Aşağıdaki çeviri, Cambridge Üniversitesi Klasikler Profesörü, İngiliz akademisyen ve yazar Mary Beard’ın 3 Mart 2017’de British Museum’da gerçekleştirdiği konuşmasının metni.
Metni dinler ve okurken defalarca Beard’ın örneklendirdiği ‘güçlü kadın = erkek kadın’ denklemini ne kadar eski bulduğumu, hatta Beard’ın öne sürdüğü bazı iddiaları düpedüz geçersiz bulduğumu düşündüm. Derken konuşma/yazının uzunluğu, daha doğrusu şaka maka on sekiz sayfa oluşu, üzerimdeki etkisini zorunlu olarak tekrar değerlendirmeye itti beni. İnternetin hızı ve tab ekonomisinden dolayı bugün büyük ölçüde suçlusu olduğum tane tane anlatamama ve dinleyememe sorununa işaret edercesine, metnin aynı konuyu döne döne örneklendirip durması, beni ‘güce yükselirken mecburi erkek Fatma’lık’ konusunu tekrar düşünmeye zorladı: Elbette pantolonun erk tanımlayıcı bir unsur olduğunu hayal dahi edemeyecek bir nesile aittim. Elbette etrafımda en son kimin, ne zaman iradesini karşı tarafa kabul ettirmek için sesini kalınlaştırdığını hatırlamıyordum. Ancak metinde sık sık referanslanan Gilman öyküsü Kadınyurdu’nun mensupları gibi makul bulduğum, özenle düşünerek ulaştığım bir sonucu şüphenin zehriyle tekrar tekrar açıklama ihtiyacı hissettiğim, açıklarken sulandırdığım oluyor muydu? Makul kavramının akıl ve mantıkla değil, hissi bir incelik ve kibarlık duygusuyla üzerinde açıkça konuşulmadan şekillendiği durumları fazla sorgulamadan benimsediğim oluyor muydu? Dümdüz ve açık anlamların etrafını kelime yastıklarıyla boğma ihtiyacı hissettiğim oluyor muydu? Paylaştığım bir Kadınyurdu hayaline sahip çıkarken çekingen davrandığım, içgüdüsel ve son kertede gereksiz bir tereddüdü benimsediğim oluyor muydu? Metnin her zamanki gibi sadık olmayan, yani küçük ihanetlere teşne çevirisi, aşağıda:
1915 yılında Charlotte Perkins Gilman Herland (Kadınyurdu) adında komik ancak huzursuz edici bir hikaye yayınladı. Hikayenin adının anlattığı üzere, hikaye sadece -ama sadece- kadınlardan oluşan ve iki bin yıldır varlığını sürdüren, dünyanın henüz keşfedilmemiş bölümünde yaşayan bir millet hakkındaydı. Tasvir ettiği muhteşem bir ütopyaydı: temiz ve toplu, işbirliğine açık, huzurlu (öyle ki kediler dahi artık kuşları öldürmüyorlardı) – sürdürülebilir tarımı ve leziz yemeklerinden sosyal hizmetler ve eğitime, kusursuzca planlanmış bir toplum. Üstelik bunların tümünü tek bir mucizevi icat mümkün kılmıştı. Tarihin en başında, kurucu anneler parthogenesis tekniğini çözmüşlerdi. İşlemin teknik detayları biraz muğlaktı, ancak hikayedeki kadınlar nasılsa hiçbir erkek dahli olmadan, yalnızca kız bebek doğuruyorlardı. Kadınyurdu’nda seks yoktu.
Hikaye, üç Amerikalı erkeğin bu dünyayı keşfedişinden sonra düzenin bozulmasını konu alıyor: Vandyck Jennings, iyi adam anlatıcı; bu kadınların karşısında gösterdiği cesaretin sonunu getirdiği Jeff Margrave, ve tam manasıyla rezalet bir adam olan Terry Nicholson. Bu adamlar Kadınyurdu’na ilk adım attıklarında Terry etrafta bir yerlerde, ortamın düzenini sağlayan bazı erkeklerin olmadığına inanmakta zorlanıyordu – çünkü kadınların herhangi bir şeyi yönettiğine nasıl inanabilirdik? Sonunda kadınların bunu ustalıkla yaptığını kabul etmek zorunda kalınca, Kadınyurdu’nun biraz sekse ve erkek gizemine ihtiyacı olduğuna karar veriyordu. Hikaye, Terry’nin yatakodasında üstünlük denemelerinden biri korkunç derecede yanlış gidince sınırdışı edilmesiyle bitiyor.
Bu hikayede ironiler çok çeşitli. Perkins Gilman’ın devamlı olarak sürdürdüğü esprilerden bir tanesi hikayede kadınların kendi başarılarını bir türlü kabul etmemeleri. Bağımsız olarak tüm dünyaya örnek teşkil edebilecek, gurur duyulası bir ülke kurmalarıa rağmen, spektrumun şerefsiz ve sürüngen aralığında yer alan üç davetsiz erkek misafirleriyle karşılaştıklarında erkeklerin gösterdiği bazı beceri ve bilgilere teslimiyet göstermeleri, ve dışarıdaki erkek dünyasına hafif bir hayranlık duymaları. Muhteşem bir ütopya inşa etmelerine rağmen, pek bir şey beceremediklerine inanıyorlardı.
