The Guardian’da yayınlanan ‘Virginia Woolf, my mother and me‘ yazısının çevirisidir.
Virginia Woolf, partilerde çok eğlenceliydi. Bunu böyle baştan söylemek istedim, çünkü 70 yıl önce bugün ölen Woolf, genelde edebiyat tarihini uğursuz bakışlarla izleyen, İngiliz yazınının cepleri taş dolu kara leydisi olarak tasvir edilir.
Elbette karanlık dönemleri vardı, bundan birazdan bahsedeceğim. Ama öncelikle bilmeyenelerimiz varsa belirtmek isterim ki dönemsel bunalımlarına gömülmediği zamanlarda Woolf, partinize gelmesini en çok isteyeceğiniz davetliydi. Hemen her konuda eğlenceli bir yorumu olan, konuşmalarıyla parlayan ve insanı büyüleyen, her fikre karşı açık ve yüreklendirici değilse bile söylenenleri büyük bir ilgiyle dinleyen, gelecek ve getirebileceği mucizelerden heyecan duyan o mükemmel misafirdi Woolf.
Bunun yaninda her ne kadar amansız bir feminist de olsa, birinin kıyafetiyle ilgili yaptığı iğneli bir yorum onu günler süren bir kişisel hesaplaşmanın içine sokabilirdi. Dış görünüşü ve temsiliyeti konusunda sıkılgandı ve pek çoğumuz gibi imajı konusunda yetersiz hissetmekten mustaripti. Ayrıca yazarlığı konusunda da inanılmaz derecede güvensizdi. Çoğu zaman ‘cicili bicili yazın deneyleri’nin arşivleri tıkabasa dolduran diğer küçük merak ve çabalardan farkı olmadığını düşünürdü.
Zamanın, değeri anlaşılmayan sanatçıyı nihayet haklı çıkarması yeni bir hikaye değil. Ama yine de! Woolf çoğu zaman büyüleyici, her daim kırılgan bir yaratıktı. Depresyona meyilliydi, frijitti, hiç bir zaman tam olarak doğru şeyi giymezdi. Çoğu kişi onun zaman sınavında galip gelebilecek denli parlak olmadığını söyleyebilirdi. Hele de diğer büyük modernist James Joyce’un ölümsüzlüğünü bir kumandanın saldırı planı yapması gibi planladığını düşünürsek…
Woolf’un bundan 70 yıl önce, 59 yaşında kendini suda boğmasının sebeplerinden biri, son romanı Perde Arası’nı kendi kendine mutlak bir başarısızlık olarak değerlendirmesiydi. Herhalde yaşadığı süre boyunca başarılarından böyle şüphe duyan az sayıda mühim yazar olmuştur.
Woolf’un da bir karakter olarak yer aldığı ‘Saatler’ isimli kitabımın basımından bu yana, beklemediğim halde onunla ilgili bir çeşit uzman olarak anılır oldum. Beni şaşırtan ise bana şu sorunun sorulma sıklığı; ‘Tamam, Woolf mükemmeldi ama bi Joyce da değildi değil mi?’
Hayır, bir Joyce değildi. O kendisiydi. Kendi sınırları vardı. Sadece yüksek zümreden insanları yazardı ve yazıları hiç bir tür cinsellik içermezdi. Tüm işlerinin içinde yalnızca iki tane romantik öpücük sayılabilir, biri Dışa Yolculuk’ta diğeri ise Bayan Dalloway’de. Bu iki nispeten erken dönem kitaplarından sonra da, hiç bir erotik tefrikası görülmedi.
Fakat aslında, bana öyle geliyor ki insanların Woolf ile ilgili temel çekincesinin nedeni onun kadınlarla ilgili, eve dair meseleler ile ilgili yazmasıydı. Joyce ise genellikle erkekler üzerine yazmayı akıl etmişti.
