İnsan soyunun kendine tarım alanı açması, hayvanlardan yararlanmak için onları ‘evcil’leştirmesi de yeni değil. Peki, bugün entegre et tesisi dendiğinde yüzümüzü ekşiten, gerçek deri cüzdanlarda aklımızda inek suratları tasavvur ettiren nedir? Yani ‘yeni’ olan nedir? Yeni olanın adı sömürü.

KÜLTÜR

Ne Yersen, Onun Yediğisin!

Öncelikle bu yazının kişisel bir arayış serüveninin bir parçası olduğunu; kesin bir sonuca varmak, taraf olmak gibi amaçlar barındırmadığını temin ederim. Konu yaşam tarzı ve hayvan tüketimi olunca kalkan duvarları biraz indirebilirim belki bu teminatla.

 

Permakültür* Tasarım Sertifika’mı** almam bir seneyi geçiyor. Avustralya Permakültür Araştırma Enstitüsü’ndeki üç aylık stajyerliğimden dönmem de 2013 Mayıs’ında. Permakültür, özü gereği insanı hayatının her noktasını yeniden değerlendirmeye, tasarlamaya ve vakit kaybetmeden deneyimlemeye itiyor. Bu noktalardan en önemlisi de kaçınılmaz olarak yeme içme kültürü. “Ne yiyorsan osun.”dan “Ne yersen, onun yediğisin.”e geçiş oldukça sancılı oluyor. Bol araştırma, özveri ve sabır gerektiriyor.

 

İnsanın, doğanın en belirleyici parçalarından biri olduğu gerçeği daha ‘en’de ve ‘belirlemek’ vurgusunda kulağı tırmalamaya başlıyor. İnsanı yeren, doğanın mutlak düşmanı olarak görmekten gelen (çoğu zaman doğrudur) bu refleks bugünkü birçok hayvan tüketimi, hayvan özgürlüğü ve hayvan hakları mücadelesini belirliyor aslında. İnsanı aynı yağmur gibi bir faktör olarak görmeye çalışarak devam edeceğim yazdıklarıma.

 

İnsan tarıma ve hayvancılığa yeni değil. Bu bahsettiğim ‘eski’ de milattan yaklaşık 11 asır önceye dayanıyor (burada daha detaylı bir kaynak olarak Jared Diamond’ın Tüfek, Mikrop, Çelik kitabını tavsiye ediyorum). Yani yeme içme kültürümüz de. Yani aslında birçok ana gıda ürününün (patates, buğday, mısır vs) ve özellikle otçul hayvanların (inek, koyun, bufalo vs) ve tabi ki kanatlıların (tavuk, hindi, kaz, ördek vs) bugüne evrimi ve gidişatları da.

 

İnsan soyunun ormanlık alanları kesip kendine tarım alanı açması (Polinezya adalarından bazılarında ilk keşfedildikleri zamandan beri kullanılan bir yöntemdir örneğin) ve hayvanları etinden, sütünden ve kürkünden yararlanmak için ‘bakması’ ve ‘evcil’leştirmesi de yeni değil. Peki, bugün entegre et tesisi dendiğinde yüzümüzü ekşiten, gerçek deri cüzdanlarda aklımızda inek suratları tasavvur ettiren nedir? Yani ‘yeni’ olan nedir?

 

