Mizahın hayatla kurulan iletişimde benzersiz bir yol gösterici olduğunu düşünmüşümdür hep. Seni elinden tutan, neşelendiren, güçlendiren, cesaretlendiren ve zihnine yeni cümleler ekleyen muzip gülüşlü bir yol gösterici. Mizah kelimesini ete kemiğe büründürsem karşımda böyle biri belirirdi.
Bir taraftan da mizah dili üretmenin, anlatıya komediyle yaklaşmanın alışıldık rutinleri, konfor alanlarını, hayatın içinde genel geçer kabul edilen kurallar silsilesini, rolleri, tartışılamayan doğruları, dokunulamaz kavramları yıkıp yeniden bu sefer başka bir bakışla inşa eden bir yanı olduğunu düşünürüm. Bağlam üzerine düşünülmüş, matematiği iyi işleyen ve içinde şakası bir cevher gibi parlayan metinleri kastediyorum. Komedi unsurunu imtiyazlı konumların tüm olanaklarını kullanıp, bunun kolaycılığıyla sistem içinde aksayan noktalara işaret etmeden hatta aksine bu imtiyazın getirdiği üstenciliğin altını çizerek çoğulculuk fikrini eleştirmekten uzakta kalan mizah, benim bahsetmek istediğimden çok uzak bir yerde.
Tam da bunlarla birlikte, belki bizlerin de diline yerleşmiş ve cis-het erkek diliyle üretilmiş “komedi” unsurlarının, tıpkı sinemada kadını nesneleştiren eril bakış gibi, kadını komedinin nesnesi yapan bir figüre dönüştürmeye çalıştığını görüyoruz çoğu zaman. Meslek şakalarından tutun da “Kadınlar şunu yapamaz, kadınlar böyle davranamaz, küfredemez.” parantezindeki “kadınlar çiçektir” modeli bir nesneleştirme. Ki zaten yabancısı değiliz bunun. Sadece dizi ya da filmlerden ya da cinsiyetçi şakalardan ve mizahtan bahsetmiyorum. Atanmış cinsiyet rollerinden, ikili cinsiyet sisteminden sıyrılmış, kalıpların dışında bir karakter ortaya çıkarmak ve bu karakterin dünyasına yeni bir gözle bakmak gerekliliğinden bahsediyorum. İmtiyazlı kabul edilen rollerin içinde “cesur” duran ofansif şakaların ters yüz edilmesinden de bahsediyorum ayrıca. Söz gelimi sahnede cinsiyetçi küfürleri ters yüz edebilen bir kadın komedyenin makul olmak zorunda bırakılan kadın imgesini yıkması, eril sahnenin tam karşısında durması yeni ve cesur bir mizah dili yaratmak adına oldukça önemli. Ve hatta ofansif mizaha ya da bu çatı altında üretilen şakalara bakarken ayrımcılık adına ne kadar yol kat edebiliyoruz ya da ya da ayrımcılığı mı besliyoruz, bakmak gereken nokta da bu. Ötekileştirilmiş, baskılanan, görmezden gelinen, azınlık kalan herkesin patriyarkaya ve onun başkahramanı cis-het beyaz erkeğe karşı bu ofansif mizahın üslup değiştirebildiği, yeniden üretilebildiği ve dönüştürebildiği bir komedi dili heyecanlandırıyor beni. LGBTİ+ların, kadınların, beyaz olmayanların, sesi duyulmayanların konfor alanına karşı atağa geçen bir ofansif mizah anlayışı, gerçekten tabu yıkan, dinleyeni bu çoğunlukçu düzen içinde rahatsız eden ve düşündüren bir komedi dili.