Woolf bir kadın olarak, hayatta eline yapılacak çok az şey verilmesinin çaresizliğini biliyordu. Elbette ısrarla bildiği bir diğer şey de ev çekip çevirmek ve partiler vermekle geçen bir hayatın illa ki değersiz-boş bir hayat olmadığıydı. O bize, dışarıdan bakanlara sıradan görülecek mütevazı ve evcil bir hayat yaşayan herhangi birinin bile destansı bir seyahatin içinde olabileceğini öğretti. Bir çok yazarın yok saydığı bir hayat biçimini görmezden gelmeyi reddetti.
Bu Woolf’un tutarsız ruhsal durumundan, ya da kendisinin de bu unutulan çoğunluğun bir parçası olarak görülmesi endişesinden kaynaklanıyor olabilir. Kendini fazla kaptırdığında veya heyecanlandığında, ‘depresyon’ kelimesini hafif bırakacak bir ruh haline bürünürdü. Berrak zamanlarında partilerde harikaydı. Ancak diğer ruh halinde yatıştırılamaz oluyordu. Halisünasyonlar görüyordu. Bazen, özellikle kocası Leonard olmak üzere kendisine en yakın olanlara, dehasına özgü ölümcül bir keskinlikle patlıyor, mantığını tamamiyle yitiriyordu. İşte o Virginia hiç eğlenceli değildi.
Bu kara nöbetler genellikle haftaları işgal eder ancak sonunda hep geçerdi. Fakat Woolf sadece bir sonraki nöbetin beklentisinden dolayı değil, bu dengesiz ruh halinin kariyerine etkilerinden de dehşetle korkuyordu. Kendi deliliğinden duyduğu bu korku ilk iki romanı Dışa Yolculuk ve Gece ve Gündüz’ün nispeten daha geleneksel olmasına yol açmıştı. Diğer yazarlarınki gibi aklı başında romanlar yazabileceğini, yazılarının deli bir kadının sayıklamaları olmadığını kendine ve herkese ispatlamak istemişti.
Dahası, ruh sağlığının yerinde olduğunu editörüne, yani kendisine 12 yaşındayken tecavüz etmiş olan ağabeyine ispatlama hırsı içindeydi. İlk iki romanı boyunca ağabeyine, kendisine ömürlük bir hasar vermiş olmadığını ispat etmek istemesi anlaşılmayacak bir şey değil. Ayrıca aynı dönemde çok az erkek yazarın bu tip durumlara maruz kaldığını tahmin etmek de zor değil.
Gece ve Gündüz’ün yayınlanmasından sonra, Woolf’u ajite eden sebepleri azaltmak ve kara nöbetlerini iyileştirmek amacıyla Leonard ve Woolf Richmond’ın bir banliyösüne taşınarak, evin bodrum katına bir baskı makinesi kurdular. Bu Hogarth Press’in başlangıcıydı. Woolf’un teklifsiz romanı Jacob’un Odası’nın ilk basımı burada yapıldı. Leonard’la birlikte kendi romanlarını yayınlamak Woolf’un yazınında hayati farklar yaratıyordu. Bir anda açıklanması gerekmeyen ve diğer yazarlar gibi yazabildiğini kanıtlamıştı. Artık kimseye bir şey kanıtlaması gerekmiyordu. Sonuç olarak artık ölümüne kadar sürecek olan ‘büyük yazar’lık dönemi başladı. Bayan Dalloway’den sonra Jacob’ın Odası ve arkasından da Deniz Feneri ve Orlando: Bir Yaşamöyküsü gibi eserler yazdı.
Bu yeni özgürlük Woolf’un sanatında elzemdi ancak dönemsel depresyonlarına olumlu bir katkı sağlamıyordu. Depresyon ömrü boyunca kurtulamadığı bir belaydı. O dönem psikiyatri emekleme çağında bile sayılmazdı –Hogarth, Freud’un ilk dönem çalışmalarını neden sonra yayınladı- ve Woolf’un derdine çare bulunamıyordu. 1920’lerde akıl hastalıklarının dişlerde oluşan enfeksiyonlardan olabileceğine dair inanç dolayısıyla pek çok dişini çektirdi. Bunun yardımı dokunmadı.
