Sandi Toksvig’in 13 Kasım 2020’de The Guardian’da yayınlanan yazısının çevirisidir.
Masam ölü kadınlarla dolmuş durumda, ki bu cümle beni dünyanın en savruk seri katili gibi gösteriyor. Tekrar başlamama izin verin. Kadın koleksiyonu yapıyorum. Tamam, bu daha da kötü oldu galiba, bu sefer de seramik yüksüklerden bahseder gibi oldum. Bir bakalım… Çok okuyorum –genellikle de tarih– ve ne zaman geçmiş dönemlerden hikâyesini şimdiye kadar duymadığım muhteşem bir kadına denk gelsem onu notlarımın arasına eklemek üzere ayırıyorum. Bunu özverili bir şekilde yapıyorum, zira sağlığım için buradaki risk oldukça yüksek.
Alman teolog Karl Gottfried Bauer, 1791 yılında şöyle yazmış: “Okurken fiziksel hareketin kesiliyor oluşu, hayalgücü ve duyguların değişimi ile birleşerek gevşeklik, mukus tıkanıklığı, iç organlarda şişkinlik ve kabızlığa yol açar, ki bu da, bilindiği üzere özellikle kadınlarda bizatihi cinsel organları etkiler.”
Dürüst olmak gerekirse, bunu okuduktan sonra zorlukla oturabildim; cinsel organlarım oldukça hareketlendi. İnanması zor ama kadınların oy hakkına karşı bir argümandı bu: Kadın türü oy vermek için yaratılmamıştı işte. Küçük zihinlerimizi çok fazla kullanırsak –okuyarak ya da Tanrı korusun, sivil toplumda yer alarak– dünyaya kendisi için getirildiğimiz yegâne şeyi tehlikeye atmış olurduk, yani üreme sağlığımızı. Bu nedenle, çocuk doğurma olasılığı olan bir kadınsanız ve bu yazıyı okuyorsanız rahminize sıkı tutunun, çünkü inişli çıkışlı bir yolculuk olacak.
Durun! Ya benim gibi menopoz sonrası dönemdeki kadınlar? Okumak elbette hormon çılgını beynimi sakinleştirebilir, değil mi? Ne yazık ki, hayır. 1913’te, muhteşem bir isme sahip İngiliz immünolog Sir Almroth Wright, mükemmelliği şüphe götürmeyen zihnini kullanarak İngiliz toplumuna hayati bir katkıda bulundu; Times gazetesine güçlü bir mektup yazdı. Bu mektupta, menopozun “bir kadının üreme yetisinin yok olmaya yaklaşmasıyla bağlantılı olarak gelişen ciddi ve uzun soluklu ruhsal rahatsızlıklara” yol açtığını ilan etti. The Unexpurgated Case Against Woman Suffrage [Kadınların Oy Kullanmasına Karşı Sansürsüz Dava] isimli bir kitap yazarak da zırvalamayı sürdürdü: Temel görüş, hiçbir erkeğin hayatındaki bir kadına ofise, seçim sandığına veya korkunç bir okuma kuyusu olan üniversiteye gitmesi için izin vermemesi yönündeydi, çünkü bu, kadını öldürebilirdi.
Almroth, ayılıp bayılmadan pek çok başarı elde edebilmiş kadınlar bulabildiğimi öğrenseydi şok olabilirdi. Masamda, uzay mekiği komutanları, yazarlar, keskin nişancılar, ressamlar, balıkçılık hakkındaki bir kitabın ilk yazarı (Juliana Berners, yaklaşık 1450’de), doktorlar, biliminsanları, sporcular, dünya liderleri ve hatta 1870’lerde Niagara Şelalesi’ni gergin bir ip üzerinde, ayağında şeftali sepetleri ile geçen bir kadın (Maria Spelterini) görüyorum. Tüm bu kadınlar, koltuk değneği olarak dayandıkları bir penis olmadan bir şey başaramayacak kadar zayıftı herhalde?