Kadınyurdu, kadınların işleri kendi yöntemleriyle yürüttüğü hayali toplumları tasvir etmesinin yanında daha büyük meseleleri de dert ediniyordu: Mesela kadın gücünü nasıl kabul edip benimseyeceğimiz konusunu, sonra kadın gücüne dair kendimize anlattığımız bazen komik, bazen ürkütücü hikayeleri, ve son olarak da Batı’da gerçekten de kendimize binlerce yıldır anlatıp durduğumuz hikayeleri.
Daha önce toplumsal söylemde kadınların ne şekillerde sessizleştirildiğine dair konuşmalar yaptım. Bu sessizleştirme yöntemlerinin çoğu halen bilfiil devam etmekte. Aklımıza getirebileceğimiz ilk örneklerden biri Elizabeth Warren’ın Amerikan senatosu’nda Coretta Scott King’e ait bir mektubu sesli olarak okumasının engellenmesi mesela. Bu olay çerçevesinde inanılması güç olan yalnızca Warren’ın sessiz kılınmış ve devam eden diyalogdan resmi olarak uzaklaştırılması değil (ki bunun Senato dahilinde nasıl bir resmiyet taşıdığına, veyahut taşımadığına, dair yeterli bilgiye sahip değilim); şaşırtıcı olan bunu takip eden birkaç gün boyunca çeşitli erkek figürler bu mektubu gerçekten de sessizce okudular ve kimse onlara çenelerini kapatmasını söylemedi, konuşmasını engellemedi. Doğru, sözkonusu erkekler Warren’a destek olmaya çalışıyorlardı. Ancak kendisine kolayca uygulanabilen kurallar Bernie Sanders’a, veyahut aynı eylemde bulunan bir başka erkek senatöre uygulanmadı.
Sesini duyurma hakkı, yadsınamaz derecede önem taşıyan bir temel hak. Ancak ben bugün güce yükselen kadınlara nasıl yaklaştığımız, veyahut yaklaşmaya çalıştığımıza dair daha genel bir konuda konuşmak istiyorum; siyasi arenada veyahut iş yerinde kadın düşmanlığının kültürel dayanaklarına ve çeşitlerine (ne tür semboller ve dil unsurlarıyla kime ve neye yönlendirildiğine, ve ne türden bir etki amaçladığına) dair. Günümüzde ‘güç’, ‘bilgi’, ‘uzmanlık’ ve ‘otorite’ gibi kavramların çağdaş diskur içinde nasıl anlaşıldığına ve anlatıldığına dair düşünmek istiyorum. Ve daha önemlisi, bu kafamızdaki kavramları nasıl bugüne kadar kadınlardan uzakta tuttuğumuz üzerine konuşmak istiyorum.
Bugün, 2017 senesinde, ‘güçlü’ olarak tanımladığımız kadınların sayısının geçtiğimiz elli, hatta on sene dahi öncesine göre çok daha fazla olduğunu mutlulukla kabul ediyoruz. Bu güçlü pozisyonlar siyasetçi, polis komiseri, CEO, ne bileyim yargıç olsa dahi, kadınların buralarda hala azınlık olduğu kesin, ama bugün daha çoklar işte. (Bu konuda bir takım rakamlar isterseniz 1970’lerde İngiltere’de kadın milletvekili sayısı kabinenin yüzde dördünü oluştururken, bugün yüzde otuzunu oluşturuyorlar.) Ancak benim bugün anlatmaya çalıştığım şey, kafamızdaki, kültürümüzdeki güçlü insan şablonunun sonuna kadar erkek olduğu. Bugün gözlerimizi kapatıp bir başkan (veyahut ekonomi alanına giriyorsak) bir profesör düşündüğümüz zaman, çoğumuzun ilk hayal ettiği bir kadın değil. Üstelik bu, kendisi kadın olan bir profesörün kendi tahayyülü için dahi geçerli olabilir: kültürel şablonlar o kadar kuvvetli ki, bu tür ‘gözünü kapat ve düşün’ egzersizlerinde bile bugün toplumda içini doldurduğum rolde kendimi, veyahut kendim gibi birini hayal etmekte zorlanıyorum. Google Görsel Araması’na gerçek hayattaki profesörleri değil, uydurma olanları aradığımı belli etmek için “Çizgi film profesör” yazdığımda karşıma çıkan sonuçlardan ilk yüzünün yalnızca bir tanesi, Pokémon Çiftliği’nden Profesör Holly, kadındı.
Bu konuyu diğer tarafından dolaşarak anlatmam gerekirse güçlü bir kadının neye benzediğine dair elimizde bir şablon yok, var olan şablonlar da bunun erkeğe benzemesi gerektiğini söylüyor. Merkel’den Clinton’a Batılı kadın siyasi liderlerin çoğunun giydiği ‘prodesüre uygun’ pantolon takımlar veyahut sadece pantolonlar, kolay ve kullanışlı olabilir, hatta bir çok erkek siyasetçinin kadın partnerlerinin makus talihi olan kıyafetleriyle öne çıkmaya dair bir isteksizliğe dahi işaret edebilir, ancak bu aynı zamanda basit bir taktik de. Aynı sesini hafifçe kalınlaştırmak gibi, bir tür gücü sahiplenme yöntemi. I. Elizabeth, ‘bir erkeğin kalbine ve midesine’ sahip olduğunu söylediğinde oynanması gereken oyunu gayet iyi biliyordu. Komedyen Melissa McCarthy’nin Beyaz Saray Basın Danışmanı Sean Spicer’ı Saturday Night Live’da taklit edişini bu kadar etkin kılan şey de bu. Söylentilere göre bu hiciv, yönetimine dair eleştiriler arasında Trump’ın canını özellikle sıkıyordu çünkü ‘kendisine yakın kaynaklar’a göre ‘personelinin zayıf görünmesinden hiç ama hiç hoşlanmıyordu.’ Bu cümlenin şifresini çözmeye çalışın ve görün: Amerikan başkanı adamlarının kadınlar tarafından dalga geçilmesini istemiyor. Zayıflık, kadın cinsiyetiyle koşut bir kavram.
