Ne olursa olsun işin en korkutucu yanı, gitmenin terk edilmenin ta kendisi olduğu gerçeğidir; giden siz olsanız bile böyledir bu.
Edward Said, Yersiz Yurtsuz [i]
İki yıl oldu, İstanbul’daki odamı bırakıp 13m2’lik bir yurt odasına taşınalı, ardından tekrar ve tekrar taşınalı. Şimdi, kafede çalışırken, Tezer Özlü okuyorum. Otobüste, uçakta, otelde, kendine ait bir evin dışında bir yerlerden bahsediyor Tezer. O, bir ülkeden başka bir ülkeye, şehirden şehre geçerken, bazen diş bazen baş ağrısıyla, çok bilmişliğiyle, tüm karamsarlığı ve kötümserliğiyle, kendimi yalnız hissetmiyorum. Tezer’in yersiz yurtsuzluğunu mu yoksa o yersiz yurtsuzluğu kabulleniş biçimini mi seviyorum, bilmiyorum.
Türkiye’den gitmek bir mesele haline geldi. Kiminin üzerine bir gelecek tahayyülü kurduğu, kiminin bir kaçış olarak gördüğü bir mesele. Bir deneyimin ötesinde yapılan her genelleme canımı sıkıyor. Gitmekle kalmak arasındaki ikilem bir yana, bunlara yüklenen anlamlar boğuyor: gitmek lazım’dan, kalmayı seçtim’e ve gidemiyoruz’lara. Kalan için kalmak, giden için gitmek bir mesele haline geliyor; zaten “coğrafya kaderdir” diye bitirdiğimiz sohbetler az olmadı yıllardır. Bir yanda “umudu kestim” diyenler, diğer tarafta “mücadele edeceğiz” diyenler ve bunların arasında ya da dışında kalabilmişler. Tezer bırakıp gitmeyi kafasına koyduğunda Leyla Erbil’di ona mücadeleye devam etmeleri gerektiğini söyleyen. Tezer ise artık terk edeceğini tekrarlayıp duruyordu: “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!”[ii] Bir soru: Gemiyi ilk fareler mi terk eder ya da kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz mı?
Daha basit bir soru: İki yılda neler yaşanır? Neler değişir insan hayatında? Anlaşılan göçün de bırakıp gitmenin de acısını sindirmek için yeterli değil iki yıl. Tezer, Zweig’den alıntılıyor: “Yıllar süren, vatanımdan uzakta geçen göç, tüm gücümü bitirdi.”[iii] Ben de kendi payıma, gitmenin terk edilmenin ta kendisi olduğunu anlıyorum. Sık sık artık yapamadığım şeyler için sinirlenirken buluyorum kendimi, suçlayacak birini arıyorum. Aklımda Beyoğlu’nda aylaklık yapmanın keyfi, Ortaköy’deki parkta geç saatlere kadar edilen muhabbetler, dönüşte ıslak hamburgerle acı biberi mideye gömmek, vapurda esen rüzgâr, yani tanıdığım bildiğim tüm o mekânlar ve insanlar. En çok da insanlar, kafamda tartmadan kendi dilimde konuştuğum insanlar. Bir hayatta kalma sahası olarak bıraktığım Türkiye nostaljik bir özlemin imgesi haline geliyor. İstanbul’la ilgili ne görsem, ne duysam gözümün dolmasını engelleyemiyorum.
Zeynep Gönen, Taş 3, 2022, sanatçının izniyle.