Toksvig’s Almanac [Toksvig’in Yıllığı] isimli kitabıma dahil etmek üzere bu muhteşem kadınlardan bazılarını toplamayı yeni bitirdim ama yine de masamdaki potansiyel hâlâ tümüyle toparlanmış değil. Çoğu gece karıma yeniden âşık olduğumu itiraf etmek durumunda kalıyorum. Ben tutkum hakkında gevezelik ederken o, “Bu seferki kim?” diye soruyor. Örneğin, Hintli bir dansçı olarak başlayan hayatını Uttar Pradesh’teki Sardhana Krallığı’nın hükümdarı olarak sonlandıran Begum Samru’yu ele alalım. Onu hiç duydunuz mu? Muhtemelen hayır ama onu kim sevmez ki? Sadece bir metre kırk santim boyundaydı, ki bu belli ki 3 bin kişilik bir orduya kumandanlık etmek için yeterliydi. Dahi bir lider olarak kabul görmüş, türban takmış, nargile içmiş ve Joan of Arc’tan esinlenerek Joanna ismini almıştı. Öldüğünde bugünün parasıyla 40 milyar dolara eşdeğer bir servet bıraktı. Ya da, yaklaşık 1400 yıl önce yaşayan ve Kore’nin üç eski krallığından birini yöneten Silla Kraliçesi Seondeok’a ne dersiniz? Düşünce, edebiyat ve sanatta bir rönesansa öncülük etti. Onun talimatıyla inşa edilen inanılmaz Cheomseongdae Gözlemevi’ne bir göz atmalısınız.
Leydi Lucy Houston’ın hayırseverliği ve kararlılığı olmasaydı İngiltere’nin Spitfire uçağına asla sahip olamayacağını biliyor muydunuz? Ve hazır savaştan bahsetmişken, korkunç korsan Karasakal’ı duydunuz mu? Karasakal, 19. yüzyılın başlarında Güney Çin Denizi’ni yöneten korsan lideri Madam Ching ile kıyaslandığında acınası biriydi doğrusu. Karasakal’ın dört gemisi vardı, Ching’inse 1800.
Kalbimi kıran hikâyeler de var. Martin Luther King Jr, 1963’te İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş’e önderlik ettiğinde beş yaşındaydım. Elbette büyük bir ilham kaynağıydı, ki tam da bu nedenle olaya dahil olan kadınlara iyi davranılmadığını öğrenmek korkunç. Etkinliğin düzenlenmesine yardımcı olan, bir başına 40 bin katılımcıyı işe alan ve herkesin yiyecek ve su alması ile özel olarak ilgilenen aktivist Anna Hedgeman için kalbim kırılıyor. Tüm bu emeklerine rağmen önde yürümesine ve konuşmasına izin verilmedi. King, “Bir hayalim var” dediğinde ağladı ve notlarına onun “Bir hayalimiz var” demiş olmasını nasıl dilediğini yazdı. King’in ünlü konuşmasının ardından o ve yürüyüşteki tüm erkek liderler Beyaz Saray’a davet edildi. Efsanevi Rosa Parks da dahil, orada bulunan kadınlardan hiçbirinin onlarla gitmesi istenmedi.
Zeki kadınların dışlanması yeni bir şey değil. 1912’de dünyaya gelen Çin doğumlu Amerikalı fizikçi Chien-Shiung Wu’yu ele alalım. Nükleer fiziğe önemli katkılarda bulundu ve Manhattan Projesi’nde çalıştı. Erkek meslektaşları Tsung-Dao Lee ve Chen Ning Yang’ın parite hakkında bir teorileri vardı ama bunu kanıtlayamadılar. Wu kanıtladı. Ne olduğunu anlamadığımı kabul ediyorum, ancak bu teorinin kanıtlanması dünyanın nasıl işlediğine dair temel bir keşifti. Erkekler 1957’de Nobel fizik ödülünü aldı ve Wu’ysa almadı. Ne sürpriz.