Yine de Woolf’un çok kişiye göre daha derin bir acıya vakıf olduğunu belirttikten sonra, kaderin gizemli bir cilvesiyle aynı şekilde yaşamanın saf sevincini de en derinlikle hissettiğini söyleyebiliriz. Basitçe, bir haziran’ın sıradan bir salısında bu dünyada var olmanın gündelik hazzı… Onu seven bizlerin böylesine ateşli bir şekilde sevmesinin nedenlerinden biri de bu. Her şeyin ne denli berbatlaşabileceğini biliyordu. Yine de, ölümle son bulacak pek çok güzelliğin karşısında yalın/yokolmaz bir güzelliğin varlığında ısrarcıydı. Woolf’un dünyaya hayranlığı, dünyaya dair iyimserliği, bizim inanmamız gereken savlardır çünkü o dibin de ta en dibini görmüştür. Kitaplarında hayat, her zaman yüce, şatafatlı ve harikuladedir; derinliklere ve engellere baskın gelir.
Bayan Dalloway’i ilk okuduğumda lise ikideydim. Biraz dalgacı bir tiptim ve aklıma esip de bu tip bir kitabı kendi kendime elime alacak halim yoktu. (Sizi temin ederim Los Angeles’ta okuduğum tembeller okulu müfredatının bir parçası filan da değildi) Kitabı, o sırada kitabı okumakta olan bir kızı etkilemek gibi umutsuz bir girişim adına okuyordum. Yani şehvetsel sebeplerle olduğumdan daha edebi görünmeye çalışıyordum.
Bilmeyenler için anlatayım, Bayan Dalloway 52 yaşında bir yüksek zümre hanımefendisi Clarissa Dalloway’in bir gününü anlatır. Romanın seyrinde bir işini halleder, artık ilgilenmediği eski bir sevgiliye denk gelir, biraz uyuklar ve bir parti verir. Konu budur.
Buna rağmen bizler, roman boyunca Clarissa’nın bakış açısına konumlanmayız. Bilinç, bir bayrak yarışında yarışmacıların birbirine bayrağı teslim etmesi gibi karakterden karaktere teslim edilir. Teker teker, Peter Walsh isimli eski sevgilinin; Clarissa’nın birlikte alışverişe gittiği kızı Elizabeth’in aklına girer; I.Dünya savaşında gazi olmuş savaş bunalımlı Septimus Warren Smith’in zihninde kayda değer bir vakit geçiririz. Bunların dışında epey tesadüfi figürlerin de zihnine kısa sürelerle girer, mesela Bond Sokağı’nda Clarissa’nın yanından geçen bir adamın veya Hyde Park’ta bir bankta oturan yaşlı kadının düşüncelerini dinleriz. Neticede hep Clarissa’ya döneriz ancak onu bu na-fevkalade gününde çevreleyen pek çok gülünç olaya ve trajik hayata da nail oluruz. Anlarız ki Clarissa, yani herkes gündelik işlerini hallederken, dünya ile esasında uçsuz bucaksız bir etkileşim içindedir ve hatta yalnızca bir günün içinde varolarak dünyayı ufak ufak değiştirme gücüne sahiptir.
Mrs. Dolloway’de Woolf, yeterince dikkatle bakarsak hemen herkesin hayatındaki bir günün bütün insan hayatı hakkında bir şeyler söyleyebileceğini kanıtlar, aynı DNA’nın her sarmalında bütün organizmanın bir haritasının olması gibi. Mrs Dolloway ve diğer Woolf romanlarında önemsiz hayat diye bir şeyin olmadığı, yalnızca onlara bakışımızın yetersiz olabileceği mesajını alırız.
