PIN-UP’ın İlkbahar-Yaz 2020 tarihli 28. sayısında yer alan röportajın Türkçe çevirisidir. Röportajı gerçekleştiren: Drew Zeiba
PIN-UP Beatriz Colomina’yı SOHO dairesinde ziyarete geldiğinde ünlü mimarlık tarihçisi kendini hâlsiz hissediyordu ki, bu durum, oraya tam da hastalık üzerine konuşmak için geldiğimizi düşünürsek ironikti.
Princeton Üniversitesi’nde Mimarlık Tarihi Howard Crosby Butley Profesörü olan Colomina, tuvaletlerden savaşa, seksten uykuya uzanan kapsamlı analizleriyle mimarlık eksenindeki akademinin sınırlarını zorlayan, kurumun çoğunlukla bunaltıcı dünyasını sarsmak üzerine kurduğu bir kariyerin sahibi. En son kitabı, X-Ray Architecture (Lars Müller, 2019) birbirleriyle ilişkili olaylar olan tüberküloz salgını ile röntgenin icadının Avrupa’daki modernizmin ve buna bağlı olarak ihraç edilen fikirlerin öncüsü olduğunu iddia ediyor. Aramızda en az iki metre mesafeyle, Colomina her derde deva olarak tasarlanan cam ağırlıklı mimarlığın göz ardı edilen tarihçesini yeniden dikkate aldı.
X-Ray Architecture’da hastalık ve modern mimarlığın ilişkisini araştırmaya 1980’lerde başladığınızı açıklıyorsunuz. Tüberküloz ve onun modernizm üzerindeki etkilerine olan ilginizi ne ateşledi?
Hep insanların konuşmadığı şeylere çekiliyorum. Hastalık da böyle bir mevzu. Belki insanlar hakkında konuşmaya çekiniyor ama 20. yüzyılın başında mimarlar ve eleştirmenler hararetle tüberkülozu konuşuyordu. Hatta bu onların gerçek takıntılarıydı. Yine de nedendir bilinmez, bahsi geçen takıntı durup baktığınızda ve dinlediğinizde barizce her yerde olmasına rağmen tarihçiler bunu görmezden geldiler. Bütün bir nesli, temizlik ve saf mimarlık adına 19. yüzyıl iç mekânlarının duvar kaplamaları, halıları, perdelerinden uzaklaşmaya ikna eden asıl neden bu olabilir. Hastalık sadece yeni malzeme ve teknolojileri değil, mimarlığı da modernleştirdi. Neden? Çünkü dünya çapında her yedi insandan biri tüberkülozdan ölüyordu ama Paris gibi büyük bir metropolde bu rakam üçte bir civarındaydı. Mimarlar ortalığı temizlemek için —sadece estetik anlamda değil— oldukça kayda değer bir gerekçeye sahipti. Kitabın tezi de bu: Modern mimarlık başka hiçbir şeyle olmadığı kadar sağlık girişimiyle ilişkili. Aslında, modern mimarların sunduğu birçok fikir, mimarlık teorisinden değil doktorlardan, hemşirelerden ve başta tüberküloz sanatoryumları olmak üzere hastane mimarisinden geliyor. Yüzyıl dönümünde, önde gelen genç doktorlar, genç mimarlar ve genç mühendisler Davos gibi yerlerde işbirliği yapıyorlardı. Bu gerçek avant-garde/öncülüktü. İsviçre’deki ilk betonarme bina bir tüberküloz sanatoryumuydu. Sanatoryum modern mimarlığın laboratuvarıydı. Mesela tedavi için kullanılan güneşlenme terasları, sağlık bahşeden güneşe yakınlaşmak için dışarı çıkma fikrini öne süren 19. yüzyılın Alman Lebensreform [yaşam yeniliği] akımını binaların içine taşımaya olanak verdi. İç-dış mekânın birbirine geçişi, modern mimarlığın çıkışından çok önce tıbbi protokolde yer alan beyaz duvarlar, geniş camlar, kusursuz hatlar, sadelik vs. ile birlikte modern mimarlığın alâmet-i fârikası hâline geldi.
Sadece tüberküloz salgını değil, aynı zamanda hastalığın teşhisinde kullanılan aygıtın, röntgenin, icadının da modern mimarlığı şekillendirdiğini öne sürüyorsunuz.
Röntgenin bedenin içini görmeyi mümkün kılmasıyla eşzamanlı olarak mimarların da iç mekânı ve hatta kemik yapısını gözler önüne sererek binalarının içini görmemizi istemesi beni büyülemişti. Mies van der Rohe, deri-kemik mimarlığına dair konuşuyordu ve röntgenlere hayrandı, üstelik bu konu hakkında yayın bile yapıyordu. Bütün Mies estetiği bir röntgen estetiğidir. Röntgen görünürlüğüne duyulan bu arzunun mimarlık üzerinde de muazzam bir etkisi oldu.
Açılan ilk sanatoryumların terasları vardı ve tümüyle güneş ve açık hava tedavilerine (helyoterapi) odaklanmışlardı. Aslen ölümcül bir bakteriyel enfeksiyonu kontrol altına almayı hedefleyen bu tasarımlar günlük mimarlıkta nasıl yaygın hâle geldi?
