “Vücut Kitle İndeksi karneleri” hazırlanıp ailelerine gönderiliyor. Bu uygulamanın çocukların kilosu üzerinde muhtemelen bir etkisi olmayacak ama büyük olasılıkla çocukların en yakınlarından gördüğü zorbalığı arttıracak.
Bu dayanağı olmayan bir sorun değil. Yapılan anketlere göre kilolu yetişkinler yaşadıkları en kötü ayrımcılığa kendi aileleri tarafından maruz bırakılıyor. Washington’da sağlık eğitmenliği yapan Erica, babasının ona “iri yarı” dediğini hala unutmamış. Dedesi ise “duba gibi” demeyi tercih ediyormuş. Erica’nın annesi bedeniyle ilgili bir şey demiyormuş ama demiş kadar oluyormuş. Annesi Erika’dan iki beden ince olmasına rağmen kendi vücudunu takıntı haline getirmiş, kendisinin “devasa” olduğunu söyleyip duruyormuş. Erika 11 yaşına geldiğinde bir şeyler yemek zorunda kaldığı sosyal etkinliklerde, gizlice evin arkasındaki ağaçlığa gidip yediklerini kusuyormuş.
Şişman bireylerin en yakınlarından gördüğü istismar yetişkinliklerinde de devam ediyor. 2017 yılında yapılan bir ankete göre obez yetişkinlerin %89’u sevgililerinin ya da eşlerinin zorbalığına maruz kalıyor. Danışmanlık yapan Emily ergenliğini ve 20’li yaşlarını “o adamlardan hoşlanmasa bile kendisiyle yatmak istedikleri için onlarla yatarak” geçirdiğini söylüyor. Emily’ye göre bir erkeğin ondan hoşlanması nadir bir olaydı ve böyle bir fırsatı elinin tersiyle itemezdi. “Erkeklerin dikkatini çekebilmek için ölüp bitiyordum. İlgi çekmenin en iyi yollarından biri de seksti.”
Bir gün Emily’nin karşısına istismarcı biri çıktı. Adam seks sırasında Emily’ye vücudunun güzel olduğunu ama gün ışığında vücudunun iğrenç olduğunu söylüyordu. Emily olanları şöyle hatırlıyor: “Ne zaman onu terk etmeye kalksam bana, ‘iğrenç vücuduna katlanacak birini nereden bulacaksın’ diyordu.”
Emily o adamdan kurtulmayı başarsa da aşk hayatının bundan sonra hep sorunlu olacağının da farkında. Şimdiki sevgilisi zayıf biri, Emily onun için ‘Kaykaycı Tony Hawk gibi’ diyor. Emily, dışarıda sevgilisiyle el ele gezerken kendilerine atılan bakışların farkında. “Bu tip şeyler ben şişman heriflerle çıkarken olmuyordu,” diyor. “Zayıf erkeklerin şişman kadınlardan hoşlanmasına izin yok.”
Başka tür ayrımcılıklar da söz konusu olduğunda kilo yüzünden yapılan ayrımcılık daha da kötüleşiyor. 2012 yılında yapılan bir araştırmaya göre, siyahi kadınların kiloları nedeniyle gördükleri kötü muamele yüzünden depresyona girme olasılığı beyaz kadınlara göre daha fazla. Hispanik ve siyahi ergenlerde de bulimia görülme olasılığı daha fazla. Yine araştırmacıların bulduğu dikkate değer bir sonuca göre beyaz olmayan zenginlerde kalp ve damar hastalıklarının görülme olasılığı yoksul olanlardan daha yüksek. Bu durum beyazlarda tam tersi. Bunun bir açıklaması, beyazların çoğunlukta olduğu alanların artması dolayısıyla risklerin yükselmesinin azınlık ırklarda yoğun strese sebep olması. Yaşadıkları stres de uzun vadede bu bireylerde kalp sorunlarının görülme olasılığını arttırıyor.