Ben tabii 15 yaşındayken bu mesajların hiçbirini almamıştım. Mrs Dolloway’i anlayamamıştım ve o kıza (bugün her neredeyse umarım iyidir) akıllı görünme çalışmalarım da suya düşmüştü. Fakat Woolf’un cümlelerindeki yoğunluk, simetri ve saf kas gücünü eğitimsiz ve tembel sayılabilecek çocuk halimle bile görebiliyordum. Çok etkilenip Woolf’un Jimi Hendrix’in gitarla yaptığı şeyin benzerini kelimelerle yaptığını düşünmüştüm. Bundan kastettiğim karmaşa ve düzen arasında ince bir yol bulup orada yürümesi, cümleleri tam bir rastgelelik denizine düşecekken birden geri dönüp bütünlüklü bir melodinin içine katılması. Benim cümlelerle o zamana kadarki tecrübem basit, açıklayıcı olanlarından ibaretti. Woolf’un cümleleri ise daha önceden bilinmeyen, gizli şeyleri açıklıyordu. Birden başka kitaplar da içinde benzer mucizeler saklıyor olabilirmiş gibi geldi. Ve sonradan keşfettim ki, bazıları öyleydi gerçekten de. Bayan Dalloway’i okumak, beni küçük adımlarla bir okuyucuya dönüştürdü.
Beni hayranlık ve şaşkınlık duyguları içinde bırakan ilk okuyuşumdan seneler sonra Woolf ve Bayan Dalloway hakkında bir kitap yazmaya teşebbüs ettim. Doğal olarak baştan fikre epeyce tereddütle yaklaştım. Bir kere bir dehaya o kadar yaklaşırsanız elinizdeki avucunuzdakinin daha da küçük gorünmesi tehlikesi var. Sonrasında ben bir erkeğim ve Woolf sadece büyük bir yazar değil, bir feminist ikon da. Uzunca bir suredir Woolf’un kadınlara ait olduğuna dair bir duygu var.
Ben gene de kitap okumak hakkında bir kitap yazmak istedim. Mrs Dalloway, o zaman büyük meselelerini anlamamış olsam da bana görece erken bir yaşta mürekkep ve kâğıtla neler yapılabileceğini göstermişti. Bazılarımız için belli bir kitabı belli bir yaşta okumak çok önemli bir tecrubedir ve en az ilk aşk, bir ebeveynin ölümü, yıkılan bir evlilik gibi diğer, daha bilindik ilham kaynakları kadar da geçerli bir yazı konusudur.
Ben de mavi renkli, şeytani alevler içinde kavrulmanin insanın yazabileceğini zaten bildiği bir romanı yazmasından gene de daha iyi olduğuna karar verdim ve bütün bu kuruntularımı cebime koyarak, yola çıktım.
Romanım Saatler, Bayan Dalloway’in modern bir yeniden anlatışı olarak ortaya çıktı. Kadınların daha geniş bir imkanlar yelpazesine doğduğu bir dünyada Clarissa Dalloway’in karakterinin ne kadar değişeceğini merak ettim. Bu fikrin pek ilginç olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Zaten bir tane Bayan Dalloway’imiz vardı, o da harikaydı. Kim niye başka bir tane istesindi ki?
İnadımdan (tabii inatçılık da romancılığın başat kurallarından), kitabı olduğu gibi bırakmak istemedim. Elimdekileri iki katmanlı bir hikaye olarak yeniden yazmayı denedim, dönüşümlü olarak bir bölümde bugünün Bayan Dalloway’ini anlatacak, diğer bölümde ise Woolf’un romanı yazmaya başladığı günü ziyaret edecektim. Her zamanki gibi kendi yeteneğinden şüpheli ve güvensiz Woolf’un sonsuza kadar yaşayacak o romanın ilk cümlelerini yazdığı günü. Yazdığım iki ayrı hikayenin üst üste gelip öpüşebilmesi için Woolf’tan bahsettiğim bölümleri Clarissa hikayesinin arka sayfalarına yazmayi bile denedim ama tabii böyle fikirler bir odada yalnızken kulağa daha iyi geliyor.
Gene de, ikincil bir dizenin eklenmesinden sonra bile kitap olması gerektiği gibi değildi. Edebi bir egzersizden öteye geçemiyordu. İnatla gerçek bir roman değil, bir roman fikri seviyesinde kalıyordu.