Ve gelelim bu uzun girizgâhın ardından bu yazıyı yazmama sebep olan yapıma. Kafam önceki paragrafta bahsettiğim cümlelerle meşgulken The Marvelous Mrs. Maisel diye bir dizinin başlayacağı haberini görmüştüm. İlk sezonunun fragmanı yayınlanmıştı henüz. Dizinin yaratıcısı Amy Sherman-Palladino’nun adı bu yapımı heyecanla beklemem için yeterliydi. Onun kadın hikâyelerinde mizahı sadece kısa süreli bir komedi aracı gibi değil bir itiraz ve mücadele biçimi olarak kullandığını biliyordum. Dizinin ilk fragmanlarını gördüğümde de bu heyecanımın çok yerinde olduğunu anlamıştım. Düğününde konuklar için konuşma yapan Miriam -Midge- Maisel’ın mikrofona ve ortama hakimiyetiyle başlayan fragman onun etrafındaki herkese ve her şeye dikkat kesilen bakışlarını da ekranın merkezine taşıyordu. Yani karşımızda sözünü hiç sakınmayacağının sinyallerini veren bir kadın vardı.
Dizi aslında normların biçimlendirdiği bu sistem içinde beyaz cis-het erkeklerin dünyasına ait olmayan, kendine olan sevgisini, cesaretini ve özgüvenini sorgulamaya her an hazır tüm insanlara sesleniyor. Burası 50’lerin Amerika’sı ve şarkıdaki gibi It’s Man’s Man’s Man’s World. Miriam Maisel dışardan kusursuz görünen hayatında, mutlu bir evliliğin içinde. İki çocuğu var. Gayet düzenli bir evin ve her gün tekrarlamaktan usanmadığı rutinlerin içinde öyle olagelmiş bir geleneğin mirasçısı olarak yaşıyor. İyi ve bakımlı bir eş ve anne, kocasının arkasında onun başarılarını takdir etmekle görevli bir kadın. Eşi Joel’in onu terk etmesiyle beraber bu öğrenilmiş kusursuzluk yerini Miriam’ın tek başına ve sevdiği işi yaparak ayakta kalacağı yeni bir maceraya bırakıyor. Bu macera da stand-up dünyasında gerçekleşecek.
Midge’ın daha ilk bölümlerde, sesini duymayı unuttuğunu görüyoruz. Hayatı kavrayışında, gülüp eğlendiği şeylerde, kendi tavrını ortaya koyuşunda sakındığı bir şey yok ama tam olarak kendi gibi de değil bu dünyada. Çünkü merkezine kendisini koyduğu bir hayat yaşamıyor. Yani erkek egemen dünyada tüm kuralların cis-het erkeğin lehine işlemesi sonucu baş kahramanlığın da onlara verilmesiyle işleyen bir silsile bu. Çalışma hayatında, eğlence sektöründe, evde…
Dizi hem konu hem de biçim itibarıyla komediyi merkezine alıyor aslında. Yani hem stand-up dünyasının temelinin mizah dilinden aldığı güç var hem de karakterleri işlerken komedi türünün ortasında anlatıyor hikâyesini. Midge sahneye adım atarken, o sahnede kendi hayatına, erkeklerin dünyasına, klişelere, öğretilen tüm doğrulara ve yanlışlara kılıçlarını çekiyor. Makul anne, makul eş, makul vatandaş değil artık. Onun makul olmaktan çıkması, monoton bir sisteme de karşıt olduğu için bu zıtlık ya da karakterin konumunu değiştirmesi komedinin biçim olarak da iyi işlemesini sağlıyor. Amy Sherman-Palladino’nun bu zıtlığı ve olagelen düzeni bozarken hem karakterleri hem de seyirciyi şaşırttığını, zamanla o şaşkınlığın yerini artık arzularını dile dökebilen bir karakterin aldığını ve dizinin onun dünyasının komedisine dönüşümünü izleyebiliyoruz. Midge, sahnede eski ismini yani Mrs. Maisel’ı kullanıyor; onu bir nevi mahlas yaparak yeni hayatını ve kariyerini yeniden yazacağı bir dönüm noktası olarak işaretliyor. Bu yolda da en büyük destekçisi ve yoldaşı Susie Myerson. The Gaslight Cafe’nin daimî çalışanı ve Midge’le birlikte artık komedi dünyasının kendine has menajeri. Heteronormatif dünyanın kalıpları içinde durmayan bir karakter Susie. Dizide şu ana kadar cinsiyet kimliğiyle ilgili bir şey söylenmese de en azından cinsiyet rollerine, hele ki 50’lerin dünyasındaki katı kurallı ikili cinsiyet sistemine dâhil olmadığını ve bu rolleri savunmadığını söyleyebiliriz herhalde. Midge’in sesini ilk duyan kişinin o olduğunu da. Hatta bu sesin eğer gür çıkarsa komedi sektöründe bambaşka bir şey yapabileceğini de. Daha sonraki bir bölümde Midge’in sahnede söylediği gibi: “Kadınlar neden olmadıkları biri gibi davranmak zorunda? Neden aptal olmadığımız hâlde aptal gibi davranmak zorundayız?” Onun neden o sahnede olması gerektiğini, o sahnenin neden bu sese ihtiyacı olduğunu, olmadığımız biri gibi davranmanın aynı kurallar altında yaşayan herkese dayatıldığını ve artık olmadığımız biri gibi davranmayacağımızı Midge’le beraber yola çıkarak deneyimliyoruz dizide.