19. yüzyılın büyük kısmında hastaneler sadece yoksulların değil tamamen sefil durumda olanların gittiği yerlerdi. Berbat, küçük düşürücü mekânlardı ve bu durum tüm bu modernleşmeyle birlikte kesin bir biçimde değişmeye başladı. Yüzyıl dönümünde varlıklı insanlar sinir hastalıklarının tedavisi için Viyana’daki Purkersdorf gibi sanatoryumlara uğramaya başladı, çünkü metropol çevresinde herkes oldukça gergindi. Sundukları Spa atmosferiyle her çeşit hastalığa seslenebilen arzu mekânları hâline geldiler. Kitabım bu arzu mekânının nasıl demokratikleştirildiğinin ve daha da ötesi, nasıl günlük yaşam modeline dönüştüğünün izini sürüyor.
Ayrıca 1920 ve 1930’larda Los Angeles’daki ünlü bir sağlık gurusu olan, sanatoryum ilhamlı Avrupa Modernizminin Kaliforniya’ya taşınmasına yardımcı olan Dr. Phillip Lovell’a odaklanıyorsunuz. LSD mikrodozlaması, aralıklı oruç ve Goop’un yükselişiyle sanki hala bir “sağlık” deneyinde yaşıyoruz gibi geliyor.
Evet. Gwyneth Paltrow günümüzün Dr. Lovell’ı! Dr. Lovell aslen doktor bile değildi. Hiç tıp okumadı, insanların şarlatan dediği hekimlerdendi. Yani, iki haftalık bir kayropraktik kursunu tamamlayıp Kaliforniya’ya gitti ve tüm sağlık sorunlarının nedeninin beslenmeyle alakalı olduğunu savunarak aniden ünlü oldu. Egzersizi, açık havada uyumayı ve çıplak güneşlenmeyi savunuyordu, ki göz açıp kapayıncaya kadar Los Angeles Times’ın editörü dahil tüm zengin insanlar Dr. Lovell’ı görmeye gitmeye başladı. L.A. Times’da bir köşe yazmaya başladı ve fazlasıyla ün kazandı. Robert Schindler’i Newport Beach’te bir ev yapmakla görevlendirdi ve ardından Los Angeles’taki sözde Health House (Sağlık Evi) için de Richard Neutra’yı. Bu evler tüberkülozu önlemek ve sağlıklı bir yaşam tarzını desteklemek için tasarlanmıştı ve her odanın dışında açık havada uyumaya imkân veren teraslar bulunuyordu. Tüberküloza karşı işe yarar bir tedavinin bulunmasının çok uzun zaman aldığını unutmamak gerekir, bu nedenledir ki tüberküloz epeydir mimarlıkla tedavi edilen bir hastalıktı. Sonra 1943’te nihayet streptomisini buldular ve 1950’lere gelindiğinde tüm sanatoryumlar kapanmaya başladı. “Benim binam tüberküloz için mükemmel,” diyen tüm mimarlar çark ederek “binam ruh sağlığınız için mükemmel” demeye başladılar. Neutra çok ilginç bir vaka çünkü kendisi de tüberkülozdan muzdaripti ve sanatoryumda bir yıl geçirdi, kardeşi ise aynı hastalıktan yaşamını yitirdi.
İşleri kendi tıbbî geçmişlerine bağlı başka modernist mimarlar var mıydı?
Evet, bir sürü. Mesela, Alvaro Aalto 1929’da Paimio Sanatoryumu’nun komisyonu sırasında hastaydı ve bu durumun sorunu anlamasına yardım ettiğini ileri sürdü. Mimarlığın her zaman dik duran sağlıklı birey için kurgulandığını ve tasarımlarımızı daima en güçsüz pozisyondaki birey için yapmamız gerektiğini söyledi. Bu benim için aydınlatıcıydı. Bugün, engellilik hususuna yönelik artan farkındalığımızla rampalar ve diğer cihazlar sonradan akla gelip ekleniyor fakat çoğu zaman yapılar herkesin işini görmüyor. Oysa Aalto’nun bahsettiği mimarlıkta gidilmemiş olan yol: İstisnasız biçimde en zayıf konumda olanlar için tasarlarsak başkaları da iyi olacaktır.
COVID-19 21. yüzyılın tüberkülozu mu? Eğer öyleyse, mimarlık üstünde ne gibi etkileri olacak?
Covid-19, 19. yüzyılda dünyanın her tarafında dalga üstüne dalgalarla şehirleri harap eden, kentsel altyapı ve planlamada muazzam değişimlere yol açan kolera salgını gibi daha ziyade. Bizim için soru koronavirüsün mimarlığı ve şehri nasıl değiştireceği. Kitapta göstermeye çalıştığım şey, mimarların doktorlar ve biliminsanlarıyla aktif biçimde iş birliği yaparak sağlık planlamasına çokça dahil olduğu. Kendimize gelip bunu yeniden gerçekleştirmemiz gerek!
Kapak görseli: Theo Effenberger’in Werkbund evleri sergisinde yer alan evi, Wroclaw, Polonya. Fotoğraf: Museum of Architecture of Wroclaw.
Görsel Kaynakçası: PIN-UP, Lars Müller Publishers