Bunu takip eden ise, kadınların hala çoğunlukla gücün dışında olarak algılandığı. Kadınların güce, içeriye erişmesini gönülden istesek, veyahut güce sahip olduklarında onlara yaptığımız dışarıdan muamelesi kasıtsızsa da (ki ben kadın tuvaletlerinin kampüsün diğer tarafına konuşlandığı, koridorların ve merdivenlerin arkasına saklandığı bir Cambridge’i hatırlayacak yaştayım), kadınların güce erişimine dair kullandığımız metaforlar –kapıyı çalmak, kaleyi basmak, cam tavanı kırmak veyahut birine el vermek- kadın hariciyetinin altını devamlı olarak çizen unsurlar. Güce sahip olmayı başarmış olan kadınlar engelleri kıran, veyahut tam olarak kendisine bahşedilmemiş bir şeyi alma cüreti gösteren kadınlar olarak tasvir ediliyorlar. Times’ın Ocak ayı başında yer verdiği bir manşet, bunu harika biçimde özetliyor. Büyük şehir emniyetinin başına gelecek komiserin, BBC Fonu’nun başkanının, ve Londra piskoposunun yakında kadınlar tarafından doldurulacak pozisyonlar olduğuna dair bir haberin başında şöyle yazıyordu: “Kadınlar Kilise, Emniyet ve BBC’de Gücü Kapışmaya Hazırlanıyor.” (Bu pozisyonların içinde gerçekten bir kadın tarafından doldurulan tek rol, Londra Emniyeti’nin başına geçen Cressida Dick.) Manşetlerin elbette dikkat çekmek üzere yazıldığını gayet iyi biliyorum. Ancak bu şartlarda dahi bir kadının Piskopos oluşunu dahi “güç kapışması” olarak tasvir ediyorsak ve bunu okuyan binlerce kişi gözünü dahi kırpmıyorsa, bu kadınların güç ile kurdukarı ilişkiye dair toplumsal önkabulerimize daha yakından bakmak için çok iyi bir sebep değil mi? İşyeri kreşleri, aile dostu iş saatleri, kariyer danışmanlıkları ve kadınların kendilerini iş yerine ait hissetmelerini sağlayan olumlayıcı tüm insiyatifler çok önemli, ancak bunlar yapmamız gerekenlerin yalnızca bir kısmı. Eğer bir cins olarak kadınlara –şeklen memnun edici birkaç figüre değil, tüm kadınlara- güç yapıları içinde bir yer sağlamak istiyorsak, düşünce biçimlerimizin neden ve nasıllarını çok iyi değerlendirmeliyiz. Eğer bu iş için kültürel bir haritamız varsa, ve sözkonusu harita kadınları güçsüzleştirmeye yarıyorsa, bu tam olarak ne işe yarar ve onu nereden edinip duruyoruz? Bu noktada, klasikler dünyasını düşünmeye başlamakta büyük fayda var.
Bugün güçlenmiş veyahut gücünü kaybetmiş kadınları tasvir etmek için sandığımızdan çok daha fazla, hatta bazen şok edici biçimlerde, eski Yunan deyim ve kalıplarına başvuruyoruz. İlk bakışta Yunan mitleri ve hikayeciliğinde etkileyici görünen sayıda güçlü kadın karakterler bulunuyor. Gerçek hayatta, eski kadınların hiçbir siyasi hakları yoktu, ekonomik veyahut toplumsal bağımsızlıkları ise oldukça sınırlıydı; Atina gibi bazı şehirlerde evli ve saygın kadınlar evin dışında neredeyse hiç varlık göstermiyorlardı. Ancak özellikle Atina tiyatroları ve daha genel olarak Yunan hayalgücü, bizim hayal dünyamıza bir sürü unutulmaz kadın karakter hediye etti: Medea, Clytemnestra, Antigone. Ancak bu karakterler, rol modelleri değiller – hem de hiç. Çoğu zaman gücü etkin olarak kullanan değil, istismar eden kişiler olarak tasvir ediliyorlar. Gücü elde ediş biçimleri etraflarını ve devleti kaosa, ölüme ve yıkıma sürükleyecek biçimde gayrıresmi. Bu kadınlar –özellikle Yunan bağlamında- kadın dahi sayılmazlar, daha çok melez birer canavar gibiler. Ve hikayelerinin arkasında yatan sarsılmaz mantık, güçlerinin elinden alınıp bu kadınların ait oldukları yere gerisin geri gönderilmeleri gerektiğini söylüyor. Dahası, Yunan mitlerinde kadınların gücü kullanarak yarattıkları yıkım gerçek hayatta varlık göstermemelerini haklı çıkarıyor, erkeklerden oluşan yönetim birimlerini meşrulaştırıyor. (Ben Kadınyurdu’nun kadınlarının her şeyi mahvettiklerini düşünmelerinin arkasında, Gilman’ın bu duruma dair kurguladığı bir parodi olduğunu düşünmeden edemiyorum.)
