Mahsa Amini’nin katlinden yedi gün sonra güneyden kuzeye, şehre, eve doğru yol alıyorum. Gün dönüp havalar iyice soğumadan denizin, rüzgârın, zeytin ağaçlarının ve kedilerin yârenliğinde, insanlardan uzakta geçirmeye niyetlendiğim bu birkaç gün, Mahsa’nın ölümünün ardından İran genelinde patlayan protestoları Twitter’dan gece gündüz takip etmekle geçti. Bu kıyamın öfkesi ve ateşi, içimde uzun zamandır hissetmediğim, hissedemediğim, donmuş ya da tümden ölmüş olduğunu zannettiğim, gündelik tartışmalarımda bile çok uzun zamandır söz konusu olmayan bir şeyi uyandırdı: bir şeylerin, her şeyin değişebileceği duygusunu.
Uçsuz bucaksız zeytinliklerin ve sarının çeşitli tonlarının hâkim olduğu tepelerin arasından ufka doğru uzayıp giden yolda, arabanın hoparlörlerinden Tunuslu şarkıcı Emel Mathlouthi’nin, müziği aslen Farsça bir şarkıya ait olan, “Holm” (Rüya) şarkısı yükseliyor. Bu şarkıyı ilk defa birkaç yıl önce, Kabil’in Kırlangıçları (Les Hirondelles de Kaboul) filminde duymuştum. Taliban rejimi altında zorlu bir yaşam mücadelesi veren genç bir çiftin hikâyesine odaklanan filmin sonunda gelen bu şarkının içimi neden bu denli allak bullak ettiğini anlayamamıştım; keza bu şarkı ne zaman kulağıma çalınsa boğazım düğümleniyor ve tıpkı şarkının sözlerindeki gibi, görünmez kanatlarla göğe yükselip, bir rüyanın derinlerinde kaybolup dünyadaki acıyı ve zulmü bedenimin her tarafında hisseder gibi oluyorum.
Mahsa Amini’nin katlinin üstünden yedi gün geçti ve yedinci günün sonunda Mahsa, Emel’in tül gibi uçuşan sesinin kanatlarında, “gözlerini kapatıp rüyalarının elinden tuttu, yükseldi ve gökyüzünde süzüldü.” Zeytinliklerin ve tepelerin arasından uzayıp giden yolda o yükselirken ben de bir anlığına Mahsa’nın saçlarına tutunuyor, yükseliyor ve gökyüzünden dünyaya bakıyorum. Çocukken, Allah’ın hep böyle insanlara tepeden, kuş bakışıyla baktığını hayal ederdim: her sabah dünyanın bir ucundan başlayıp akşama kadar teker teker ülkelere uğrayarak insanların dertleriyle ilgilendiğini. Persepolis’te ara sıra Allah’la konuşan küçük Marjan gibi, ben de Mahsa’nın saçlarının arasından Allah’a bir süreliğine onunla dolaşıp dolaşamayacağımı soruyorum. Dünyayı O’nun gözlerinden görmeye çalışırsam O’nun varlığına bir daha asla inanmayacağımı söylüyor. Ancak gördüklerini kimseye anlatmazsan seni yanıma alır, gözünü ancak bu şekilde açarım, diyor.
Tepeden kadınları görüyorum — upuzun, rengârenk saçlarını rüzgâra savuran, saçlarını kısacık kesip çıra gibi ateşe atan, din adamlarının kibrinden ve yarattıkları karanlıktan saçlarını tutuşturarak çıkan kadınları. Taşlana taşlana öldürülen, susturulup gömüldükleri topraktan saçlarıyla uzayarak bir ağaç gibi yeşeren kadınları. Başkalarının kem gözleri ve kirli düşüncelerinden kaçmadan, gizlenmeden, onlara büyük büyük anneleri Medusa’nın bin bir gözüyle karşılık veren kadınları. Yalnızca erkek baskısına karşı değil, Medusa’yı “cezalandıran”, tanrı Zeus’un kafatasından doğmuş Athena gibi tahakkümcü eril zihnin bir veçhesine bürünen kadınlara karşı mücadele veren kadınları da görüyorum. Ve kadınlar özgürleşmeden hiçbirimizin özgür olamayacağını anlayan, onlarla beraber sokaklarda mücadele veren erkekleri de.
Tepeden gördüklerim, İran’da kadınların öncülük ettiği bu mücadelede yalnızca teokratik, baskıcı ve şedit bir rejimi yerinden etmenin yeterli olmadığını; belli bir siyasi-ekonomik düzen içerisinde bu rejimlerin hem müsebbibi hem de maşası olan çarpık bir din anlayışı ve yorumunun da içini kanırta kanırta oymamız gerektiğini gösteriyor. Ruhlarının kiri suratlarından akan mollaları, din tacirlerini, kadınların hayatlarında ve bedenlerinde söz sahibi olabileceklerini zanneden, bunu kendine hak gören küçük ve kibirli adamları, her sokakta, her evde “ahlak polisliğine” soyunanları, hurafeleri ve kulaktan duyma bilgileri temel alarak kurumsallaştırılmış, şekilcilikten uzak durmayı iddia ederken kendi şekilciliğine hapsolmuş bir “dini” reddetmeye çağırıyor. Gördüklerim, kutsalları ve sorgulanması yasak olanları sorgulamakta, onlara çomak sokmakta ısrar ederken, kalplere korku ve nefret salan, bedenlerimizden, saçlarımızdan utanmamızı söyleyen ve dünyadaki hayatı cehenneme çeviren bir zihniyeti reddetmeye çağırıyor. Milliyetçiliği dert edinirken nasıl etnik ve milli kimliklerin, türlü aidiyetlerin köküne iniyor, onları yapı bozumuna uğratıyorsak, dini aidiyetlerin ve kutsal olanla ilişkilerin de en temelde ancak bozula bozula değişip dönüşebileceğini, böylece bir korku, dolayısıyla manipülasyon aracı olmaktan çıkabileceklerini hatırlatıyor. İran’da kadınların öncü olduğu mücadele, kendimiz için iyiyi, eşitliği ve özgürlüğü tahayyül edemiyorsak, işte o zaman din tacirlerinin sahtekârlığına, el alemin hurafe ve baskılarına, korkumuzun karanlığına mahkûm olduğumuzu göz önüne seriyor.
Biliyoruz ki Mahsa Amini zehirli bir rejimin “ahlak” polisleri tarafından katledilen ilk ve tek kadın değil, ne İran’da ne de başka bir ülkede. Onun ölümüyle fitili yakılan mücadelenin, sokaklarda başörtülerini yakarak ölümü göze alan İranlı kadınların ve onların bu çok haklı mücadelesinin gündemden düşmesine, Türkiye’deki gündem kasırgasının içinde kaybolmasına izin vermemeliyiz. İzin vermemeliyiz ki bu dalganın ve mücadelenin çok uzağımızda ve bize yabancı olmadığını görelim. İzin vermemeliyiz ki gün geldiğinde o ateşin içinden biz de cesaretle geçebilelim.
*
Zeytinliklerin ve tepelerin üstünde süzülürken gördüklerimi yazarak Allah’la anlaşmamı bozmuş oluyorum. Bir gün, belki bir başka hayatta, beni affedeceğini biliyorum.
Görsel: Ekin Kurtdarcan, bir zeytin ağacı ve bir zeytin ağacı daha (eskiz), kağıt üstüne çini mürekkebi.