Kilo yüzünden yapılan ayrımcılığı diğerlerinden ayıran en belirgin nokta, kurbanları yalnızlaştırma biçimidir. Azınlık gruplara karşı yapılan ayrımcılık, onlarda aidiyet hissini pekiştiriyor. Çoğunluğa karşı gelen bir topluluk oluyorlar. Eşcinseller eşcinselleri sever, Mormonlar diğer Mormonların safında yer alır. Ancak bu durum kilolu insanlarda daha farklı. Yapılan anketlere göre, kilolu bireyler de onlara karşı ayrımcılık yapan bireylerle aynı önyargıları paylaşıyorlar. 2005 yılında yapılan bir araştırmada, obez insanlar diğer obezleri tanımlarken obur, pis ve hantal gibi kelimeleri kullanmayı tercih ettiler.
Bostan’da yaşayan emekli hemşire Andrea 10 yaşından beri farklı bir sürü diyet denemiş. Zayıflamanın ne kadar zor olduğunu, ondan daha kilolu kadınların yaşadıklarını bilmesine rağmen sokakta şişman birini gördüğü zaman onu yargılamadan duramıyor. Andrea, “’Olayların bu raddeye gelmesine nasıl izin vermiş?’ diye aklımdan geçiriyorum,” diyor. “Korkuyorum. Çünkü ben de ipin ucunu kaçırırsam onlar gibi şişman olurum.”
Andrea’nin hissettikleri gayet anlaşılır şeyler. Daha 9-10 yaşındayken eşcinsellerin cinsel yönelimlerini uzun süre herkesten sakladıktan sonra eşcinsel olduklarını ilan ettiklerini biliyordum ancak benim bunu yapabilmem bir on sene daha almıştı. Buna karşın şişman insanların kendi kimliklerini açıklama, kendilerini ayrı bir grubun üyesi olarak tanımlama gibi bir şansları yok. Onlar; kilonun geçici olduğuna, acilen kilo verilmesi gerektiğine ve bunun başarılabileceğine, kendi bedenlerinden rahatsız olmamanın “insanları obeziteye özendirdiğine” inanan bir toplumda yaşıyorlar. İşte bu arada kalmışlık, bu yalan yüzünden, şişman bireyler birbirlerini tanıyamıyor, kendilerini bile keşfedemiyorlar. National Association to Advance Fat Acceptance kuruluşunun sosyal yardım programı müdürü Tigress Osborn, “Kimse bizim ‘Her Şey Daha İyi Olacak’ projemize inanmıyor,” diyor. “Çevrenizdeki herkes size bir kimliğiniz olmadığını ya da olmaması gerektiğini söylüyorsa, kendi kimliğinizi bulamazsınız.”
Yeme bozuklukları uzmanı Harrop, araştırmacı olarak çalıştığı üniversitede trans öğrencilerin, göçmen öğrencilerin, Cumhuriyetçi öğrencilerin her birinin katılabileceği kulüpler olduğunu ancak şişman öğrenciler için bir kulüp olmadığını birkaç sene önce fark etmiş. Bunun üzerine kendisi bir kulüp kurmuş ama Harrop’un bu girişimi ağır bir başarısızlıkla sonuçlanmış. Kulübe sadece birkaç şişman öğrenci katılmış. Kulüpte zamanın çoğu, zayıf insanların oturup şişmanlara nasıl daha iyi yardımcı olabileceklerini tartışmalarıyla geçiyormuş.
Harrop’a kulübün başarısızlığının nedenini sordum. Gayet basit; “Şişmanlar da şişman olmayan insanlarla beraber şişmanlardan nefret eden bu kültürde büyüdüler.”
1980 yılından beri 73 ülkede obezite oranı iki katına çıktı, 113 ülkede ise arttı. Bugüne kadar hiçbir ülke obezite oranını düşürmedi. Bir tanesi bile.