Bugüne ulaşabilmiş en eski Yunan dramalarından biri olan Aeschylus’un Agamemnon’unu düşünün. İlk kez milattan önce 458 yılında oynanan bu oyunda anti-kahraman Clytemnestra’nın bu ideolojiyi tamamen kişileştirdiğini göreceksiniz. Oyunda, Clytemnestra kocası uzaklarda Truva Savaşı’nı sürdürürken şehrinin etkin yöneticisi haline dönüşür; bu esnada da kadın olmayı bırakır. Aeschylus bu kadını tasvir ederken defalarca erkek terimleri kullanır, dilini erkek dilinden ödünç alır. İlk birkaç mısrada, örneğin, Clytemnestra’nın karakteri androboulon olarak tanımlanır – derli toplu olarak tercüme etmesi zor, ‘erkek gayretiyle’ veyahut ‘erkek aklıyla’ olarak çevirebileceğimiz bir tabir. Ve elbette, Clytemnestra’nın gayrımeşru olarak elde ettiği güç, Agamemnon’u dönüşünde banyoda öldürmesiyle yıkıcı bir hal alır. Patriyarkal güç, ancak Clytemnestra’nın çocukları onu öldürmeyi planladığında iade edilmiş olur.
Amazon kadınlarının, Yunan yazarlar tarafından dünyalarının Kuzey sınırlarında bir yerlerde gerçekleştiği söylenen yarışlarına dair kurgu hikayelerde de benzer bir mantık vardır. Kadınyurdu’nda gördüğümüz huzurlu düzlüklerinden farklı olarak daha şiddete yatkın ve militarist olan canavar ordusu Amazonlar, uygar Yunan dünyasını ve erkeklerini yok etmekle tehdit etmekle meşguldüler. Bu Amazonların gerçekten var olduğunu ispatlamak için korkunç büyüklükte bir modern feminist enerji harcandı; bütün bu emekler gerçekten de kadınlar tarafından ve kadınlar için yönetilen tarihsel bir toplumun varlığını ve bunun bize sunduğu çekici imkanları ispatlamak içindi. Hayal etmeye devam. Acı gerçek şu ki, Amazonlar eski Yunan’a dair bir erkek uydurması. Temel mesaj şuydu ki iyi bir Amazon ancak ölü bir Amazon’du, veyahut rezalet Terry’e sormamız gerekirse, en azından yatakta ehlileştirilmesi gerekiyordu. Altta yatan ders her zaman erkeklerin uygarlığı kadınların pençelerinden koruması gerektiğiydi.
Doğru, bazen nadir de olsa eski kadın gücüne dair daha olumlu bir örneğin elimize geçtiği de oluyor. Bunlardan biri modern sahnenin vazgeçilmezlerinden olan ve genellikle baş kadın karakterinin adıyla Lysistrata olarak bilinen, Aristophanes’e ait bir komedi. Milattan önce beşinci yüzyılda yazımış bu klasik, entelektüellik, dişli feminizm, savaşı durdurma gündemi ve zamanında Germaine Greer’ın dilimize kazandırdığı haliyle sağlıklı bir doz da kadınsılık içeriyor. Hikayesi, mitlerin hayali dünyasında değil çağdaş eski Yunan’da geçen bir seks grevi hakkında. Lysistrata’nın liderliğinde kadınlar, Sparta ile uzun süredir devam eden savaşı durdurmak için kocalarıyla onlar savaşı bitirene kadar seks yapmayı reddediyorlar. Oyundaki erkekler oyunun önemli bir kısmında etrafta koskocaman ereksiyonlarla dolaşıyorlar (ki bu, bugün kostüm departmanlarında hala zorluk ve gülmece kaynağıdır). En sonunda, yaşadıkları zorlukla daha fazla başa çıkamayan erkekler kadınların taleplerine kulak verip barışı sağlamak zorunda kalıyorlar. İşte kız gücünün feriştahı diye düşünüyor olabilirsiniz.
Mesela şehrin koruyucu tanrıçası Athena da genelde olumlu biçimde anılır. Bu figürün sırf kadın olması dahi kadınların toplumsal etkisi konusunda daha nüanslı bir diskura yol açmış olması gerekmez miydi? Malesef öyle olmadı.Eğer buradan ta milattan önce beşinci yüzyıldaki bağlama uzanırsak, Lysistrata gözümüze çok farklı görünüyor. Bahsettiğim yalnızca Atina adetlerine göre orijinal izleyicilerin ve oyuncuların hepsinin tamamen erkek oluşu değil – kadınların muhtemelen pandomim usulü oynanıyor oluşu da. Bir de üzerine, kadın gücüne dair fantazilerin üzerinde tepinme biçimi tabii. En son sahnede, barış süreci çoğunlukla sahneye çıplak bir kadının gelmesi (veyahut bir erkeğin nasılsa çıplak kadın kılığına girmesi) ile sağlanıyor, bu kadın vücudu bir Yunanistan haritası gibi kullanılıp Atina ve Sparta erkekleri arasında bölge bölge paylaşılıyordu. Öyle fazla feminist bir söylem olduğunu iddia etmek mümkün değil yani.
