Şehre, alışkanlıklara dair beni ezelden beri rahatsız eden ama neden rahatsız olduğunu eleştirel düşünmeyle, birtakım kuramlarla tanıştıkça anlamlandırabildiğim şeyler var. Mesela çocukken bile ışıklı, düzgün seri sinemalar yerine (Cinemaximum ve öncüllerini böyle adlandırdım), mütevazi, tekil sinemalar benim için daha dost canlısıydı. Zaman geçtikçe bazı şeylerin ipliği benim için de pazara çıktı; orta sınıfa mensup genç zihnim tekelleşme, tek tipleşme, tüketim körüklenmesi vb. gibi aslında meydanda olan kavramlarla tanıştıkça Cinemaximum, McDonald’s ve rezidansa olan mesafeliliğim daha bir anlam ve zemin kazanıyordu. Siteler, rezidanslar sokağı sokak olmaktan çıkarıyor, iyisiyle kötüsüyle yine bir hayat akışı ve insani etkileşim alanı sağlayan mahallelerin köküne kibrit suyu döküyor; akıllı binalarla -yok sen girince ışığı açıyor, yok seni yerden ısıtıyor, yok misafirin gelince girsin mi diye soruyor, yok temizlikçisini kendisi sağlıyor- sokağı tehlikeli bir yer addedip insanları kale gibi, zırh gibi duvarların arkasına itiştiriyor, milleti sınıf atladım hezeyanlarına sokarken bir yandan da her şeyi sizin için düşünerek seni bir anlamda kendi işlerini halletmekten aciz hale getiriyordu. Ve her yer siteleşiyor, rezidanslaşıyordu.
Kavramlar zihnimde birbirine bağlanırken, dış dünyada da rezidanslar gösteri merkezlerine, Cinemaximumlar birbirlerine bağlanarak şehri dar bir çembere alıyor, başka sinemalar, küçük merkezler yaşayamaz hale geliyordu. Boş arsaların büyük sermayelere rızık olup akıllı bina olmaktan, Karaköy’deki hırdavatçıların muhallebicilerin sönerek yerlerini üçüncü nesil kahvecilere bırakmaktan başka şansı kalmıyordu. Allahım buraya gelen insanlar bu gaddar dönüşümü, bu üretim yokluğunu ve hizmet sektörü pompasını görmüyor muydu? Mekan değerleniyor, şehir merkezlerinde iş yapmak pahalanıyor, insanlar hırdavat değil satın alabilecekleri ortamlar için talep oluşturuyordu. Beni çok, çok rahatsız eden bir şeyler vardı bu etrafımın çemberlenme halinde. Hala da var. Hala da bunlar üzerine düşünüyorum. Bu yazıda da sesli düşüneceğim.
Büyük markaların gösteri eğlence merkezleri örneğin, inşaattan kazanılan holding sermayelerinin gösteri dünyasına akışı ve her iki dünyada da tekelleşmeleri açısından ele alınmaya değer. Trump Towers mesela, AVM’liğiyle ve sanat tekelliğine oynaması ile, Uniq İstanbul ormanın içine yer ederek ormanın ormansızlaştırılmasının önünü açmasıyla ve paydaşı olan Yorum İnşaat’ın yürüttüğü Sarıyer Derbent Kentsel Dönüşüm Projesi ile, Torun Towers ise Torun Holding’in asansör kazası faciasının yanında esamesi okunmayan pek çok günahı ile (Paşabahçe semtindeki Tekel Fabrika Arazisi’ni 49 yıllığına kiralayarak Boğaz’ın yanına dev bir inşaat kondurmak bunlardan yalnızca biri) zaten sevimsizler. Anadolu’daki HES projeleri inşaat şirketlerine; şirketler, oradan aldıkları paralarla rezidanslara, rezidansların içerisindeki gösteri merkezlerine, oraya dinleyici olarak giden bizlere ve sahne alan sanatçılara bağlanıyorlar. Biz oralara gittikçe, katıldıkça, oraları var eyledikçe, check-in yaptıkça holdinglere, para babalarına bağlanıyoruz.