Yeni olanın adı sömürü. Binlerce hayvanın, çoğunlukla güneş ve hatta gün ışığı görmeden; toynağını, ayağını toprağa basmadan; sindirim sistemine uygun olmayan yapay ve hormonlu yemlerle beslenerek doğup büyüyüp ölmesi, yeni olan. Tavuğun bir elinizin zor sığacağı kafeslerde hareket etmeden yumurta makinesine dönüştürülmesi, yeni olan. Bu noktada ziller çalmaya başlıyor. “Evet, böyle üretilen eti, sütü, tavuğu, kurdu, kuşu yiyemem.” Daha insan sağlığı için ne kadar zararlı olduğuna gelemedik bile. Dünyadaki karbon salımının en büyük müsebbibi yemle beslenen ineklerin üretildiği tesisler üstelik. Burada hayvan üstünde kurulan ‘mal-sahip’ ilişkisini etik açıdan incelemeye başlamak yazıyı çok uzatacaktır ama bu cümleyle akıllara getirmiş olalım. Yine aynı şekilde bu devasa tesislerin sahiplerinin kimler olduğu, tesisi kurmak için gereken toprağın nasıl gasp edildiği, üretilen ürünün dünya nüfusuna nasıl dağıldığı gibi incelikleri de es geçmeyelim. Tüm bu mantıksal diziler dışında geliştirdiğimiz duygusal bir sebeplenme de mevcut olabilir. Bir canlıyı öldürmekle ilgili verdiğimiz kişisel kararlar da gidişatımızı belirleyebilir. Burada tüm dini inanç ve ritüelleri tenzih ederim.

 

Tüm bunlara eşitlikçi bir siyasi görüşü de eklediğimizde vegan olmak kaçınılmaz oluyor. Mu? Olduğunu varsayarak devam edelim. Bu durumda yerküredeki tarım yeniliklerine göz atmamız gerekir. Dünyada hakim olan tarım anlayışı monokültür (tek tip canlının yetiştirilmesi) ve laboratuvar ortamında hazırlanmış ilaçlara dayalı model. Bin dönüm entegre et tesisimizin yanına bin dönüm de soya fasulyesi tarlası ekleyelim hemen. Birinde yedirildikleri yemden hastalanıp antibiyotiklerle ömür geçiren tutsak inekler, hemen yanında da yapay gübreyle bağışıklık sistemi çökertilmiş; böcek, mantar ve yabani ot ilaçlarına rağmen fotosentez yapmaya çalışan, genetiğiyle hunharca oynanmış tutsak soya. Sadece soyayla bitmiyor kurgumuz. Bahsedilen ilaçlarla dengesi bozulan, sakinleri ölen toprak ekosistemi. Yağmurlarla yeraltı sularına karışan östrojen kaynaklı ilaçlar yüzünden kanser olan sen, ben; okyanuslardaki yosunların aşırı büyümesiyle oksijensiz kalıp boğulan deniz canlısı. Bu devasa tarım alanlarının bakımı (ilaç ve gübre), ürünün hasadı ve işlenmesi ve en önemlisi de fabrikadan markete taşınmasında kullanılan fosil yakıt da karbon salınımına hayli yüksek bir katkıda bulunuyor mutlaka. Bu ürünlerin tüketimi durumunda doğa ve insan sağlığına verilen zarar da yine önemli bir inceleme konusu.

 

Tarımdaki yeniliklerden birisi de patentli tohum konusu. Bir canlının kendi soyunu devam ettirmek için geliştirdiği yöntemlerden biri olan tohumun ‘mal-sahip’ ilişkisi üzerinden değerlendirilmesi. Ekosistemimizin en ‘ana’ parçası olan tohumun kısırlaştırılıp meta haline getirilmesindeki etik çıkmaz da yine başka bir yazı konusu (burada Vandana Shiva’yı analım). Ve yine bu tarım, ilaç ve gübre şirketleri arasındaki ilişkiler, bu şirketlerin kimlere ait olduğu, tarım arazisi için gasp edilen alanlar (‘land grab’ konusunda özellikle Etiyopya araştırmaya değer bir bölge), üretilen ürünün dünya nüfusuna nasıl dağıldığı gibi incelikleri getiriyor aklımıza tüm bunlar. Ölüm ve öldürmekle ilgili bazı türleri kayırıyoruz gibi geliyor bir de bunları düşününce. Bir ineğin ölüm sahnesi gözlerimizi yaşartıyor (elbette!) ama öldürülen şey topraktaki mikroorganizmalar olduğunda… bunu fark etmiyoruz bile. Çünkü yediğimizi, içtiğimizi birileri bizim için üretiyor. Ölüm, doğum ve öldürmekle ilgili travmalarımızla bir an önce yüzleşmemiz gerekiyor belki de. Ama ölülerimizle vedalaşmak, tanımadığımız bir sürü sağlık görevlisini, polisi ve belediye çalışanlarını içeriyor; doğum soğuk hastane odalarında neşterle, ağrı kesicilerle gerçekleşiyorsa nasıl olacak da yüzleşeceğiz? Doğadan alırken aldığımızdan fazlasını geri vermek yerine alabildiğin kadarını almak öğretiliyorken bize, nasıl olacak gerçekten?