Athena’ya gelince, evet, kendimiz için hazırladığımız o ikili tanrı ve tanrıça modellerine göre kendisinin kadın tarafında yer alıyor gibi göründüğü doğru. Ancak eski bağlamında gözden kaçırılmaması gereken en önemli şey Athena’nın da bu gürültülü ve zor melez varlıklardan biri olduğu. Eski Yunan anlamında o da kesinlikle bir kadın değil. Bir kere savaşmanın tamamiyle erkek işi olduğu bir dönemde bir savaşçı kılığında karşımıza çıkıyor (ki bu problem Amazonlarda da var). Üstüne üstlük kendisini doğuran bir kadın bile değil, Athena, direk olarak babası Zeus’un kafasından doğma. Athena, kadın ya da değil, kadının tamamiyle yok edildiği ideal erkek dünyasına dair bir bakış sunuyor bize.
Yani geldiğimiz nokta basit, ancak çok önemli: Eğer Batı tarihinin başlarına uzanırsak kadın ve güç arasında gerçek, kültürel ve hayali anlamda radikal bir ayrılık görüyoruz. Ancak Athena’nın kostümünün bir unsuru, bunu ta bugünümüze getirip önümüze bırakıyor. Tanrıçanın birçok tasvirinde, vücut zırhının tam ortasına, göğüs kalkanına tutturulmuş, saçları kıvrılan yılanlardan oluşan bir kadın kafası bulunuyor. Bu, Gorgonlar olarak bilinen üç hayali kızkardeşten biri olan Medusa’nın kafası, ve kendisi, erkeklerin kadın gücünün sembolize ettiği korkunç tehlikeler üzerindeki kontrolünün en önemli sembollerinden biri. Medusa’nın kesik kafasının bu kadınsılıktan epey uzak tanrıçanın göğsünde bir şaka aksesuarı olarak gururla sergilenmesi tesadüf filan değil.
Medusa’nın hikayesinin türlü eski versiyonları mevcut. Ünlülerinden bir tanesi Medusa’nın bir Atina tapınağında Poseidon tarafından tecavüze uğrayan, uğradığı saldırı karşısında bir de ceza olarak yüzüne bakan herkesi taş etmeye muktedir korkunç bir yaratığa dönüştürülen güzel bir kadın olduğunu anlatıyor bize. Daha sonra bu kadını öldürmek kahraman Perseus’a layık bir mücadele olarak çıkıyor karşımıza, ve Perseus Medusa’nın yüzüne bakmamak için parlak kalkanını bir ayna gibi kullanmasından sonra bu kadının kafasını ustalıkla kesiveriyor. Sonra kahramanımız kestiği bu kelleyi taşlaştırma gücünü ölümden sonra dahi koruduğu için bir tür silah olarak kullanıyor; sonra da Athena’ya sunuyor, kalkanında sergileyebilsin diye. Buradaki mesaj da apaçık: Tanrıça Athena’ya öyle dik dik bakmamaya özen gösterin.
Bu yılansı saç tellerinin fallik bir güce yükselişi sembolize ettiğini görmemiz için Freud’a ihtiyacımız yok. Bu, erkeğin hakimiyetinin kadının gayrımeşru gücü karşısında olanca şiddetiyle kurulduğu klasik mit kurgusu. Ve Batı edebiyatı, kültürü ve sanatı bu mitleri hala aynı bu kodlar üzerinden ziyaret ediyor. Medusa’nın kanayan kesik başı modern başyapıtlarımız arasında sık gördüğümüz bir sahne, bugün genelde sanatçının aslında kimse görmese daha iyi olacak bir objeyi resmetmekteki gücü ve yetkinliğine dair sorularla dolu bir imge bu. 1598 yılında Caravaggio bu kesik kafanın gerçekten olağanüstü bir versiyonunu, söylenene göre kendi yüz hatlarıyla resmetmişti; dehşet içinde çığlık atıyordu, her tarafından kanlar fışkırır, başında yılanlar hala kıvranır dururken. Bundan birkaç onyıl önce Cellini Perseus’un bugün halen Floransa’da Piazza della Signoria’da duran büyük bronz bir heykelini yapmıştı: kahraman, Medusa’nın çarpık ölü bedeninin üstünde tepiniyor, kanlar içindeki kesik kafasını gururla havaya kaldırıyor.
Burada olağanüstü olan bu baş kesme eylemi, bugün hala kadın gücüne dair karşıtlığın bir sembolü. Angela Merkel’in kafası, Caravaggio’nun tasvirinin üzerine defalarca oturtuldu. Aynen bu kanaldan ilerleyen ve biraz daha şapşal sayılabilecek bir haykırış ise Polis Federasyonu dergisinin Theresa May’den “Maidenhead’li Medusa” diye bahseden bir yazısı. Daily Express’in bu kıyaslamaya cevabı gecikmemişti: “Medusa benzetmesinin biraz ağır kaçtığını söyleyebiliriz doğrusu. Hepimiz biliyoruz ki Bayan May’in saçları her zaman kusursuz biçimde yapılıdır.” Gene de May, São Paolo’da kapsamlı bir Caravaggio sergisinin açılışını yapmak zorunda kalan Brezilya başbakanı Dilma Rousseff’in yanında ucuz kurtulmuş sayılıyor. Medusa doğal olarak sergide yer aldığı ve Rousseff de sergiyi gezerken eserin karşısında durduğu için bu ayna karşılaşması, basın için eşsiz bir fotoğraf fırsatı olmuştu.