Diziyle ilgili düşünürken sürekli andığım sahnelerden biri de dizinin ikinci sezon ikinci bölümü “Mid-way to Mid-town”da. Eril şakalarıyla sahneyi domine etmiş komedyenlerin olduğu bir komedi kulübünde en son Midge’e sıra geldiğinde -saat epeyce geç olduğu için izleyicilerin dağıldığı bir anda- tüm spot ışıkları -neredeyse kasıtlı- söndürülünce, Susie’nin ışıkları yeniden yaktığı, Midge’in sahneyi yeniden canlandırdığı ve izleyicilerin pür dikkat ve şen kahkahalarla onun şakalarına kulak kesildikleri bir sahne bu. Köhnemiş cinsiyetçi şakaların ardından kendi benzersiz şakalarıyla, erkeklerin duymak istemeyeceği üslubuyla (“kadın öyle konuşur muymuş??”) bir serap gibi sahnede beliren Midge’i aydınlatan, yine bu köhnemiş eğlence anlayışının karşısında duran Susie oluyor. Sahnenin sadece erkek komedyenlere çalışan konfor alanı Midge’in ve Susie’nin atağıyla bozulmuş oluyor. Ofansif mizahın yapısına başka bir pencereden bakan fevkalade bir yol gibi bu sahne.
Dizi biçim olarak da karakterlerine komedi yoluyla yaklaşıyor demiştim. Mesela Lenny Bruce. Bu sektörün imtiyazlı tarafında duruyor gibi gözükse de söyledikleriyle normlara, kalıp yargılara, baskılara karşı şakalarını yapan Lenny Bruce, komedi sahnesinde eril dilin ürettiği köhnemiş şakaların karşısında duran başka bir karakter. Ki bu karakter ilhamını da gerçek hayattan alıyor. Dönemin en ünlü komedyenlerinden Lenny Bruce’un Midge Maisel evrenindeki bir versiyonu bu izlediğimiz. Söyledikleri alışılagelmiş düzeni rahatsız ettiği ve sahnede makul davranmadığı için sürekli kendini nezarethanede bulan bir karakter. Midge’in yaptığı komediyle Lenny’nin komedisi üslup olarak da birbirine eşlik edebiliyor. Yani dizinin dünyasında makul olmayanların sesleri ve sahnesi yer alıyor. Bununla birlikte doğru kabul edilmiş alışkanlıkları içinde kendi rutininden dışarı çıkmayan Rose Weissman’ın da kabuğundan çıkmaya başladığını görüyoruz sonraki bölümlerde. Rose’un kızının komedyen olmasını bir türlü kabul edemediği bir “doğru kabul edilmiş yargılar” dünyası bu. Onun çıktığı programlara bakmayı reddeden, sahnede bir kadının stand-up yapmasını aşağılanacak bir şey olarak gören bir kalıp yargının içinde Rose.