Sorun şu ki, her yerde olduğu gibi Amerika’da da sağlık kuruluşları insanların kilosuyla o kadar takıntılı hale geldi ki bizi asıl öldüren şeyi fark edemediler. Yani besin kaynağımızı. Birleşik Devletler’de insanların ölümüne en çok sebep olan şey beslenme şekli. Bu oran, silah şiddeti olayları ve araba kazası sonucu yaşanan ölümlerin toplamının beş katından daha fazla. Ama sorun tükettiğimiz besinlerin miktarında değil hatta Amerikalılar 2003 yılında aldıkları kalori miktarından daha az kalori alıyorlar. Sorun yediklerimizde.
10 yıldan daha uzun bir süre önce araştırmacılar yediklerimizin kalitesinin kilomuza olan etkilerinden bağımsız olarak hastalık riskini arttırdığını ortaya çıkardı. Örneğin fruktoz, insülin duyarlılığına ve karaciğer hareketlerine aynı kaloriye sahip diğer bütün tatlandırıcılardan daha çok zarar veriyor. Haftada 4 defa kuru yemiş tüketen insanlarda ağılıklarından bağımsız olarak diyabet görülme olasılığının %12, ölüm oranının ise %13 daha az olduğu saptanmıştır. Şeker oranı yüksek, lif oranı düşük ve birçok katkı maddesi içeren gıdalar tükettiğimizde enerji alımı, açlık ve tokluk hissini düzenleyen biyolojik sistemlerimizin dengesi bozuluyor. Şaşırtıcı şekilde, günümüzde bu tür gıdalar, tükettiğimiz bütün besinlerin %60’ını oluşturuyor.
Amerika’nın 3 milyon dolarlık gıda endüstrisinin yakın zamanda bu zehirden kurtulması kolay olmayacak. Fabrika çiftliklerinden okul yemekhanelerine zincirin her bir halkası Mars, Monsanto ya da McDonald’s gibi dev markaların kontrolü altında ve bu markaların her biri maliyetlerini düşürüp karlarını arttırmak için durmadan uğraşıyor. Tabii bu durum bizi umutsuzluğa sürüklemesin. Şişman insanların hayatlarını daha iyi hale getirmek için yapabileceğimiz çok şey var. Yapmamız gereken kiloya değil sağlığa önem vermek ve şişmanları aşağılamak yerine onlara destek olmak.
Bu değişimler önce muayenehanelerden başlayacak. Obezite konusunda sağlık sisteminin başarısız olduğu asıl nokta her hastaya tamamen aynı şekilde davranılması. Şişmansan kilo vereceksin. Zayıfsan, aynen böyle devam et. Massachusetts Devlet Hastanesi Kilo Merkezi’nde psikolog olarak görev yapan Stephanie Sogg, cinsel tacize uğradıktan sonra kendini yemeye veren hastaları olduğunu, bütün gün aç durup iş çıkışı eve dönerken durmadan bir şeyler yiyen hastaları olduğunu, günde 1000 kalori alıp haftada 5 gün spor yapan ama ona rağmen “iradesi olmadığı” için kendini şişman hisseden hastaları olduğunu söylüyor.
Sogg, her bireyin yemekle olan ilişkisinin çok karmaşık olduğunun farkında. Sogg, spor yapmayı ve hastanın vücut algısını tedavisinin merkezine alıyor, geri plana atmıyor. “Hastalarımın %80’i ilk randevuda ağlıyorlar,” diyor. “Kilo gibi duygusal bir şey söz konusu olduğunda herhangi bir tavsiye vermeden önce hastayı uzun uzun dinlemek çok önemli. Yediği çizburgerlerin hasta için ne anlama geldiğini bilmeden o kişiye ‘çizburgeri azalt’ demeniz bir işe yaramaz.”