Ama Medusa temasını en keskin ve pis biçiminde, Hillary Clinton ile görüyoruz. Tahmin edileceği üzere Trump destekçileri Hillary’i yılanlı saçlarla tasvir eden bir sürü görsel üretmişti. Ancak bunlardan en korkuncu Cellini’nin bronzunu temel almıştı, çünkü sadece bir kafadan ibaret olan Caravaggio’dan daha uygundu: Bu tasvir, kahraman erkek katili de anlatıya dahil ediyordu. Yapmanız gereken tek şey muzaffer tarafın kafasına Trump’ın yüzünü oturtmaktı. Doğru, internetin karanlık dehlizlerine girdiğimiz zaman Obama ile ilgili korkunç görseller bulabiliyoruz ancak bunlar adı üzerinde, karanlık dehlizler. Hillary’e uygun görülen kanlı Medusa başı ise çok daha günlük, domestik ve dekoratif bir unsur: Tişörtünü, askılı bluzunu, kahve fincanını veyahut bilgisayar kılıfını alabiliyorsunuz (bazen altında TRIUMPH (başarı), bazen TRUMP logosuyla). Kadın cinsiyetiyle tamamlanan şiddeti tüm tezahürleriyle kavramak biraz zaman alabilir, ancak kadınların güçten uzak tutumasına dair kültürümüze gömülmüş kodların varlığına, bunların klasikler dünyasından uyarlanmış prensiplerle meşrulaştırıldığına dair şüpheleriniz varsa – işte size Trump ve Clinton’ı, Perseus ve Medusa’yı sunuyorum.
Bunları uzun uzun anlatıp ne yapabileceğimize değinmeden bitirmek faydasız olacak. Kadınları gücün içerisine yerleştirmek için ne yapmak gerekiyor? Burada kişisel perspektif ve daha toplumsal, genel bir bakış açısını ayırmamız gerekiyor bence. Eğer “başarmış” kadınların bazılarına yakından bakarsak, başarılarının ardında yatan taktik ve stratejilerin öyle basitçe erkek dünyasından aparma ve uyarlamalar olmadığını görebiliriz. Bu başarılı kadınların arkasında yatan önemli bir unsur, genellikle kadınları güçsüzleştirmeye yarayan sembolleri kendi avantajlarına çevirmeyi başarmış olmaları. Margaret Thatcher bunu meşhur el çantalarıyla başarmış görünüyor, öyle ki sonunda tipik bir kadınsılık unsuru siyasi gücü anlatan bir eylem haline geldi: ‘birini çantalamak’. Ve zannediyorum ki bu tavrın bir benzerini aslında kıyas dahi edilemeyecek daha küçük bir seviyede ben, Thatcher döneminde bir akademisyenlik pozisyonu için bir iş görüşmesine gittiğimde göstermiştim. Bu önemli gün için normalde giymediğim halde bir çift mavi külotlu çorap almıştım. Genelde yaptığım bir giyim tercihi değildi, ancak arkasındaki tatmin memnun ediciydi: ‘Eğer siz mülakatçılar benim tipik bir ‘maviçoraplı’* (Ç.N: Bluestocking, 1750’lerde kurulan entelektüel kadın grubu Bluestocking Society’e istinaden ‘entelektüel, okumuş kadın’ anlamında kullanılan bir tabir.) olduğumu düşünüyorsanız, hemen size göstereyim ki evet, bunu düşündüğünüzü gayet iyi biliyorum.”
Theresa May’e gelince, bir şey söylemek için çok erken olabilir, ve ileride geriye dönüp baktığımızda kendisinin başarısız olması için oraya konuşlandırılmış bir kadın olduğunu düşünebiliriz. (Burada kendisini Clytemnestra ile kıyaslamamak için kendimi epey zor tutuyorum) Ancak kendisinin sık konu edilen ayakkabı düşkünlüğünün ve o kısa topukluların kendisine dayatılmakta olan erkek pakedine bir direniş biçimi olduğunu gayet iyi görebiliyorum. Kendisi aynı zamanda, Thatcher’ın zamanında olduğu gibi, o geleneksel Tory kalkanındaki zayıf noktaları bulup kullanmak konusunda özel bir yeteneği var. Kulüpçü erkekler kültürünün bir parçası olmaması, yani “çocuklardan biri” olmaması da Theresa May’e kendine ait özel bir alan açmasına yardım eden unsurlardan. May, gücünü tecrit edilişinden alıyor. Bir de “açüklama” kavramına karşı ciddi anlamda alerjisi var.
Eminim pek çok kadın benzer taktik ve perspektifleri paylaşıyorlar bu kouda. Ancak bugün yüzleşmeye çalıştığım büyük meseleler statükoyu nasıl çözüp istismar edebileceğimizle ilgili değil. Yavaş yavaş bir değişim gerçekleşecekse de zannetmiyorum ki sabretmek gerçek çözümün bir parçası olsun. Aslında, bu ülkede kadınların oy verme hakkına yalnızca yüz yıldır sahip olduğunu düşünürsek kadınlar ve erkekler olarak ortaya çıkardığımız devrimin gücü için kendimizi kutlamayı hakediyoruz. Bununla braber, eğer kadının güç alanlarından tecritini onayan derin kültürel yapılar yukarıda anlattığım kuvvetteyse, yavaş ve doğal gelişim benim istediğimden çok daha yavaş gerçekleşecek gibi duruyor. Gücün ne olduğuna, ne için olduğuna, ve neyle ölçüldüğüne dair daha kurnaz olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir başka şekilde anlatmam gerekirse, eğer kadınlar güç yapısının tamamen içinde sayılmıyorlarsa, kadınlar yerine gücü değiştirmemiz gerekmez mi?
