İstanbul’da çok katlı bir plazada çalışıyorum, beyaz yakalı adını verdikleri sınıfa mensubum. Ofisim otuz altıncı katta. Bu yükseklikten dışarı bakınca neredeyse tüm İstanbul görünüyor. Aşağıda trafik deli gibi akıyor ancak buralara şehrin hiçbir sesi gelmiyor, bu fanusun içindeyken İstanbul bizim için hareketli bir tablo yalnızca.
Şu anda ise toplantı odasındayım, bir başımayım, yüzüme “çalışıyorum ve çok ciddi işler peşindeyim, lütfen beni meşgul etmeyin” ifadesini yerleştirdim ve bu yazıyı yazıyorum. İşe yarıyor. Kimse ne soru sormaya ne de muhabbete geldi. Toplantı odasının duvarları kısmen şeffaf, içeride olan biten görülebiliyor, gene de masamdakinden daha korunaklı hissediyorum burada. Bu katta toplantı odaları ve birkaç yönetici odası haricinde açık ofis sistemi var ve herkesin ekranını gören birileri mutlaka var. Ortamda sürekli bir kakafoni hakim. Zira biri konuşunca öteki de konuşmaya başlıyor, sonra ben de araya giriyorum, derken sessizlik erişlmesi imkânsız bir huzur oluyor, sakince işini yapmak bir lükse dönüyor. Veya sakince kaytarmak.
İş günleri alarmım sabah altıda çalıyor. Eğer hem ütü yapmak hem kahvaltı etmek hem de aynada kendime alıcı gözle bakmak istiyorsam bu saatte kalkmış olmam gerek. Ama tabi alarmın çalmasıyla birlikte içimde deli bir pazarlık başlıyor. Ne yaparım da beş dakika daha yatakta kalmaya kendimi ikna edebilirim diye. Kimi zaman kahvaltıdan feragat ediyorum kimi zaman makyajdan. Gene de son tahlilde yaptığım pazarlık beni mutlu etmiyor, çünkü koşturarak güne başlamanın tatsız bir yanı var. Akşamları ise eve geldiğimde saat yedi buçuğu bulmuş oluyor. Yorgunluğu üzerimden atmak için de bir süreye ihtiyacım var. Her zamanki gibi akşam trafik berbattı. Evdeki işler, çamaşır, bulaşık, temizlik… Günde sekiz saat uyku uyumak gerekirmiş, tüm gazetelerde okuyorum bunu. Demek ki günde ancak iki saat ayırabilirim kendime. Bu hesabı bazen inanamayarak tekrar tekrar yapıyorum. Metamatiksel bir hata olmalı sanki. Ama yok. Tam olarak böyle çalışıyorum ve yaşıyorum.
Modern insan kendisini ne iş yaptığıyla tanımlıyor çoğunlukla, yeni tanıştığımız birine sorduğumuz ilk sorulardan biri işinin ne olduğu oluyor. Zaten hayatımızın kabaca üçte birini işe veriyoruz. Mesleğimle aramda ilk zamanlar tutkulu bir ilişki vardı, sonra yavaş yavaş birbirimizden soğuduk, geldiğimiz noktada ise birbirimizin yüzüne bile bakmak istemiyoruz. Pek çok idealim vardı, aklımda yapabileceklerime dair aşağı yukarı kendime biçtiğim bir rol vardı. Ve hiçbiri olmadı. Amaçlarım yok oldu ancak araçların sıkıcılığı bâki kaldı. Tabi hemen gelmedim buraya, aşağı yukarı on yılımı aldı, ben de artık “Başka bir yolu var mı acaba? Elimden başka bir şey gelir mi ki?” diye düşünmeye başladım.
Bir yanıyla bunun inanılmaz bir kayıp olduğunu düşünüyorum. Pek çok süreçten geçerek, düşünce, zaman ve para yatırımı yaparak meslekler ediniyoruz ancak yıllarca eğitimini aldığımız şeyin pratik hayattaki karşılığından hoşnut değiliz. Ve hiçbirimiz üniversitede okurken bu geleceği öngörmemiştik, bambaşka hayâller ve amaçlar peşindeydik, buraya gelmemiz yıllar aldı. Ancak kendime yaptığım yatırımın kaybolması bir tarafta dururken eğer bu işi bırakmazsam bir iki yıl daha değil, on yıllar boyunca hayatım az evvel anlattığım şekilde devam edecek. Bunun düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyor.