Doğma büyüme İstanbulluyum da sanılmasın. Bir memur çocuğu olarak şehir değiştirmek yabancısı olduğum bir şey değil. Paris’ten önce beş şehir, sekiz taşınma geçti hayatımdan. Edindiğim alışkanlıklarım var başlangıçlar ve sonlar için. Her yeni şehir yeni bir hayat diyorum küçüklüğümden beri. Ne var ki bu teselli yetmedi, yetmiyor. Paris’te hâlâ toparlayamadığım bir gündelik hayat dinamiğinin çekirdeğini oluşturuyor göçmenlik. Ve çok zamanımı almıyor yeni günlük yaşamımın bambaşka, ufak tefek gündemleri olacağını farketmem. Bu yeni gündemlerle oturduğum bir masada yalnız olmadığım bir şeyi görmem de. Salaklaşıyorum. Bunu dönüp Filistinli arkadaşıma söylüyorum. O da başka bir gün, başka bir arkadaşına tam olarak aynı şeyi söylediğinden bahsediyor. Ucuz ütü arıyormuş ama nasıl bulacağını, kime soracağını bilemiyormuş. En sonunda ütü rüyalarına girmeye başlamış. Şimdi diyor, rüyalarında ütü gören bir adama dönüştüm. Merhaba Avrupa, ütü ve temiz gömlekler. Gülüyoruz. Bana da çok fazla şey deniyor. Bak Paris, bak o müze, bak o opera, bak o, bak bu. Peki hangi zaman, peki hangi para diyemiyorum. Başımı sallayıp geçiyorum. Annem telefonda hayaller Paris, hayatlar da Paris derken aklımdan tüm zorluklarıyla burada yaşayan, acılarında ortaklaştığım insanlar geçiyor. Mutfakta illegal çalışma saatlerine zorlanan göçmenler, ailesini yıllardır göremeyen mülteciler: Kafenin kör noktasına geçip telefonda çocuklarını güldürmeye çalışan mı, oturum izni almak için bir kampta gün sayan mı? Gayya kuyusu gibi bir bürokrasinin, sizi dışına atmak için uğraşan bir sistemin içinde en ufak dertler bile rüyalara girecek derecede karmaşıklaşıp zihni bulandırıyor. Birçok konuda olduğu gibi burada da toplumsal yapının üst-orta katmanlarında değilseniz, ya da oraya çıkan asansörde, gitmek ne bir başarı hikâyesi ne de bir kurtuluş oluyor. Atıldığınız sınıftan kaçışın öyküsü olabilir belki (kaçabildiğiniz ölçüde):
Çünkü göçen insan, kendi toplumsal sınıfından atılır. Başka sınıfa geçer. Proletarya sınıfına yaklaşır. Sürgüne çıkan, proletarya sınıfına girer. Artık kendi toplumunda sahip olduğu tüm haklarını yitirmiştir. O artık, özellikle haklarından yoksun bir insandır. Sürgünü bilen, bu duyguları çok iyi bilir. O, yaşamda kalmak için her şeyi yapar. Tıpkı bir Gastarbeiter (yabancı işçi) gibidir.[iv]
Ben kafede, kütüphanede, metroda Tezer Özlü okumaya devam ediyorum. Tezer bayram için Almanya’dan Türkiye’ye süren göçmenleri yazıyor: “Başaramayacaklar. Hiçbir zaman dinlenemeyecekler. Ölümleri bile bir dinlenme olmayacak. Onlar yaşamları gibi ölümleri de ellerinden alınmış insanlar.”[v] Kendisi de gitmeyi seçenlerden, çocukluğunda bir yerde kalamayışını yetişkinliğine taşıyanlardan biri olarak yazıyor Tezer Özlü. İçinde taşıdığı göçmenliğin en büyük getirisinin de götürüsünün de yalnızlık olduğunu dile getirmekten kaçınmadan. Bu sırada Türkiyeli bir fırıncı ”şükret yalnızsın, para göndermen gereken çocukların yok” deyip söyleniyor bana. Farklı yalnızlık algılarımız var. Gülüyoruz.
Evet, bir şekilde gitmek de kalmak da mevzu haline geldi. Yine klişeleri masaya yatırdığımız bir gün, kalan mı daha çok zorlanır yoksa giden mi, sorusundayız bu sefer. Giden için daha zormuş diyor, aynı zamanda tanıdığım en yetenekli şairlerden biri olan arkadaşım. Çünkü giden gittiği yere ardında bıraktıklarının hayalini de götürüyor. Ben de gitmiş olmayı bir türlü içselleştiremediğim bir yerden yazıyorum bu yazıyı. Bıraktığım ülkede yaşamak kadar onu terk etmek de zor. Öte yandan yaşadığımız hayatlar, kadın olarak, queer olarak, sınıfsal olarak müphemliğin bir yerinden tutan herhangi biri olarak mekânlardan bağımsız bir savaş alanı. Kafka’nın da dediği gibi dünyada sığınılacak tek bir delik yok.
[i] Edward Said, Yersiz Yurtsuz, İstanbul: Metis, 2014, s. 291.
[ii] Leylâ Erbil, Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, İstanbul: YKY, 2014, s. 14.
[iii] Tezer Özlü, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin, İstanbul: YKY, s. 35. Zweig bu satırlardan bir yıl sonra intihar ediyor.
[iv] A.g.e., s. 51 : Peter Weiss’la yapılan röportajdan alıntılıyor Tezer Özlü.
[v] Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, İstanbul: YKY, 1993, s. 41.
Ana görsel: Zeynep Gönen, Taş 3, 2022, sanatçının izniyle.