Bir de herkesin gözardı ettiği işleri yapan kadınlar var. 17 Mart 1923’te Olive May, BBC’nin ilk telefon operatörü oldu. Aradığınızda telefona yanıt veren kişi oydu. May mükemmeldi, ancak evli kadınların şirkette çalışmasına izin verilmediğinden nişanlandığında işini kaybetti. Her şeyin düzgünce devam etmesini sağlayan May’leri unutmak dünya için çok kolay.
Düşüncelerini söyleyip öne çıkmaya cesaret eden kadınlar başlarına gelecek şeylere hazır olmalı. 1920’lerin başında, öncü kadın doktorlar tarafından 1874’te kurulan ve kadınların eğitimi için muhteşem bir yer olan Londra Kadın Tıp Okulu’ndan mezun olan Dr. Una Ledingham’ı ele alalım. Ledingham, hamilelikteki diyabet sorunları konusunda uzmanlık kazandı. Bir doktorla evlendi ve kocası İkinci Dünya Savaşı sırasında aktif hizmetteyken kendi işinin yanı sıra onun muayenehanesini de yürüttü. Hakkında bulabildiğim her şey onun son derece yürekli olduğunu söylüyor. Gördüğüm tek fotoğrafında da kameraya cesurca bakıyor. Ne var ki bu, anılırlarken bile kadınların her zaman sevilerek hatırlanan bir özelliği olmuyor. Royal College of Physicians’ın internet sitesinde onun hakkında kısa bir biyografisini kaleme alan Richard Trail adlı bir adam şöyle yazdı: “Bazı yönlerden kendi kendisinin en büyük düşmanı idi; onun oldukça sert bir dış görünüş ve parlak iletişim güçlerini aşırı keskin bir zekayla bozma eğilimi altında yatan adaletini, açık görüşlülüğünü ve hastalarına karşı derin sempatisini, sadece anlayışlı bir kişi takdir edebilirdi.” Aşırı keskin bir zeka. Ne korkunç.
Belki de çağlar boyunca sorun buydu. Keskin dilli, lanet olası şu zeki kadınlar. Geçmişi, herkesin rol modellerini ve ilham kaynağını bulabileceği, insan deneyiminin karmaşık bir dokusu olarak görebilmek için bu hikâyelere ihtiyacımız var.
Her neyse, iyi haberlerim var. 18 Ekim 1929’da İngiltere Mahremiyet Konseyi kadınların şahıs olduğu yönünde oy kullandı. 1920’lerde Kanada’da Ünlü Beşli olarak bilinen bir grup kadın vardı. Emily Ferguson Murphy, Irene Marryat Parlby, Nellie Mooney McClung, Louise Crummy McKinney ve Henrietta Muir Edwards, kadın ve çocuk haklarını savunan beş süfrajet idi. Muir’in adıyla, Kanada Yüksek Mahkemesi’nden şu soruyu yanıtlamasını talep eden bir dava açtılar: “1867 İngiliz Kuzey Amerika Yasası’nın 24. Bölümü’ndeki ‘Kişiler’ kelimesi kadınları da içeriyor mu?” Bu önemli bir konuydu. Kadınlar yasal olarak şahıs kabul edilirlerse senatoya atanabilirlerdi. 24 Nisan 1928’de Kanada Yüksek Mahkemesi, oybirliğiyle kadınların bu tür “kişiler” arasında sayılmadığı kararını aldı. Beşli pes etmedi ve daha yüksek bir otoriteye, İngiltere Mahremiyet Konseyi’nin Yargı Komitesi’ne başvurdu. Komite de şaşırtıcı bir şekilde kadınların insan olduğuna karar verdi. Öff.
Ana görsel: Niagara Şelalesi’ni gergin bir ip üzerinde geçen Maria Spelterini.