Farkındayım, yakın çevremdekiler de bir şekilde alışık olunan düzenlerini terk edebilmek için çabalıyorlar. İşini bırakıp parası yettiğince orada burada gezenler, işleyebileceği bir toprağı varsa bir seneliğine de olsa kendisini bununla meşgul edenler, sektörü bırakıp üniversiteye geri dönenler… Ancak işini bırakmak büyük hareket. Öyle veya böyle yıllardır bildiğin bir işleyişi terk etmek demek. Kör dalış yapmak gibi biraz… Yeni işlerle kendimi geçindirebilecek miyim? Tutunabilecek miyim? Yeni uğraşlar mutlu edecek mi peki? Ya onlar da terk ettiğim işim gibi bana kıstırılmışlık hissi yaşatırsa? Güvencesizlikle yaşayabilir miyim? Özel sağlık sigortam olmayacak artık, düzenli aylık maaşım yatmayacak, bugüne dek kurduğum sosyal çevreyi değiştireceğim. En azından bir süreliğine böyle gidecek. Adapte olabilecek miyim hepsine? Ya bu düzeni mumla ararsam? Şımarıkça mı davranıyorum? Herkesin hayatı bir şekilde devam ediyor gibi, bir ben miyim dertli olan?
Türkiye’ye ilişkin herhangi bir istatistiğe denk gelemedim ancak İngiltere gibi gelişmiş ülkelerde mesleği terk etmeye ilişkin araştırmalar yapılmış. Örneğin şu araştırmaya gore İngiltere’de çalışanların %47’si kariyer değişikliği yapmak istiyor. Özellikle genç yaştakilerde bu eğilim çok daha fazla, yaş ilerledikçe değişiklik yapma isteği de azalıyor. Çalışanları kariyer değişiminden alıkoyan sebepler ise tahmin edilebilecek şeyler: finansal belirsizliğin verdiği kaygı, nasıl bir değişiklik yapacağını bilememek ve başaramama korkusu. Hedef belirlerken ise çok uzak olmayan gelecekler tercih edilmiş. 18-34 yaş arasında olup da kariyer değişikliği düşünenlerin yaklaşık yarısı iki sene içerisinde bunu gerçekleştirmek istediğini söylüyor. Benzer rakamları veren başka araştırmalar da yapılmış. Fakat çoğu araştırmanın sınırı mesleği terk fikrinde bitiyor. Yani “mesleğini terk edip de ne yapıyor bu insanlar, mutlu oluyorlar mı acaba?”nın cevabını veren herhangi bir bilgi yok.
Ancak bir sonraki adım nasıl oluyor acaba diye merak ediyorsanız, mesleği terk etmek isteyenler için kurulmuş networkler ve web siteleri de var. Yani bu bile bir pazara dönüşmüş; yaşam koçlarından tutun da hangi mesleğe daha yatkın olduğunuzu sizin için araştıran danışmanlık şirketlerine dek uzanan bir mini sektör…
Bu hizmeti veren sitelerden birine girdiğimde beni mutlu insanların ağzı kulaklarında fotoğrafları karşılıyor, altlarında eski işlerine dair söyledikleri var: “Her sabah o berbat hisle uyanıyordum!”, “Bir şeylerin değişmesi gerektiğinin farkındaydım ancak bir türlü rahatımı terk edemiyordum…”, “İşimin değer yargılarıma aykırı düştüğünü hissediyordum. Daha fazla devam edemezdim!” Mesleklerini değiştirip mutluluğu bulmuşlar belli ki… Sistem ise şöyle işliyor: Paralı üyelik karşılığında geçmişinizi, eğitiminizi, deneyiminizi ve tüm diğer ilgi alakalı bilgileri sunuyorsunuz ve “kariyer değiştirme uzmanları” pozisyonundaki bir takım insanlar size yardımcı oluyor. Neden bilmem, bana pek de sağlıklı bir sistem değilmiş gibi geliyor. Deneyim edinmeden, satın alınan bir hizmet aracılığıyla meslek seçmek fikri zaten her şeyi başa alıyor, bu noktaya da böyle gelmemiş miydik?
Mesleğimde değişiklik yapma fikri artık zihnimde kendine sabit bir yer edindi ve bununla ilgili hangi yazıyı okuduysam, hangi siteye girdiysem, hepsinde de benzer laflarla karşılaştım: “Korkacak bir şey yok, başınıza gelen en iyi şeylerden biri olacak bu! Bugüne dek pişman olan kimse yok, birazcık planlamayla kendiniz için en doğru işi bulacaksınız.” Bu kendinden aşırı emin cümleleri okumaya başladığım anda inancım sarsılıyor. Güvensizliğe atılmaktan, ne yapacağını bilememekten bahsediyoruz esasen. Nasıl bu kadar kaygısız hissedebilir insan henüz hiçbir şeyi gerçek anlamıyla deneyimlememişken? Aynı zamanda içimde bir korku da büyümeye başlıyor: Herkes ama herkes başarıyor belki de; ya ben başaramazsam? Ya bugünkünden daha kötü olursa?
Görsel: Otto Piene, “Die Sonne reist” (1966).