Sogg’un deyimiyle, hastalara kendilerinden daha nazik yaklaşmanın tıbbi getirisi kuşku götürmeyecek şekilde ortada. Obamacare kapsamında hangi tedavilerin bedava olacağına karar veren uzmanların bulunduğu bir panel olan ABD Önleyici Hizmetler Görev Gücü (UPSTF), 2017 yılında obezite tedavisinde hastanın uyguladığı diyetten ziyade hastanın diyet süresince ne kadar ilgi ve destek gördüğünün asıl önemli nokta olduğunu saptadı. Diyetisyeniyle 12 seanstan fazla görüşen hastalarda gizli şeker, kalp ve damar hastalıkları riskinde büyük oranda azalma gözlendi. Kişiye özel tedavi görmeyen hastalarda ise neredeyse hiçbir gelişme gözlenmedi.
ABD Önleyici Hizmetler Görev Gücü kilolu hastaların tedavisinde “yoğun, kapsamlı davranışsal danışmanlık” yöntemini önermesine rağmen sigorta şirketleri ve sağlık kurumlarının çoğu bunu bir ya da iki seans olarak belirliyorlar. Bu da yıllardır araştırmacıların hastalarda işe yaramadığını söylediği yüzeysel tedavi yönteminin ta kendisi. Kar amacı gütmeyen Obeziteyle Mücadele Koalisyonu’nun (OAC) sigorta danışmanı Chris Gallagher, “sağlık sigortalarına göre obezite kişisel bir sorun ve bu sorunun başka türlü bir tedavisini reddediyorlar,” diyor.
Bütün devlet kurumlarında iskorbüt hastalığı zamanında olan ihmaller söz konusu. Pazarlama ilkeleri, rekabet kurumu ve uluslararası ticaret anlaşmalarını kapsayan Amerikan sigortacılık sektörü öyle bir gıda sistemi yarattı ki bu sistem un, şeker ve yağ üretiminde uzman ancak aynı oranda besin değeri üretmeyi beceremiyor. ABD, ilaçlar üzerine yapılan klinik araştırmalara yılda 60 milyar dolar harcama yaparken beslenme araştırmalarına 1.5 milyar dolar harcıyor. Sağlıklı bir yiyeceğin aynı kalorili sağlıksız olan bir yiyeceğe oranla 8 kat daha pahalı olmasına şaşırmamak lazım. Fiyatlardaki bu uçurumun her gün arttığına da şaşmamak gerek.
Bu durum spor konusunda da böyle. Hareketsiz yaşam tarzı, şehirlerin genişlemesiyle insanların merkeze uzak alanlara yerleşmesi, ev ile iş arasındaki yolun uzunluğu gibi faktörlerin kalp ve damar hastalıkları riskini arttırdığı iyi biliniyor. Ancak devlet, bu riskleri ve yoksullar üzerindeki aşırı etkisini azaltmaya yardımcı olmak yerine risklerin daha da artmasına sebep oldu. Amerika’daki çocukların yalnızca %13’ü okula bisikletle ya da yürüyerek gidiyor. Okulda her gün yapılan beden dersi faaliyetlerine katılan çocukların oranı ise 1/3’ten az. Her gün işe giderken ve eve dönerken yolda 90 dakikadan fazla zaman harcayan yetişkinlerin oranı 2005 ile 2006 yılları arasında %15’ten fazla artış gösterdi. Bu durum, Amerika’nın toplu taşımaya yeterli yatırım yapmaması ancak otoban, otopark ve alışveriş merkezlerine gereğinden fazla yatırım yapması sonucunda meydana geldi. 40 yıl boyunca politikacılar insanlara daha çok sebze tüketmelerini ve asansör yerine merdiven kullanmalarını nasihat ederken, her gün spor yapmanın ve sağlıklı beslenmenin artık lüks haline geldiği bir ülke yarattılar.