Dizinin en gerçek, en mücadeleci ve en detaylı tarafı da bu kalıp yargıları bir nevi Hollywood-vari mutlu sonla oldu bittiye getirircesine nihayetlendirmemesi. Bunun nasıl aşılacağı konusunda her bir karakteri için ilmek ilmek tasarlanmış bir yol haritası çiziyor. Rose Weissman, üçüncü sezonun ikinci bölümü “It’s the Sixties, Man!”de memleketi Oklahoma’daki aile şirketinden payını almaya gittiğinde erkek kardeşlerinin onu yönetim kuruluna almadıklarını görünce onun kendi payına düşen parayı almayı da reddettiğini izlemiştik. Bu masada yeri yoksa bu parayı da istemediğini söylemişti yönetim kurulundakilere. Ama burada önemli olan geri döndükten sonraki değişimi: “O para tasmaydı, şimdi tasmasızım. Özgür, bağımsız.” diyor Rose. Ve sonrasında Midge’e dönüp hayatı boyunca böyle düşünmediğini, eşitlik peşinde koşmasına gerek olmadığını düşündüğünü, ömrü boyunca kararlarını başkalarının verdiğini ve bu durumdan mutlu olduğunu ve bu bağımsızlık fikrini aklına Midge’in soktuğunu kızgınlıkla bağırıyor. Aslında bu kızgınlık konfor alanını artık terk ettiğini kendine de itiraf ettiği bir anı imliyor. Bu anla beraber Midge’in kararlarına, komedi sektörüne de bakışı eskiye göre yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Hâlihazırda bu sistemin içinde bu mücadelenin henüz başında olan karakterlerden biri de Shy Baldwin. Cis-het beyaz erkek egemen sistemin içindeki, eğlence sektörü de bu sistemin kurallarından bağımsız işlemiyor. Bu sistemde beyaz ve hetero olmayan Shy Baldwin cinsel kimliğini saklamak zorunda hissediyor. Dönemin, düzenin ve toplumun kimliklere yönelttiği baskıyı Shy’ın hikâyesinde de aynı netlikte görebiliyoruz. Üçüncü sezonda 60’lar geldi ve dünya değişiyor düşüncesi yeşermeye başlamışken Shy Baldwin’in menajeri Reggie’nin siyah oldukları için onları o otele almayacaklarını söylediği anda da bu değişimin bir anda gerçekleşmeyeceği yüzümüze çarpıveriyor. Mizahıyla tüm bunları karakterlerinin hikâyelerine ekleyebilen The Marvelous Mrs. Maisel, eğlence sektöründeki kuralları -belki de- en katı yeri, sahneyi kullanarak Susie, Lenny, Shy, Rose, Abe ve Midge gibi karakterleriyle tıkır tıkır işleyen aile komedisinin bir taşlamasına dönüşüyor.
Dördüncü sezona geldiğimizde, Midge şöyle diyor: “Ses güçlü bir şeydir. Karanlıkta saklanan bir şeye ışık tutabilir. İnsanların düşüncelerini değiştirebilir. Böylece insanların davranışları da değişebilir. Fakat çeneni tutarsan hiçbir şey yapamazsın.”. Bu söz Midge’in, sahne adıyla Mrs. Maisel’ın yolculuğunun ve sesin öneminin mükemmel bir özetini sunuyor aslında. Artık kendi sesinin ve ne dediğinin farkında, kendi varlığını ve ismini sektördeki başka komedyenlere bağlı kalmadan afişlere yazdırabilecek güçte biri Midge. Susie’yle birlikte yol alacağı, Susie’nin biricik menajerlik şirketi Susie Myerson ve Ortakları’nın artık bir cisme kavuşacağı ve “O zaman sektörü değiştirelim!” diyeceğimiz bir sahne yolculuğu bu.
İşte bu yüzden The Marvelous Mrs. Maisel’ı çok seviyorum!
Ana görsel ve yazı içindeki çizim, Sezen Sayınalp.