Bu noktada her şeyi bıraktım ve başka bir kitap yazmaya karar verdim. Ama bir sabah, bilgisayarın önünde otururken aklımın şöylece bir gezinmesine izin verdim: Woolf neden benim için bu kadar, neredeyse bir yılımı onun hakkında lanetli bir roman yazmaya ayıracağım kadar önemliydi? Tamam, Bayan Dalloway’i çok seviyordum, her romancının sevdiği romanlar vardır ama pek azı bu eski kitaplar hakkında yeni bir kitap yazmaya kalkar (aklıma ilk gelen istisna Jean Rhys’in Jane Eyre’i Bay Rochester’in ilk karısı Bertha’nın gözünden anlattığı Geniş Geniş Bir Deniz romanı)
O zaman benim zorum neydi? Bilgisayarın önünde Clarissa Dalloway’i hayal etmeye başladım, arkasında yaratıcısı, Virginia Woolf duruyordu. Birden, nereden çıktıysa, Woolf’un arkasında da kendi annemin durduğunu hayal ettim.
Biraz daha düşündükçe farkettim ki, annem bu roman icin gerçek üçüncü karakterdi. Annem bir ev hanımı, Woolf’un “Evin meleği” diye tabir ettiği türden bir kadındı ve kendini bir çok ev meleği gibi kendi için çok küçük bir yaşam için kurban etmişti. Annem bana her zaman yakalanıp banliyöye hapsedilmiş bir Amazon kraliçesi gibi gelirdi. Sanki içine sığamayacağı bir mağarada yaşıyordu ama bir şekilde sığmayı başarıyordu işte.
Annem sıkıntılarını akla gelen her türlü ayrıntıya takarak geçirirdi. Bir günün yarısını bir parti için peçete seçerek geçirebilirdi. Her yemeği en ince ayrıntısına kadar planlar ve gene de başarısız olduğunu düşünerek üzülürdü. Mikroplar eninde sonunda eve girmeye çalışmaktan tamamen vazgeçti, çünkü barınamayacaklarını farketmişlerdi.
Ekranıma bakarak düşünmeye başladım …Eğer işin sonunda duran amacı çıkarırsak – bir kadın için bir roman, bir diğeri içinse içine hiçbir üzüntünün giremeyeceği kadar mükemmel bir yuva- ortada görülen çaba tamamen aynıydı. Bir ideali gerceklestirme, tanrisal olana ulasma istegi ve insan eli ve aklinin yaratabileceginden daha buyuk bir seyler yaratma arzusu, ustelik bu eller ve akillar ne kadar yetenekli olursa olsun.
Birden farkettim ki annem ve Woolf birbirine çok benzer teşebbüslere girmişlerdi. İkisi de imkansız idealleri kovaliyorlardi. İkisi de asla tatmin olmuyordu, çünkü kitap da olsa pasta da olsa sonuç parmak uçlarından kıl payıyla kaçıp gitmiş gibi görünen mükemmelliğe bir türlü ulaşmıyor, ulaşamıyordu.
Bu eşitlik, Woolf’un bıraktığı mirasın ruhuna da uygun göründü. Hiç bir hayatın bir kenara atılamayacağında, kadınların hayatlarının erkeklerinkinden daha sık ve çok kenara atıldığında inatla ısrar etmişti ne de olsa. Ve böylece, annemi Woolf’un Mr. Bennet ve Mrs. Brown adlı bir yazısından eşinle Laura Brown olarak yeniden adlandırarak romanımı üçlü bir anlatıma çevirdim ve oradan yola devam ettim.