İyi haber şu ki bu akımları tersine çevirebilecek en iyi yöntemler zaten denendi. Obezite tedavisinde ‘başarısız’ olan yöntemler aslında hastaları daha iyi beslenmeye ve daha çok spor yapmaya teşvik ediyorlar. 44 farklı ülkede yapılan çalışmaları inceleyen bir makale, okulda yapılan spor faaliyetlerinin çocukların kilosunu etkilemediğini ancak atletik kabiliyetlerini geliştirdiğini, spor yaparak geçirdikleri zamanı 3 katına çıkardığını ve her gün televizyon karşısında geçirdikleri zamanı 1 saat kadar azalttığını gösterdi. Yapılan başka bir araştırmaya göre çocukların iki yıl boyunca spor yapması ve iyi beslenmesi beden ölçülerinde gözle görülür bir değişime yol açmadı ancak çocuklar matematik sınavlarında daha iyi notlar aldılar. Bu gelişme siyahi çocuklarda beyazlara oranla daha çok görüldü.
Bu tip durumlar yapılan araştırmaların çoğunda görülüyor. Sağlıklı yaşamı teşvik eden yöntemler aslında yoksulluğun yükünü hafifleten, hareket etmek, oyun oynamak ve aileler için çocuklarıyla vakit geçirmek için zaman yaratan müdahaleler. Kadınların yüksek maaşlar aldığı gelişmiş ülkelerde obezite daha az görülüyor, sağlıklı gıdalar daha ucuz olduğunda ise yaşam kalitesi artıyor. Massachusetts’te uygulanan pilot programda gıda kuponu alan kişilere sağlıklı yiyeceklere harcadıkları her 1 dolar için 30 sent daha verildi. Bu uygulama sonucunda sebze ve meyve tüketiminde %26 oranında artış meydana geldi. Bu tarz uygulamalar kilomuzu pek etkilemez ancak kesinlikle bizi çok daha sağlıklı hale getirir.
Bu da bizi çözümü en zor olan soruna, insanların şişmanlara kötü davranması meselesine getiriyor. Stigma and Health dergisinin editörü Patrick Corrigan’a göre, şişmanlığa olan önyargıyı kırma amacıyla iyi niyetle yapılan şeyler bile gerçek hayat karşısında dağılıyor. Araştırmacılar yaptıkları çalışmada 10-12 yaş arasındaki çocuklara obeziteye neden olan genetik ve tıbbi faktörleri anlattılar. Çocuklar öğrendikleri bilgileri ezberden tekrar edebiliyordu, şişman çocuklar öyle olmayı seçmemişlerdi. Çocuklar buna rağmen aynı sırayı paylaştıkları şişman çocuklara kötü davranmaya devam ettiler. Benzer bir çalışma 6. ve 7. sınıfa giden çocuklarla da yapıldı ancak çalışma sonunda çocuklar şişman sınıf arkadaşlarına daha çok zorbalık yapmak istediler. Şişman ünlülerin medyada karşımıza çıkması Corrigan’ın deyimiyle “Thurgood Marshall etkisine” sebep oluyor; yani insanlar kafalarındaki şişman tiplemesini değiştirmek yerine (şişmanlar da o kadar kötü değil aslında), ünlü kişiyi temsil ettiği topluluk içinde bir istisna olarak görüyorlar (o diğer şişmanlar gibi değil).
Corrigan’a göre, şişman bireylerin iletişim kurduğu herkese beden ölçülerinin utanılacak bir şey olmadığını söylemeleri işe yarıyor. “Birine acıdığımız zaman o kişiyi daha güçsüz, beceriksiz ve daha incinmiş görürüz,” diyor Corrigan. “Onların bizim yaptığımız şeyleri yapamayacaklarını düşünürüz. Bu önyargıları kırmanın yolu da güçlenmekten geçiyor.”