Şimdiye kadar kadın gücü olarak adını andığım pozisyonlar ilk olarak hayal ettiğimiz şeyler; ulusal alanda faaliyet gösteren politikacılar, CEO’lar, ünlü gazeeciler, televizyon üst düzeyleri, vesaire. Bu, gücün tanımını oldukça sınırlı bir şekilde yapan bir bakış açısı, gücü direk olarak halk arasında prestijle veyahut ünle özdeşleştiren bir perspektif. Bir anlamda oldukça ‘yüksek sınıf’ işi, ve ‘cam tavan’ın çerçevelediği bir güç tanımı. Bu güç tanımı, aynı zamanda kadın öncüyü zaten başarılı olan ancak potansiyeline ulaşması için erkek önyargısının son kırıntılarını yok etmekle mükellef birini de tasvir ediyor bize. Bu modelin pek çok kadına hitap ettiğini düşünmüyorum; bugün pek az kadın Amerikan başkanı veyahut bir şirketin başı olmaya çalışıyor, ancak bu kadınların gücü istemedikleri anlamına da gelmiyor. Bu güç fikrinin geçtiğimiz sene yeterli sayıda Amerikan seçmenine pek çekici görünmediği de kesin.
Eğer bakışımızı ulusal siyaset ile sınırlandırsak dahi bunun dahilinde kadınların başarısını değerlendirme biçimimiz oldukça sorunlu. Ulusal yönetim ve yasama birimlerinde kadınların varlığını ölçen sürüyle tablo var. Bunların en tepesinde yasamanın %60’ını kadınların oluşturduğu Rwanda geliyor, bu tabloya göre İngiltere bunun elli basamak aşağısında, yüzde otuzla yer alıyor. Dikkat çekici biçimde, Suudi arabistan Ulusal Konseyi’nde Amerikan senatosuna oranla daha çok kadın var. Bu figürlerden bazılarına dudak büküp diğerlerini kutlamamak elde değil, özellikle iç savaş sonrası Rwanda’da kadınların geldiği nokta için çok emek verildi. Ancak gene de merak etmeden duramıyorum, bazı yerlerde kadınların genişçe varlık gösterdiğine dair manzaralar, gücün nerede olmadığına işaret ediyor olabilir mi diye.
Bir diğer emin olmadığım konu da kadınları parlementoda ne için istediğimize dair dürüstlüğümüz. Kadınların parlementoda kadınları ilgilendiren konularda, yani çocuk bakımı, eşit maaş ve aile içi şiddet hususlarında faaliyet gösterdiklerine dair çalışmalar mevcut. Fawcett Society yakın zamanda Galler Senatosu’nda kadın ve erkekler arasındaki 50/50 oranı ve burada kadınları ilgilendiren konuların ne yoğunlukta konuşulduğu arasında bağ kuran bir rapor yayınladı. Elbette çocuk bakımı ve diğer konuların siyasi arenada konu edilmesinden şikayet edecek değilim ancak bu konuların ne ölçüde ‘kadın meselesi’ olarak değerlendirilmesi gerektiğinden de emin değilim. Kadınların parlementoda varlık göstermesini temel olarak bu konuların ziyaret edilmesi için istediğimden de. Benim sebeplerim çok daha basit: Kadınları dışarıda tutmak şok edici derecede adaletsiz, bunun sebepleri bilinçli olsun ya da olmasın. Üstelik kadınların uzmanlığını görmezden gelerek daha fazla devam edemeyiz, ister teknoloji alanında olsun, ister ekonomi ya da sosyal çalışmalarda. Eğer bu daha az erkeğin siyasete girmesi demekse, ki öyle (çünkü sosyal adaletin kazananları olduğu gibi her zaman kaybedenleri de vardır), bu erkeklerin gözünün içine bakmaya hazırım.
Ancak bu hala gücü elitleştiren ve halk arasında prestijle eş tutan, liderliği tekil bir karizma olarak algılayan bir bakış açısı; neredeyse celebrity olmakla koşut bir seviye. Bu, gücü değiştirmemiz gerektiği anlamına da geliyor. Yani gücü toplumsal prestijden ayırmamız anlamına geliyor, ve de toplu olarak düşünmeye başlamamız. Liderin değil, takip edenlerin toplu gücü olarak tahayyül etmemiz. Gücü sahip olunacak bir şey değil, eylemleştirilecek bir atıf haline getirmemizden bahsediyorum: anlatmaya çalıştığım şey etkin olma gücü, bir fark yaratma fırsatı, ciddiye alınmak. Hem tekil, hem de toplu olarak. Bunlar geçerli olmasaydı çoğu erkek tarafından hiç hoşlanılmayan bir terim olan “açüklama”nın genişçe yankı bulmasının sebebi nedir? Bu terim bir çoğumuzu can evinden vuruyor çünkü ciddiye alınmamanın nasıl bir şey olduğunu kolayca anlatıveriyor bize. Bana Twitter’da birinin bana Roma tarihi dersi vermeye çalışmasını hatırlatıyor.
Yani gücün ne olduğunu ve neler yapabileceğini düşündüğümüz zaman kadınlar için değişim için iyimser olmalı mıyız? Belki biraz olmalıyız gerçekten de. Geçtiğimiz son birkaç senenin en etkin siyasi hareketlerinden biri olan Black Lives Matter’ın üç kadın tarafından kurulmuş olmasını gerçekten çok etkileyici buluyorum; sanıyorum ki pek azımız bu kadınların ismini tanıyabiliriz, ancak bir araya geldiklerinde oluşturdukları şeyin bambaşka bir gücü ve etkisi oldu. Kültürel anamda güce dair bu temel hikayelerin etkisini değiştirmek veyahut dönüştürmek için ne yaptığımızdan emin değilim, Thatcher’ın çantasıyla yaptığı gibi bu hikayeleri kendi avantajımıza çevirebildiğimizi de malesef düşünmüyorum. Ben bu zamana kadar ayrıntıcılığın kanadında durarak Lysistrata’nın sanki kadın güçlenmesinin bir sembolüymüş gibi oynanmasına karşı çıktım. Aslında belki tam olarak öyle oynanmalıdır. Son elli sene içinde Medusa’yı kadın gücünün bir sembolü olarak benimseyen türlü feminist teşebbüs de oldu.