Her ne kadar büyük bir yazar ne hakkında yazdığından bağımsız olarak her zaman öncelikle büyük bir yazar olacaksa da, Woolf muhtemelen kadınların sürdüğü hayatların en büyük kayıt tutucusuydu. Onun kadınları nadiren un ve şöhrete sahiptiler, becerileri genelde geleneksel kabul ettiğimiz türdendi. Bayan Dalloway, aynı Deniz Feneri‘ndeki Bayan Ramsey gibi kusursuz bir ev sahibiydi. İkisi de hem bir yemek daveti vermek konusunda çok becerikli, hem davetlileri rahat ettirmek konusunda çok başarılı, hem de yemek ve sofra susunun tam kararında olmasını sağlama konusunda çok iyiydiler. Biz geçen seneler içinde bu becerileri önemsiz bulmaya başladık, kendine 2011 senesinde hala daha çok erkeklere bahsedilen global mücadelelerle ilgilenen kadınları daha çok destekler olduk (böyle yapmamizda tabii ki hiçbir mahsur yok).
Fakat Woolf’un dehasının bir kısmı kendi kadınlarını -fazla yüceltmeden- aşağılamayı reddetmesinde. Mesela romanlarında gülünç olan birileri varsa bu genelde erkeklerdir: Mahkemedeki küçük işiyle Richard Dalloway, zekâsı, yeteneği ve potansiyeli konusunda rahatlatilmaya duyduğu ihtiyaçla Mr Ramsey. Woolf’un romanlarindaki erkekler çalışıp didinir ve dünyadaki yerlerine ağlayıp dururken kadınlar erkekleri, ailelerini ve evlerini yaşamla doldurur. Woolf’un kadınları, odaların içindeki yüksek akım gibidirler, huzur ve güç kaynağıdırlar. Bu kadınlar eninde sonunda, işimiz daha genç insanlar tarafından elimizden alındığında ve dünyevi uğraşlarımız tozlu raflara kalktığında bile yemeğe ve sevgiye ihtiyaç duyduğumuzu bilirler.
Woolf, kendisinden bekleneceği üzere, bu konular üzerinde bir karara varabilmiş değildi – onları harika biçimde dile dökmeyi başarabilse bile. Gerçek sanatçının çocukları, sevgilileri ve yaptığı resimlere özen gösterdiğinde bile üzerinde bir boşvermişlik havası olan kızkardeşi Vanessa’nın olduğuna inanıyordu. Woolf kızkardeşinin entelektüel meselelerde çok parlak olmadığını kabul etse de Vanessa’nın parlak bir ruhu olduğunu hissediyordu, kendisi ise kısır ve geçkin bir sırıktı. Kocası Leonard’la evliliği arkadaşçaydı ama aralarında tutku yoktu, dahası kendi hayatını da kitaplar üretmeye adamıştı, eh bu da saygıdeğer bir uğraştı ama eninde sonunda aile yaşamının yanında kuru kalıyordu.
Woolf bu hisleri Kendine Ait Bir Oda’yı yazarken dahi içinde taşıdı. Eski dişil emirleri fırlatıp atmak, insanın düşündüğünden daha zor gibi görünüyor. Sanatta büyüklüğün ölçütünün sanatçının kendi karakteri, güvensizlikleri ve engebelerini aşabilmesi olduğunu söyleyebilirsiniz. Evet Woolf kadınlar için eşitlik talep ediyordu, fakat bir yandan çocuksuzluğunun hayatını başarısız kıldığından da endişeleniyordu.
Romanım Saatler (ki bu Woolf’un Bayan Dalloway için bulduğu ilk isimdi) nasıl olduysa yayıncısını, editörünü ve yazarını şaşırttı ve baştan çok açık görünen kaderini olan ‘bir kaç Woolf hayranı tarafından tenkitle okunduktan sonra gururu kırılmış bir biçimde kalanlar masasına marşmarşlanmaktan’ kurtuldu. Çoksatan standartlarına göre pek bir şey olmasa da gayet iyi sattı ve en şaşırtıcısı, daha sonra filme çekildi. Üstelik Virginia’yı Nicole Kidman’ın, Clarissa’yı Meryl Streep’in, Laura’yı ise Julianne Moore’un oynadığı bir filme. “Woolf bu film ve kitap hakkında ne düşünürdü?” sorusunu defalarca duydum. Neredeyse eminim ki kitabı pek sevmezdi – Woolf ateşli bir eleştirmendi. Muhtemelen film hakkında da tereddütleri olurdu, ama içten içe kendisini güzel bir Hollywood yıldızının oynamasından memnun olacağını düşünüyorum.