 

O zaman diyelim ki endüstriyel etten ve sebzeden sıyrıldık. Bu endüstriye organik endüstrisi de dahil, unutmayalım. Yüzlerce, binlerce dönüm mısır tarlamızda yabani ot ilacı kullanmak yerine kaçak göçmen iş gücü kullanmak bizi daha temiz üretici, sizi de daha duyarlı tüketici yapmıyor malesef. Diyelim ki yerel üretilen temiz gıdayı bulduk, onu tüketiyoruz. Hatta belki de kendimiz üretiyoruz. Peki o zaman hayvan konusu ne olacak?

 

Etik temelli, sürdürülebilir bir sistemin hayvan olmadan mümkün olmadığını görmek, deneyenler için hiç zor olmayacaktır. Çünkü doğa denilen bütüncül sistem, bütüncül olduğu için bu kadar başarılı. Hayvan ve bitki sistemleri birlikte çalıştığı için binyıllardır tarımla zarar gördüğü halde doğa hala direniyor. Burada konu hayvan tüketiminden biraz hayvan özgürlüğüne kayıyor. Yani bu bütüncül sistemi kurup ya da savunup yine de hayvanı tüketmeyebilir, sistem içinde eceliyle ölmesini bekleyip cesedini sıcak kompostunuza katabilirsiniz. Mikroorganizmalar ve mantarlar sayesinde ömrünü geçirdiği toprak parçasına geri dönmüş olur böylece. Etik ve sürdürülebilir hayvan sistemleri konusunda adından bahsetmeden geçemeyeceğimiz biri var: Joel Salatin ve Polyface Farms. Daha detaylı bilgi için, yazıyı uzatmamak adına Michael Pollan’ın Etobur-Otobur İkilemi adlı kitabını öneriyorum.

 

Beslenme alışkanlıklarımızla ilgili kararlar böyle bir etik çerçevede değerlendirilerek alınırsa yerküremizin sönmekte olan geleceği biraz daha parlayabilir. ‘Yemek ve içmek’in bir kültür öğesi olduğunu unutmadan da argüman üretmemiz çok önemli. Bir Eskimo’yla, balığı öldürmesiyle ilgili bir etik tartışmaya girmenin bir anlamı olabilir mi? Ya da bir budiste, temiz et yemenin onun sağlığı için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışmanın? Kültür, insanın var olduğu koşullarla ilgilidir. Ama temiz ve etik olanı seçmek sadece insan olmasıyla bağlantılıdır. Yani temelde mesele ne yediğin değil, yediğinin ne yediğidir.

 

*Permakültür; etik temelli, sürdürülebilir insan yerleşkesi tasarımı bilimidir. Dayandığı 3 temel etik: dünyayı gözet, insanı gözet, ihtiyaç fazlanı bu ikisine vakfet.

** Permaculture Design Certificate (PDC), kurucusu olan Bill Mollison’un Permaculture: A Designer’s Manual kitabını temel alan 12 günlük (72 saat) bir tasarım kursudur. Uluslararası geçerliliği olan bu sertifikaya sahip her tasarımcı aynı zamanda bir eğitmen de olabilmektedir.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Yollar Açık
Kanserle “Savaş” ile Savaşmak
Cosmopolitan’dan Ayrılık Rehberi: Her Anlamda Göçertici Bir Deneyim

Pin It on Pinterest