Bu geleneksel anlatıların gücü Gilman tarafından oldukça etkin ve kaderci bir biçimde yansıtılıyor Kadınyurdu’nda. Hikayenin, Vandyck’ın Terry’i vatanları olan Bizimyurt (Ç.N: Çeviri kalitesinde BİM konserve ürün adlarına doğru yavaşça ilerliyorum) sınırlarına eşlik ettiği ve yanında Kadınyurdu’nda evlendiği karısı Ellador’u da götürdüğü bir devamı var. Doğrusu bu Bizimyurt pek harika bir yere de benzemiyor, Ellador bu yeni dünyayı tam da Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında görüyor çünkü. Çift, üzerinden fazla zaman geçmeden Terry’i savaşın ortasında bırakıp Kadınyurdu’na geri dönüyorlar ve doğacak bebeklerini beklemeye başlıyorlar. Ve hikayenin sonu, evet, doğru tahmin ettiniz, şu kelimelerle bitiyor: “Zamanı geldiğinde, bir oğlan bebeğe kavuştuk.” Perkins Gilman, başka bir devam hikayesine gerek olmadığını sezmiş olmalı. Batı geleneğinin huylarına aşine olan herhangi bir okuyucu, aradan elli sene geçtiğinde Kadınyurdu’nun iplerinin kimin elinde olacağını rahatlıkla tahmin edebilir: O erkek çocuğun ta kendisi.
—————————————————————————————————————
Yazıyı çevirirken bir tür olmadık coğrafi bölgeye düşmüş Tom Hanks filmi transformasyonu yaşadığım ve artık yaşlı bir kadın olduğum için yazı hakkındaki fikrim kaç kere değişti hatırlamıyorum dahi. Kadınların otoriteye sahip ve ortak çıkış biçimlerinin ve buna reva görülen cezaların düşünmeye değer olduğu kesin. Ancak Theresa May’in izlerini hala Clytemnestra’da aramak geçerli bir mücadele mi sahiden? Gilman’ın kaderciliğini paylaşmak, geçerli ve anlamlı mı gerçekten? Yoksa Beard bu hikayeleri bizim için korku hikayesi haline mi getirmeye çalışıyor?
Klasik çalışmak bana her zaman biraz büyülü gelmiştir, hem ustaları artık pek az kutlu kişinin erişimi olan eski diller ile uğraşan, Arrival uzaylısı çekiciliğine sahip bir pozisyonda bulunduğu için, hem bugün haritasını akıl almayacak eskilikte metinlerde arayıp durdukları hissine kapıldığımdan. Bu neredeyse dindarlığa benzer tarafları olan, döngüsel sayılabilecek bir eğilim benim gözümde. Sanırım geçmişe dair olası yanlış perspektifleri düzeltmeyi bırakıp bugünü koşulsuz olarak dün ile okumaya başladığı an da çekiciliğini bir anlamda yitiriyor. Bu içinde bir ziyaretçi olarak dahi bulunduğumu hayal edemediğim klasikler dünyasında ikamet etmek demek, pantolonun ve zırhın hala erkeğe ait olduğu bir dünyaya bir anlamda biat ediyor olmak demek sayılır mı? Lysistrata zamanının Güldür Güldür Show’u idiyse, ona zamanın kazandırdığı derinlik algısını alaşağı etmek, itibarsızlaştırmak gerekmez mi her şeyden önce? Acaba Profesör Mary Beard’ın klasiklere ömrünü vermiş, başarıları dünyaca ve İngiliz Krallığınca tanınmış bir akademisyen olarak söylemekten gayet anlaşılır biçimde geri durduğu, bu metinlerle aramıza sağlıklı ve ciddi bir mesafe koymamız, yerine yenilerini uydurmamız gerektiği mi? Yani aslında çare biraz daha korkusuz, çoğulcu ve uydurukçu olmamız gerektiği olmasın?
Görsel notu: Resim, 1914 tarihli bir Félix Vallotton resmi: Meanadlar Tarafından Parçalanan Orpheus. Resim çok güzel ama bir tarafı, insanın gözünün kolay seçtiği ama kolayca akla çağıramadığı bir tarafı, çok garip, değil mi? Aslı en ve boy olarak bir buçuk metreden büyük olan ve bugün Cenevre’de sergilenen bu resim, aynı dönemde rastlanan kadın vücudu tasvirlerine karşılık başka türlü bir hikaye anlatma biçiminin peşine düşüyor, tuhaflığı ondan. Resmedilen mitin uydurmalığının karşısında metre metre yükselen bu kadınların bir sürü beklenmedik kıvrımı, asimetrik göğüs ve kalçaları, ağızdan ağıza anlatılan hikayelerde kendisine yer bulamayan çeşitte karakterleri var. Sanırım garipliği bundan, yani Eski Yunan’a yaklaşımındaki fotoşopsuzluğundan.