Kitapta yer alan hayattaki tek kişi, annem, cesurca tam tersini söyleyip dursa da durumdan pek memnun değildi ama. Ben şapşallık ederek hayatının bir romanda yer alabilecek kadar önemli olduğunu düşünmemden gururlanacağını düşünmüştüm. Aklıma kendini afişe olmuş ve ihanete uğramış hissedeceği, yanlış anlaşıldığını düşüneceği hiç gelmemişti. Anneler, lütfen çocuklarınızı romancı olarak yetiştirmeyiniz.
Roman yayınlandıktan bir kaç sene sonra, film henüz çekilirken, anneme kanser teşhisi kondu. Hastalığı uzun süredir farkedilmeden vücudundaydı ve bulunduğunda epey ilerki bir safhadaydı. Teşhisten sonra neredeyse bir sene kadar yaşadı.
Son günlerinde babam, ben ve kızkareşim Los Angeles’ta onunla beraberdik. Filmin yapımcısı Scott Rudin’i aradım ve “Galiba annem filmin son halini izleyemeyecek, bana elindekini gönderebilir misin?” diye sordum. Rudin’in elinde 20 dakika kadar günlük çekim vardı ve bir kurye eşliğinde evimize ulaştırdı. Kurye diğer odada beklerken videoyu televizyona koydum.
Ve böylece kendimi ölüm döşeğindeki annemle beraber 15 yaşımdan beri evde olan eski kanepenin üzerinde, Julianne Moore’un kendisini canlandırmasını izlerken buldum, sanki henüz ölmemişken hayata çağırılıyormuş gibi.
Daha büyük şeyleri düşündüğünüz zaman, önemsiz bir an, küçük bir lütuf gibi görünüyor. Ama gene de, romanın basılmasından tam 10 sene sonra hala bu düşünceden etkilenmeden duramıyorum: Spektrumun bir ucunda Woolf, romanını yazmaya başlıyor, sonucun garip bir şey, dahiden çok deli sayılabilecek birinin elinden çıkmış başarısız bir insan deneyi olacağından korkarak. Üstelik dünyada acıların, savaşların olduğu, büyük insan topluluklarının öldürüldüğü bir dönemde kendini sıradan kadınların yaşamıyla meşgul ettiği için beceriksiz bir yazar olarak görüleceğinden de endişelenerek. Spekturumun bir diğer ucunda, tam 70 sene sonrasındaysa teoride Woolf’un hakkında pekala yazabileceği bir kadın, annem duruyor. Kanepesinde oturmuş, inanılmaz yetenekli bir aktrisin kendisini canlandırmasını izliyor ve umarım biliyor ki hayat hikayesi kendi düşündüğünden çok, ama çok daha değerli.
Çağla’nın notu: Görsel için İlya Repin’in şu resmini utanmadan, sıkılmadan kirlettim. Hem de Joan Holloway’in mükemmel siluetiyle! Aslında baştan Woolf, arkasında Clarissa, onların arkasında da karanlık siluet Laura, aynı Cunningham’ın romanı hayal ettiği gibi öylece duracaklar, arkalarındaki sonsuz düzlüğü hesaplayacaklardı. Hatta bir noktada tamamen çıldırıp görseli şarkılı yapıp Sertab Erener’den Koparılan Çiçekler eşliğinde sunabilir miyim diye testler de yaptım ama olmadı. (Anlam bombardımanı) Zaten sahte fotoşopumla üç kadını da güzel birleştiremedim, Hababam Sınıfı beden dersine benzedi. Ama arkasındaki niyet çok iyiydi ve neredeyse çeviriye harcadığım kadar vakit harcadım, bilin istedim. Hayallerim büyüktü, elimde ufalanan gerçek oldu. Şarkılı görselin de arkasını bırakmayacağım, bakanlığa kadar yolu var.