Şişmanları benimseme hareketinin en büyük umudu güçlenmek olmuştu. (“Şişkoyuz, gururluyuz, bize alışın artık” 90’lı yıllarda atılan sloganlardan biriydi.) Ancak verilmek istenen bu devrimci mesaj giyim markaları, diyet ve sabun şirketleri tarafından da benimsenmeye başlandı. Weight Watchers artık bir ‘yaşam tarzı’ olarak biliniyor ama hala üyelerine zayıflayınca mutluluğu bulacaklarını söylüyorlar. Piyasada yer etmiş giyim şirketleri kendilerini “beden olumlama” hareketinin bir parçası olarak pazarlasalar da reklam panolarında sergiledikleri büyük beden mankenlere göre kıyafet üretmeyi ısrarla reddediyorlar. Sosyal medya şişman insanların kendilerini iyi bir şekilde temsil edebilmelerini sağlayan bir platform oldu. İnsanlar bu sayede bir araya gelerek kendileri gibi diğer insanları bulmalarını kolaylaştıran topluluklar oluşturdu. Ama aynı zamanda, sosyal medya, obezite konusunda içi boş, derinliği olmayan, sahte bir ilerleme görüntüsü vermekten öteye geçmedi: Instagram’da “fatkini” satan kadın girişimciyi tebrik ederken, üç yılda 45 kg aldığı için yöneticilik işinden kovulan kadın (yaşanmış bir olay) kimsenin umurunda değildi.
Pausé, “Şişmanlık aktivizminin amacı insanları daha iyi hissettirebilmek değil,” diyor. “Bu hareketin amacı insanların haklarının ellerinden alınmasını ve doktorun yanlış teşhis koyması yüzünden insanların ölmesini engellemek.”
Değişmemekte ısrar eden bir dünyada, gördükleri muameleye nasıl dayanacaklarına karar vermek şişman insanlara kalmış. Doğu Washington’da danışmanlık yapan Emily, 3 yıl önce artık başını dik tutmaya karar verdiğini söylüyor. Restorana gittiğinde koltuklu bölmelerden birine değil de masaya oturmak istediğini ilk söylediğinde Emily’yi ter basmış, yüzü kızarmış, nefes nefeseymiş. İçinden “oraya sığamam” diye geçiriyor, kelimeler boğazında düğümleniyormuş.
Artık, “benim için sıradan bir şey,” diyor. Geçen ay bir konferanstayken oradaki dinleyicilerden birine kendisiyle sandalyesini değiştirmesini rica etmiş çünkü adamın oturduğu sandalye kolsuzmuş. Bu tarz ricalar büyütülecek şeyler değil. Emily, “aynı şeyi uzun boylu biri rica etse kendini garip hissetmezdi. Ben niye hissedeyim?” diyor. Zayıf arkadaşlarıyla restorana gittiklerinde Emily daha ağzını açmadan arkadaşları oturma düzenini soruyorlarmış.
Emily’nin yaşadıklarını dinlerken aklıma beslenme danışmanı Ginette Lenham’la yaptığımız bir sohbet geldi. Bana hastalarının geçmişteki kilolarına takılı kaldıklarından ya da ileride ulaşmak istedikleri kiloyu düşünüp durduklarından bahsetmişti. Hastaları ona, okula geri dönmek için ya da yeni bir işe başvurmak için kilo vermeyi beklediklerini söylüyormuş. Kendilerini lisedeki, düğünlerindeki ya da triatlona ilk katıldıkları zamandaki kilolarına döndürmesi için Ginette’e yalvarıyorlarmış. O kiloya dönünce o zamanki hayatlarına da döneceklerini düşünüyorlarmış.
Lenham da hastalarına bu hayallerin birer tuzak olduğunu anlatmak zorunda kalıyormuş. Çünkü bunun sihirli bir kesin tedavisi yok. Zaman makinesi yok. Yapılabilecek tek bir şey var, o da tüm dünya tersini söylese bile kilolu ve mutlu olmak.
“Bedenimize elimizden geldiğince iyi davranmalıyız,” diyor Ginette. “Başkalarınınkini de rahat bırakmalıyız.”
Tüm fotoğraflar: Finlay Mackay