Bence bu zincirlenme halinde Zorlu, her şeyi birbirine bağlamanın kralı olarak, bir milat teşkil ediyor. Önce inşaat sırasında, belirlenen yüksekliği aştığı için mühürlenen, sonra bir habere göre bir günde ruhsatı çıkıveren, yine inşaatı sırasında bir işçinin öldüğü ama medyada kendine pek yer bulamadığı pırıl pırıl Zorlu, ZORLU’muz, açıldığı günden bu yana gerçekten müzik sahnelerini salladı. Tabii bu çirkin detaylar içeride ışıklı tabelalarda yazılmıyor. Zorlu’nun içinde hem rezidans, hem AVM hem de adına sadece sahne demenin yetmediği Performance Centre var. Zorlu, TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi için açılan ihalede en büyük teklifi Efremov ortaklığı ile vermeyi başarmış mesela. Düzce’ye yapmayı planladığı ve yüksek çevre kirliliğine neden olan termik santral projesini de son anda geri çekmiş. Büyük sermaye ve özgür sanat benim aklımda yan yana gelemiyor. Ama öyle zamanlarda yaşamıyoruz. Zorlu’nun içerisindeki pek çok sahneden birinin sponsoru Turkcell. Zorlu’da daha bu Eylül’de Feridun Düzağaç, Leman Sam çıktı mesela. Önceden de duydukça çok şaşırdığım Ahmet Aslan, Selda Bağcan, Yaşar Kurt ve Fırat Tanış. Hatırlayamadığım bu minvalde pek çok isim. Şimdi önden, ne haddime, diyerek bunları eleştireceğim. Sen Ahmet Aslan, sen Selda Bağcan, sen Yaşar Kurt, Zorlu’da, oranın Turkcell Platinium sahnesinde ne arıyorsunuz? Sol gelenekten beslenen, duruşuyla kendisini ve dolayısıyla piyasasını, dinleyici kitlesini, profesyonel hayatını ve yaşam gelirini var eden bir sanatçı neden bağımsız, holding uzantısı olmayan sahneleri tercih ederse etiğine, yani duruşuna zeval gelmez mi? Bu konuyu konuştuğum, sevdiğim bir arkadaşım benim sanatçı duruşu idealizmimin karşısına parayı koymuş ve ama şöyle bağlamıştı; Fırat Tanış işte oradan aldığı parayı tiyatro ekibine yatırıyor. Kafam karışık.
Bu bağlantılardan, bir bilet almış müşteri olarak dahi bunların bir parçası olmaktan inanılmaz işkilleniyorum ama bir yandan sevdiğimiz sanatçılar bizi hayal kırıklığına uğrattığında tepkilerimiz neler olabilir? Defterden mi sileceğiz? Yaşar Kurt çıktıysa giderim abi Trump Towers’a, mı diyeceğiz? Yıllar önce, orada çalışan bir arkadaşımın yolladığı davetiye ile birkaç arkadaş bu merkezlerden birinde bir caz konserine gitmiştik. Sanırım çok iyi giyimli olmadan bu merkezlerde sanat etkinliklerine katılmama gibi dolaylı bir kural da var (Beyoğlu sahnelerinde yok mesela). Hafif berduşumsu gözükerek dinlediğimiz konserde arkadaşlarımdan biri orada olmaktan ve oradaki varlığıyla o holdingin sahibine yaranmak/güç katmaktan huzursuz olduğunu söylemişti ve o zaman onu fazla katı bularak hiç bir şeyden tat almamasına kızmıştım. Yıllar içerisinde sokak eylemliliğim azaldı ama düşünsel hatlarım ve boykot pratiğim keskinleşti. Gerçekten de Diyarbakır F Tipi belgeselinden tanıdığım birini AVM sahnesinde izlemek biraz çelişkili değil mi? Uçucu hakikat-sonrası toplumu için fazla katı prensipler mi bunlar? Şu an para versem de, içerisinde bedavaya aylak aylak gezinsem de, oraya giderek o merkezleri ve temsil ettikleri şeyleri (tekelleşme, neoliberalizm, fakirler ölsün yeter ki sitemizin dışında kalsıncılık, kamu arazisi mi, boşver ben oraya bina dikerimcilik) var ederim gibi geliyor. Bir kez, bu merkezlerden birindeki Apple Store’u çok merak eden iki arkadaşımı kırmamak için onlarla oraya gitmiş ve müşterilerin kullanımına açılmış bilgisayarlardan birinde yazı belgesi açarak büyük puntolarla Apple’ın sömürü ilişkilerine dair bir cümle yazmış ve görevlilerin nazik uyarısı ile karşılaşmıştım. Kendileri ile bu sömürü ilişkilerini konuşmaya çalıştığımda bu konudan haberdar olmadıkları naifliği (?) ile beni cevaplamışlardı.
Sanırım kısaca şunu düşünüyorum, hareketlerimizden, gittiğimiz yerlerden, paramızı kimler için harcadığımızdan mesulüz. Gittiğimiz yer, katıldığımız etkinlik, bir şey alırken para verdiğimiz şirketin iki arka ve iki ön hamlesini düşünmek bize içimizin daha rahat olacağı kararlar aldırabilir. Duruşumuzu belirlemenin yanısıra, madem para konuşur, boykot da bizim kartımız olsun. Daha çeşitli, daha yaratıcı boykotlarda görüşmek dileğiyle.
Not: Müthiş bir emekle görselleştirilen Mülksüzleştirme Ağları ile siz de nereye bağlandığınızı bulabilirsiniz.
Ana görsel- Vassia Alaykova, Sirk.