True Detective ikinci sezon, dizi tarihinin gelmiş geçmiş en yerden yere vurularak izlenen dizisi olmuş olabilir. Sezonun daha ilk bölümünde başlamıştı homurdanmalar. Ama umutlu bir bekleyiş de vardı. İkinci bölümde toparlar, belki üçüncüde, hadi dördüncü bölüm diye diye sezon finaline geldik. Tuhaf olan, yayınlanan her bölümün ardından kopan kıyamet yeni bölümü bekleme motivasyonunu hiç düşürmedi gibi. Kötü, berbat, rezalet diye diye izletti kendini dizi.
Sezon hakkında yazılıp çizilenlere bakınca durumun nedeni 1. sezonun damaktaki taze tadı gibi görünüyor. Birinci sezon o kadar iyiydi ki ikinci sezonun altına dinamit döşedi. Biraz öyle oldu sahiden. Ama Pizzolatto’nun içinden çıkan Emrah Serbes‘i nasıl açıklayacağız o zaman? Yani burda öyle tuhaf, öyle inanılmaz bir denge var ki anlamaya çalışırken insan büyüleniyor biraz. Erkeklik, karakterler ve ilişkiler doğru kurulduğunda harika bir hikaye yaratabiliyor. Dozu azcık kaçtığı andaysa Bukowski’yle Cezmi Ersöz arası bir çamur deryasında güreşiyoruz hep birlikte.
Dizinin yaratıcısı Nic Pizzolatto’ya biraz böyle oldu bence. Birinci sezonun inanılmaz başarısının ardından eli ayağına dolaşan bir yazarın çuvallayışını izledik hep birlikte. Üzerindeki baskı o kadar büyüktü ki yapması en kolay hatayı yaptı. Birinci sezonda iyi ve güzel olan herşeyi daha da parlatayım derken alıp birer karikatüre çevirdi. Tekinsizliği delikanlılığa kurban etti.
Malum birinci sezonla birlikte Matthew McConaughey ve Woody Harrelson’a veda etmiştik. İkinci sezonda bu ikilinin yerini Colin Farrell ve Levent Üzümcü aldı.
Ama ilk sezonun Rust ve Martin’ine veda ederken, meğer bir hikaye yaratma ihtimali olan şeye de veda ediyormuşuz. Kendi karalığının içinde turşu gibi kalakalmış erkek polisler The Wire’dan beri gündemimizde, malum. Ve gündemimizde kalması da çok normal, çünkü bu turşulumsuluk sonsuz bir cevher. Tuzlu, sirkeli sularda bekletilerek sertleştirilmiş, tadını kaybetmiş, özenle kekremsileştirilmiş turşunun, tüm turşuların tadı az çok aynıyken kendini benzersiz kılma çabası ve bu uğurda maceradan maceraya atılması kendiliğinden bir hikaye alanı açıyor. İlk sezonda Rust ve Martin gibi birbirinin olmamışlığına ışık düşüren iki karakter bunu sağlamıştı. İkinci sezondaysa Pizzolatto kavanozda fazlaca beklettiği Colin Farell ve Vince Vaughn’la bir delikanlılık trajedisi yaratmaya çalıştı. Olmaz ki. Turşu onlar.
Nic Pizzolatto’ya birinci sezonda getirilen cinsiyetçilik eleştirisi, tuhaf bir biçimde ikinci sezonun kaderini yazmış gibi. İlk sezonda kadın karakter olmaması mesele edilmişti. Halbuki olmasına hiç de gerek yoktu. Birinci sezonun bilgeliğe heves ettikçe turşu kavanozunun dibini bulan karakteri Rus ve
normalin hevesindeki Martin’li hikayesi kendi patetikliğinin farkındaydı. Pizolatto’nun ikinci sezon için yarattığı ama nasıl konuşturacağını, ne hissettirip nasıl yaşatacağını zerre kadar bilmediği kadınlarsa başka bir olmamışlığı gösterdiler, Pizzolatto’nunkini.
Sert kadın polis “Ani” Bezzerides – tabiki çocukken cinsel tacize maruz kalmıştı ve s adı Antigone olmasından mütevellit sezon sonunda ölüsünü gömemedi. Jordan Semyon – Dizinin en iyi oyunculuğu olmakla birlikte, tabiki bütün sezon “bu pis işleri bırakalım Frank, az parayla kendimize temiz bir dünya kuralım” dedi. Sonra bir de Paul Woodrugh, kendine bile açılamayan gey polis. Potansiyeli çok yüksek olmasına rağmen Pizzolatto ona da karakter yazamamıştı çünkü SÜRPRİZ SÜRPRİZ yazarımız yalnızca turşuluğu yazmayı biliyor. İlk sezondaki gibi öz farkındalığı yani turşuluk bilinci olan turşuları. Ve bu kötü bir şey değil.
Ama işte öyle zor bir denge ki belki Pizzolatto bile ilk sezonda ne yaparak tutturduğunu bilmiyor. Düşündükçe buna daha da ikna oluyorum. Mesela Emrah Serbes bile hikaye kitabı Erken Kaybedenler‘de yakalamıştı o kıvamı. Arka arkaya gelen küçük hikayelerde erkekliğin acıklı güldürüsü çıkıyordu ortaya. Kahraman yoktu. Delikanlı yoktu. Bunlara ihtiyaç yoktu çünkü. Ama işte polisiye kurgu becerilemeyince, yani büyük hikaye zayıf olunca bolca silah, bölüm başı 20 ölü, battıkça batan ama delikanlılığından ödün vermeyen karakterler imdada koşuyor. True Detective ikinci sezondaki gibi.
Sonuçta elimizde kalan, hikayeye ürün yerleştirme kıvamında tutturulmuş kadın karakterler ve biri yükselmeye diğeri batmaya yeminli iki erkeğin gereksiz macerası. Polisiye desen değil. Gerilim desen yok. Delikanlılıksa sonuna kadar. Yani gerçekten. En, en sona kadar.
Delikanlılıklarıyla cümle aleme parmak ısırtıp, kadınlarını güvenli yerlere gönderdikten sonra yaklaşık 120 kişiyi tek bölümde öldürerek hakettikleri miyonlarca doları çantalara atan iki kafadar kazanmaya çok yakınken, yapmaya yazgılı oldukları trajik hatalar nedeniyle ölürler. Yüz yirmi yedi dakika süren ölüm sahnelerinin ardından Ray ve Frank delikanlılar cennetine uğurlanır. Gözyaşları sel olur. Arkalarında bıraktıkları gözü yaşlı kadınlar onların anısını ve (nasıl olup da son dakkada başardılarsa) dna’sını sonsuza kadar sadakatle taşıyacaklardır. Çünkü, sayın seyirciler, onlar da DELİKANLI KADINLARDIR.
(bu da mı gol değil? – son)
Gol tabi. Öyle bir gol ki sezonun bütün bölümlerinde olduğu gibi sezon finalinde de sesiyle ışıldayan Lera Lynn’e rağmen, True Detective 2 aslında bir Yeşim Salkım şarkısıyla nihayet buldu. Allah üçüncü sezonda utandırmasın.